TEFEKKÜR HIRSIZLIĞI

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunda çokça tekrarlanan iki kalıp:

 

Birincisi: İnne fî zâlike… İlk bakışta tespit edebildiğimiz kadarıyla 50 âyette tekrarlanan bu üslûp; Allâh’ın yarattığı bir nimet, lütuf veya hakikatten bahsettikten sonra ekliyor: 

 

Bunda akleden bir kavim için bir âyet / âyetler var… 

 

«Akleden bir» yerine; tefekkür eden, inanan, yakîne ulaşan, öğüt alan gibi başka sıfatlar veya «insanlar için» veya «sizin için» gibi ifadeler de gelebiliyor. 

 

Bu deliller kimi gösteriyor? İkinci üslûp da bunun cevabını veriyor:

 

İkincisi: Hüvellezî… Yine ilk bakışta tam 39 âyetin bu üslûpta başladığını tespit edebiliyoruz: 

 

O’dur yeri ve göğü yaratan… Yağmuru indiren… Sizi rahimlerde tasvir eden… Sizi yeryüzünde yerleştiren, geçmiş milletlerin yerine geçiren… Ve benzerleri…

 

«Görmediler mi, dolaşmadılar mı, düşünmezler mi?..» Daha nice üslûp… 

 

Yani Kur’ân bizi sürekli ilâhî sanatı tefekkür etmeye, kudreti temâşâ kılmaya çağırıyor. Görülen her şeyde âyet, delil ve burhan aramaya davet ediyor. 

 

Elbette Kur’ân’daki misaller; ilk muhatap kitlenin âşinâ olduğu canlı, bitki ve benzerleri etrafında. Kur’ân; üzümü, hurmayı, narı örnek veriyor. Sen; mangoyu, elmayı, cevizi ekle… 

 

Hattâ üslûbun mûcizevîliğini görün ki; aynı âyet 7’nci asrın insanını tefekkür ettirdiği gibi, zâhirî mâlûmatını kat kat artırmış 21’inci asrın insanını da daha derin, daha geniş şekilde tefekkür ettirmeye devam ediyor. 

 

Kur’ân’ın davetini düşündüğümüzde; tabiattan, hayvanlar âleminden, bitkiler dünyasından yahut fezânın derinliklerinden bahseden belgeli (belgesel) programlar bu tefekkür için en güzel mecrâlar olurdu değil mi? Köklü televizyon kanallarının yanı sıra, son yıllarda internetin video mecrâlarındaki hikâye anlatıcıları da bu sahada bol bol neşriyat yapıyorlar. 

 

Fakat Kur’ân’ın davetinin tam tersi bir dil kullanılıyor bunlarda. Sanki anonim bir eser inceleniyor. 

 

Dil bilgisinde edilgen çatı / meçhul fiil üslûbu vardır. Fâili bilmiyorsanız bu üslûbu kullanırsınız. Bunun yanında fâili ehemmiyetsiz, söylenmeye değmez bulduğunuzda da bu üslûbu kullanırsınız. Meselâ haber bültenlerinde «bildirildi» ile biten cümleleri düşünün. Hangi ajans bildirmiş, seyircinin alâka duymayacağı bir husus. 

 

Ateizmin bir alt türü diyebileceğimiz bir tavır var: Agnostisizm. Bilinmezcilik demek. Yani gayba ait, inanca dair meseleler bilinemez diyerek topu taca atan bir tavır. Evet, bunlar akılla bilinemez, bu sebeple vahiy var. Sâdık haber ile bilinir bunlar. Ama vahye de inanmadıkları için ilgisizlik ve ihmale bürünüyorlar.

 

Bilim, tabiat vs. anlatıcıları, işte agnostik bir dille konuşabiliyorlar. Kur’ân’daki üslûp; eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, sebepten Müsebbibü’l-Esbâb’a ulaşmayı hedeflerken, bunlardaki üslûp; Sanatkâr’dan bahsin geçmediği bir sanat anlatışını maksat olarak seçmiş. 

 

Daha da beteri ise, edilgen çatıdan da çıkıp nesneyi özne yapmak. 

 

Örnek ile anlatalım:

 

Hakikat: Allah, deveyi çöle çok uygun hususiyetlerle yarattı. 

 

Fâilin diskalifiyesi: Deve, çölde meydana geldi. 

 

Nesneye fâil muamelesi: Deve çöle uygun özellikler kazandı. Şöyle hörgüç, ayak ve burun geliştirdi vs.

 

Benzerlerine âşinâ olmalısınız:

 

Hayat nasıl mı meydana geldi? Üç milyar yıl önce dünyaya yağan göktaşlarının, yıldız parçalarının taşıdığı moleküler zenginliğin güneş ışığındaki radyoaktif ışınlar veya yer altından gelen sıcaklık ile tetiklenmesiyle… 

 

İlk basit canlılar okyanusun içinde güneş ışığını görmek için göz «geliştirmiş», o gözün uzantısı beyin olmuş, bir yırtıcı kovalamış dişleri çıkmış, karaya yürümüş yüzgeçleri ayak olmuş, ağaçtan inmiş kuyruğu düşmüş… 

 

“Bu kadar basit mi?” demeyesiniz diye eklerler:

 

“Tabiî bunlar hemen olmadı, milyonlarca yılda oldu.” 

 

Hâlbuki ağaçtan inmek milyon yıl sürmez. Anlaşılır kılmak için basit bir îzah uydurmak gerekmektedir, bu basitliği yutturmak için «çook uzun» süre «sis»iyle meseleyi karmaşıklaştırmak gerekmektedir. 

 

Bilinmek isteyen Hâlık, sanatını görmenizi istiyor. Göresiniz ki fâilini takdir edesiniz, O’nu tanıyasınız, O’nu sevesiniz, O’na hayran hayran ibâdet edesiniz, teşekkür ve vefâ içinde olasınız. 

 

Tefekkür hırsızları ise, sizin hilkate hayran olmanıza mâni olmak isterler. Ortalıkta olup biten her şey, zaten olması gerekenlerdir onlara göre. 

 

Îzahları içinde hep «rastlantılar, tesadüfler» vardır. İnsanın kimseye bir teşekkür borcu yoktur! Bir değişiklik olması gerekiyorsa onu da mutasyonlar yapar! Aslında mutasyonlar hep ölüm, hastalık getirir ama «uzuun zaman içinde» faydalı işler de yapmışlardır. 

 

«Yaratıcı, yarattı, yaratıldı» ifadelerinin el çabukluğuyla yok edildiği bu tefekkür hırsızlığında, hokkabazın fincanının altından; «evrimleşti, özellik geliştirdi, uyum sağladı.» gibi yumurtalar çıkar. 

 

Bu üslûbu savunmak için, inançlardan uzak durduklarını söyleyeceklerdir. 

 

Hâlbuki devenin çöl şartlarına uygun bir dudak, bir ayak ve göz geliştirdiğini iddia etmenin; «onu bir ulvî gücün bu şekilde yarattığını» söylemekten hiçbir farkı yoktur. İkisi de inançtan doğan birer kanaattir. Hattâ devenin biyolojik sisteminde bir yaratıcılık, bir irade, bir şuur, bir akıl var olduğunu iddia etmektense, bütün varlıkları tek bir aklın, tek bir şuurun, tek ve çok kuvvetli, hikmetli bir zâtın yarattığını, düzenlediğini ve tasvir ettiğini düşünmek çok daha mantıklıdır. Üstelik bu kanaatin her dinden milyonlarca şâhidi ve destekçisi vardır. Çünkü hemen her dinde bir mutlak yaratıcı inancı yer almıştır. 

 

Buraya dikkat edelim: Kâinattaki hârikaları gören insan, daima bunları bir yaratıcının var ettiğini düşündü. Üstün bir şeyin kendiliğinden var olmadığını, gayesiz tesadüflerin ancak yıkım ve bozulma meydana getirdiğini görecek kadar akıl, fikir sahibiydi çünkü. 

 

Fakat sayıca az da olsalar Dehrîler, kadîm ateistler olarak yaratıcıyı reddettiler. Allâh’ın kâinatta cârî olan zincirleme kanunlarını, kadîm zannetme hatasına düştüler. Kuş yumurtadan, yumurta kuştan çıkar, bunlar böyle ezelden gelir ebede gider dediler. Evrim bunların imdadına yetişti. Artık kuşu da geriye birtakım silsilelerle bağlayabiliyorlar.

 

Yani bilim çevreleri; «bilim tarafında kalıyoruz, tarafsızız» derken, yine kadîm bir inanca yani dehrîlerin inancına düştüklerinin farkına varmalı. 

 

Hukukla bir karşılaştırma:

 

Aksi ispatlanmadıkça herkes masumdur. Hukukta bir prensip. Fakat bunun dayandığı anlayış her insanı masum kabul etmek prensibine dayanıyor. Kanun adamları; ispatsız bir şekilde, zanlarla hareket ederek masumları cezalandırmasınlar diye, bu prensip gerekli. Bazen delil yetersizliği sebebiyle, suratına baksanız suçlu olduğunu hissettiğiniz kişileri de serbest bırakmanıza sebebiyet verse de bu prensip gerekli. Yani bazı suçların fâili meçhul kalması pahasına, ispatsız cezalandırma yapmazsınız. Ama ikrar / itiraf varsa hiçbir delil olmasa bile artık hüküm verirsiniz.

 

Kâinatta imtihan sebebiyle, kendini gizleyen bir Yaratıcı var. İnkârcıların bazen taşkınlık yaparak; «Allah ve melekleri gökten alenen görünsün, karşımıza çıksın, gelsin!..» gibi taleplerde bulunduklarını bize Kur’ân bildiriyor. Hâlbuki bu kadar açık delil, artık inanma işini bitiriyor. İnanmak için bunu şart koşanlara; ölüm ânını ve mahşer gününü beklemelerini söyleyeceğiz. Ama o anda inanmak sizi küfrün cezasından kurtarmıyor. Bu imtihanda, dünyada iken gayba îman gerekiyor. Gayba îmânın anahtarı da tefekkür. 

 

Yetersiz delille suçlama yapılmaz; ama yeterli delile rağmen Yaratıcı’yı kabul etmemek, fecî bir suç. Çünkü sen O’nun ikrarlarını duymazdan geliyorsun. 

 

Kavlî âyetlerle, kevnî âyetler işte orada buluşuyor.

 

Tefekkür hırsızlarına söyleyeceklerimizi söyledik. Bir de bize söylenecekler var: 

 

Gayba îmâna anahtar olacak tefekkür malzemelerini kimse bize bedava vermeyecek tabiî ki… Musa Kardeşler, Bîrûnîler, Akşemseddinler, Hârizmîler ve Uluğ Beyler yetiştiren medeniyetimiz; gelecek nesillere de bilimi, yüce Sanatkâr’ı gizlemeyen, O’na götüren bir üslûpla anlatabilecek âlim ve anlatıcıları yetiştirmelidir.