EBÂBİLİ BEKLERKEN…

Sami GÖKSÜN

 

Fîl Sûresi ve Fil Vakası üzerinden zamanımıza doğru bir tefekkür yolculuğu yapalım…

 

Peygamberimiz’in doğumundan bir süre önceydi…    

 

Yemen vâlisi Ebrehe, San‘a’da büyük bir kilise inşâ etmişti. Gayesi her yıl Mekke’ye ziyarete giden hacıları bu yeni kiliseye çekmekti. Böylece dînî, siyâsî ve ticârî yönden bölge üzerinde hâkim olmayı hedefliyordu. Ancak durum beklediği gibi olmadı. Bu yeni kilise Arapların büyük tepkisini çekti. Umduğu gerçekleşmeyen Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve çok sayıda filin de bulunduğu kalabalık bir ordu ile Mekke’ye doğru sefere çıktı.

 

Ebrehe ve ordusu yoluna devam etti. Ordu, Mekke yakınlarında konaklamak üzere karargâh kurdu. Ebrehe’nin gönderdiği bir birlik, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’in ve Mekkelilerin çok sayıda devesini ele geçirdi. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Ebrehe’ye giderek gasp edilen develerin geri verilmesini istedi. Ebrehe;

 

“−Ben Kâbe’yi yıkmaya geldim, sen ise Mekke’nin reisi olduğun hâlde kendi develerinin derdine düşmüşsün, onları geri vermemi istiyorsun…” diyerek bu isteğini şaşkınlıkla karşıladı.

 

Bunun üzerine Abdülmuttalib;

 

“−Develer benim olduğu için ben onları istiyorum. Kâbe’nin sahibi ise Allah’tır. O, Kâbe’yi mutlaka koruyacaktır.” dedi.

 

Ertesi gün Ebrehe, ordusuna Kâbe yönüne hareket emri verdi. Fakat en öndeki devâsâ fil başta olmak üzere hiçbir fil yerinden kımıldamadı. Bütün uğraşlara rağmen, filleri Kâbe yönüne doğru harekete geçiremediler. Ebrehe; Mekke’ye bu kadar yaklaştığı hâlde, ordusunu Kâbe üzerine sevk edemedi. 

 

Bu sırada gökyüzünde beliren kuşlar gagalarında ve pençelerinde küçücük taşlarla sürüler hâlinde geldiler. Ardından bu kuşlar, Ebrehe ordusunun üzerine yağmur gibi taş yağdırdılar. Bu konuda Hersekli Ârif Hikmet;

 

Olma isyâna cerî kuvvet ile fîl gibi,

Düşmen-i Hakk’a hücûm eyle ebâbîl gibi.

 

diyerek şu mânâyı kastetmiştir:

 

“Kuvvetine güvenerek, Kâbe’ye saldıran filler gibi isyankârlığa cür’et etme! Bilâkis ebâbil kuşları gibi, hak ve hakikate düşman olanlar üzerine hücum etmeye bak!”

 

Bu esnada bozguna uğrayan Ebrehe’nin ordusu; ebâbil kuşlarının tepelerine bıraktığı, pişmiş çamurdan taşlarla perişan oldular. Kimisi orada can verdiler, kimisi geri dönerken yolda öldüler. Kimisi de San‘a’ya vardıklarında fena bir şekilde ölüp gittiler. Görenlere ibret olsun diye Ebrehe’nin de hemen canı alınmamış, etleri lime lime olmuş bir şekilde, Yemen’e yakın bir bölgeye geldiğinde, perişan bir hâlde ölüp gitmiştir.

 

Neticede Ebrehe ve ordusu, bir ibret olarak Allah tarafından mûcizevî bir şekilde bozguna uğratıldı. Fil Sûresi’nde mânâ itibarıyla Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

 

“Rabbinin, fillerle Kâbe’ye saldıran o orduya ne yaptığını görmedin mi? Onların hâince plânlarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Bu kuşlar onlara pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Neticede Rabbin onları yenilmiş, çer çöp hâline gelmiş ekin yaprağına çevirdi.” (el-Fîl, 1-5)

 

Böylece Arapları hayrete düşüren bu hâdisenin gerçekleştiği seneye «Fil senesi» denildi.

 

Sûrenin başlangıcında Allah Teâlâ, bu mûcizevî hâdiseye dikkatimizi çekerek şöyle buyurur:

 

“Rabbinin, fillerle Kâbe’ye saldıran o orduya ne yaptığını görmedin mi?”

 

Peygamberimiz’in doğumundan kısa bir süre önce meydana gelen ve insanların zihinlerinde yer eden bu hâdisenin hatırlatılmasının gayesi, insanlara öğüt vermenin yanında, Kureyşli müşrikleri, işkenceci ve inkârcı tavırlarından vazgeçirmektir. Aynı zamanda kıyâmete kadar Hakk’a karşı çıkıp zulüm ve isyanda ısrar eden inkârcıları uyarmaktır.

 

Hâdisenin şaşırtıcı ve olağanüstü bir yönü de Allâh’ın bu orduyu helâk ediş şeklidir. Nitekim sûrenin devamındaki âyetlerde onların plânlarının boşa çıktığı şöyle anlatılmıştır:

 

“Onların hâince plânlarını boşa çıkarmadı mı?”

 

Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma plânı açıktı. Bunun yanında onun birtakım gizli plânları da vardı. Onun esas gayesi; daha önce de ifade edildiği üzere, başta Kureyş olmak üzere bütün Arapları korkutarak ticaret yollarını ele geçirmekti. Bundan sonra, Hıristiyanlığı yayıp dinî bakımdan da üstünlük sağlamaktı.

 

Bu hedefine ulaşmak için; fillerle desteklenmiş büyük ordusuyla Mekke yakınlarına kadar geldi, ancak şehre giremedi. Çünkü Allah; “Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi” ve böylece onları helâke sürükleyerek, kurdukları gizli ve açık hâin plânlarını boşa çıkardı.

 

“Onlara çamurdan pişmiş taşlar atan” kuş sürüleri; bir fırtına gibi, ansızın Ebrehe ve ordusunu her yandan kuşatarak ölüm yağmuruna tuttular. Kuşlar tarafından atılan taşlar, âdeta kurşun gibi hedeflerine isabet ediyordu.

 

Allah; “Nihayet onları yenmiş ekin yaprağına çevirdi.” Böylece Allâh’ın evini yıkmaya kalkışan saldırganlar, cezalarını gördüler.

 

Bu hâdise, Kâbe’yi putlardan temizlemek ve tevhîdi ilân etmek için dünyaya gelmek üzere olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğumuna hazırlık olarak, O’nun şan ve şerefine ilâhî yardımı ifade eden bir mûcizedir. Allah, Kâbe’yi yıkacaklarını zanneden istîlâcı bir orduyu, böyle bir azap ile -yenmiş bir ekin yaprağı gibi- ansızın yere serip perişan etmiştir. 

 

Bugün de Kâbe ve mukaddes değerlere saldırmak isteyenlere; Allah dilediği zaman, bu türden akla, hayale gelmez bir azap ve belâlar verebilir.

 

Nitekim Seyrî, zâlimlere şöyle haykırıyor ve onları îkaz ediyor:

 

Ey ölüm mikrobu, ey lânete lâyık kefere,

Yine kazdın ya çukur, sen düşeceksin o yere!

Emreder Hazret-i Hak, tekrar ebâbil kuşuna,

Yağdırır taşları seller gibi gökten başına!

Yükselen âhı düşürmez yere zîrâ Allâh,

O ki: «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!..»

 

Bu sene âhirete uğurladığımız rahmetli şairimiz Şükran IŞIK ise bebekleri kavuran zâlimlere karşı, Rabbimiz’in imdat etmesini şöyle niyâz ediyor:

 

Allâh’ım, nerde kaldı o ebâbil kuşları,

Ne zaman yağdıracak gökyüzünden taşları?

 

Bir rüzgâr gönder yâ Rab, çölün kumu savrulsun,

Çalsın küfrü yerlere, artık zulmü son bulsun!

 

Leylî’nin niyazı bu, rahmet eyle şafağı,

Allâh’ım, kül olmasın bebeklerin kundağı.

 

Kimileri ise, 2 milyar müslümanın, zulümler karşısındaki bu acziyeti üzerine; 

 

“–Ebâbil kuşları gelse acaba bizi mi taşlardı?” diye haklı bir şekilde hayıflanıyor.

 

Evet, yerin ve göğün orduları Allâh’ındır. Lâkin O -celle celâlühû- adâleti bizim ayakta tutmamızı, mazluma bizim imdat etmemizi, fitneyi bizim söndürmemizi, Hakk’ın sözünü yeryüzünde bizim yüceltmemizi arzu ediyor. Şu âyet-i kerîmede mü’min­lere cihâd emredildikten sonra şöyle buyurulur:

 

“…Allah dileseydi, onlardan intikamını (size emretmeden bizzat) alırdı. Fakat sizi birbirinizle imtihan etmek için (cihâdı emretti)…” (Muhammed, 4)

 

Yani bize düşen ebâbil beklemek değil, Allah düşmanlarını korkutacak maddî ve mânevî kuvvet hazırlamaktır. O kuvveti cesur bir şekilde kullanabilecek yürekli nesilleri yetiştirmektir.

 

Hâsılı;

 

Bu sûre Hazret-i Peygamber Efendimiz’e ikram, mü’minlere müjde, kâfirlere de bir korkutmadır. Fîl Sûresi; aynı zamanda bugünün zâlimlerine, başta İsrail olmak üzere bütün kâfirlere açık bir ihtardır. Şüphesiz ki Allah, haddi aşan zâlim ve inkârcıları her zaman cezalandırmaya muktedirdir. Cezanın zamanı ve şekli tamamen Allâh’ın takdirindedir.

 

Cenâb-ı Hak, bizlere bu sûreyi hikmetleriyle anlamaya ve gereğiyle amel edebilmeye müyesser kılsın. Âmîn…