SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Son zamanlarda sık sık duyduğumuz bir kelime var: 

 

«Sürdürülebilirlik.» 

 

Ailemden bir gençle, üniversitede kredisini tamamlamak için aldığı dersler hakkında konuşurken bu kelime geçti. Bu konuda ne düşündüğünü sordum; akıllıca bir cevap verdi:

 

“Batılılar önce sürdürülemeyecek bir düzen kuruyorlar, sonra bunu fark edince düzeltmeye çalışıyorlar.” dedi.

 

İslâm’da nasıl olduğunu konuşmaya başladık. Meselâ; hikmet, firâset, basîret gibi kelimeleri ele aldık. Güzel bir sohbetti. 

 

«Gençler sosyal medyaya, internete çok düşkün!» diye şikâyet etmek yerine, onlarla sohbet konuları açmak çok faydalı olabilir. 

 

Hem neleri okuyorlar, neler düşünüyorlar bilmemiz mümkün olur. 

 

Hem söz hakkı tanıyarak, şahsiyetlerine saygı göstererek internetin onlara sunduğu özgürlükten çok daha iyisini, güzelini tanıyabileceğimizi göstermiş oluruz. 

 

Ayrıca onlardan faydalanmış da oluruz. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; gençlerle konuşur, görüşürdü. Onların zekâlarının parlak olduğunu dile getirerek cesaretlendirirdi. Bizler bu dünyayı, geleceğimiz olan bu gençlere bırakacağız. Biraz yakından tanırsak, onların da kendilerine göre bir tefekkürleri olduğunu görebiliriz. Onların bizden bizim onlardan öğreneceğimiz çok şey var, yeter ki öğrenmek diye bir derdimiz olsun. 

 

Konu açılmışken, biraz tefekkürümüzü derinleştirecek olursak; bugün sürdürülebilirlik mefhumu daha çok sanayileşme, kaynakların kullanılması gibi sahalarda kullanılıyor. Aslında hızla artan dünya nüfusunun, batı tarzı tüketim alışkanlıklarını benimsemesinin getirdiği bir sonuç olarak sanayileşmenin hızlanması; tabiî kaynakların daha hızlı, kontrolsüz ve hattâ acımasızca kullanılmasının getirdiği sonuçların sebep olduğu bir endişe demek daha doğru olur. 

 

Batı âlemi; üstünlük edâsı takınarak bütün dünyaya kendi maddiyatçı, yenilikçi, modern hayat tarzıyla örnek oldu. Ama şimdi buna bin pişman olmuş gibi görünüyor. Şimdi sürdürülebilirlik kavramıyla yeni bir moda başlatmak istiyor. Fakat eskiye dönmek, eski değerlerin de güzel yanları olduğunu kabul etmek istemiyor. Kaynakların akılcı ve verimli kullanılması, tabiata verilen zararı minimuma indiren seçenekleri tercih etmek gibi yeni tabirler kullanarak, âdeta yine modern ilerlemeci fikriyata dayalı bir paradigma inşâ etmeye çalışıyor. 

 

Modernizm, dîne ve geleneğe dar bir alan belirleyip; hayata tamamen insan aklının, zevkinin ve duygularının ürettiği yeni değerleri hâkim kılmak istedi. İnsana, tarihe, siyasete, hayatın hemen hemen bütün alanlarına dair yeni bir bakış açısı üretirken ona bir sınır çizecek olan dîne ve dinden kaynağını alan her şeye hurâfe damgası bastı. 

 

Şimdi dînin insana yüklediği mes’ûliyetleri yok sayarak; bunca insanı, tüketimlerini ve isteklerini sınırlandırmaya nasıl iknâ edecekler? Din, insanın aklını hikmetle, mev‘izeyle eğitiyor; duygularını âhiret mükâfâtı ve cezasıyla şevke getiriyor. Modernizm ise; aklı yanlış istikamete yönlendirenlere karşı, kendi başına terk ediyor, duyguları ise bütün hayat dünya hayatıymış gibi bir dünya görüşüyle alabildiğine tahrik ediyor. 

 

Mesele sadece tüketim alışkanlıklarından ibaret de değil üstelik. Sürdürülebilirlik mefhumunu, psikoloji alanına da uygulamak gerekmez mi? 

 

Modern insanın beyninde, insana mahsus olan prefrontal lobların inceldiği söyleniyor. Yani hayatın sağladığı kolaylıklar, sabretmek zorunda olmamak, mücadele etmemek, yönetmemek, zor kararlar vermemek ve hep aynı rutinin içinde yaşamak, insanın yaratılışında gerilemeye sebep oluyor. Hani son zamanların meşhur sözü: 

 

«Cihazlar akıllandıkça, insanlar ahmaklaşıyor.» 

 

Bu gidiş nereye? 

 

İbâdetsiz, takvâsız, kaidesiz, nefsânî hayat; insanın zihin kapasitesini bile köreltiyor. İnsan yığınları; daha dayanıksız, daha bağımlı, daha yönlendirilebilir hâle geliyor. Bunun da içtimâî sonuçları olacak. 

 

Sürdürülebilirliği; cemiyetin de temeli olan, ferdin de yetişmesi için çok ehemmiyeti hâiz olan aile mefhumuna da uygulamak gerekmez mi? Sürdürülebilir bir cemiyet için ailenin önemini neden ele almıyoruz? 

 

İnsanlık tarihi boyunca aile yapısı sağlam olan milletler, velev ki bazı bozulmalar yaşamış olsun, en azından nüfus ve cemiyet düzeni açısından ayakta kalmıştır. Ailesiz bir cemiyet yapısı ile ilgili ise, elimizdeki örnekler iyi şeyler söylemiyor. Bugün Avrupa kıtası ortalaması, nüfusun yaklaşık beşte biri altmış beş yaş üstü. Yetişen genç nesillerin de durumu gelecek va‘detmiyor. Tek ebeveynli yetişen çocukların, psikolojik durumları hakkında endişe verici şeyler söyleniyor. 

 

En önemlisi de sürdürülebilir bir dünya için; dînin, ahlâkın, hattâ hikmet ve fazîlet gibi mefhumların ehemmiyetinden neden bahsetmiyoruz? 

 

Gelişen teknoloji, insana çok büyük güç ve imkânlar da sağlayabilecek. O zaman bunları; iyilik için kullanacak, kötülükten sakınacak bir ahlâka, mes’ûliyete sahip olmayan insan yığınlarıyla nasıl başa çıkılacak? Meselâ kuantum bilgisayarlar yaygınlaşırsa; bankaların, firmaların hattâ devletin kullandığı şifreleri bile kırmak mümkün hâle gelecek deniliyor. Hattâ şu anda da süper bilgisayarlarla çok büyük siber suçları işlemek mümkün. Gün geçmiyor ki, bir sürü insan, yeni usûllerle dolandırıcılık mağduru olmasın. 

 

Bundan beteri de var. Geleceğin dünyasında bizi yeni hukukî ve ahlâkî meseleler bekliyor olacak. Meselâ; suç işlemeye elverişli bir yapay zekâ sahibi robot geliştirildiği zaman, o robotun işlediği suçlardan dolayı kime ceza verilecek? Bu durumda; yeni teknoloji geliştirme, robot üretme, yapay zekâ eğitme konusu izne mi tâbî olacak ve sadece belli kesimlere mi izin verilecek? Onların kötülük yapmayacağı nasıl bilinecek? Tekelleşme başka bir problemi de beraberinde getirmeyecek mi? 

 

Batı âlemi ve batıyı örnek alanlar, hazır sürdürülebilirlik mefhumunu keşfetmişken, bir daha düşünmeli. Modern zihniyet; ilerlemeyi, kalkınmayı ulaşılması gereken mutlak hedef şeklinde lânse ederek geçmişin değişmez değerlerini ve tecrübe birikimlerini toptan çöpe atmaya kalktı. Kendisini «aydınlanma» olarak ifade ederken, geçmişi topyekûn karanlık devirler olarak tanıtma hatasına düştü. Hâlbuki geçmiş devirlerdeki bozulmalar da kısa vâdeli yani sürdürülebilir olmayan düzenler sebebiyle ortaya çıkmıştı, onlara tepki olarak ortaya çıkan yeni düzenler de sürdürülebilir olamadı. Çünkü bu düzenler, hakka ve hikmete irşâd eden bir hidâyet kaynağından gelmiyordu. 

 

Rabbimiz buyuruyor ki: 

 

“De ki, hakka sadece Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” (Yûnus, 34-35)

 

İslâm tefekküründe, dünya hayatının bir yolculuk olduğuna dikkat çekilir. Hidâyet, irşad, istikamet veya zıddı olan dalâlet gibi birçok mefhum da, bu yolculuğa rehbersiz çıkmaktaki tehlikeye dikkat çeker. 

 

Allâh’ın hidâyet ettiği yol, şüphesiz en üstündür ve her çağda üstün kalmaya devam edecektir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i nâzil eden, insanı da yaratmış olan Mevlâ Teâlâ Hazretleri’dir. İnsanı en iyi bilen ve tanıyan da onu yoktan var etmiş olandır: 

 

“Yaratan bilmez olur mu hiç?..” (el-Mülk, 14) 

 

Dînimiz insana verilen akıl nimetinin; hikmetle, yerli yerince ve dosdoğru kullanılmasına rehberlik eder: 

 

“O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu ona pek çok hayır verilmiştir. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” (el-Bakara, 269) 

 

Allâhu Zülcelâl insana ne emretmişse, hepsi onun hayrı içindir. Neyi yasaklamışsa o; insana eninde veya sonunda zarar veren, fıtratını bozan bir çirkinliktir. 

 

Dînimiz, insanı doğru yoldan saptırmak isteyen bir düşmanın varlığını haber vererek îkaz eder: 

 

Rabbimiz, şeytanın; 

 

“…Onlara emredeceğim de Allâh’ın yaratışını değiştirecekler…” (en-Nisâ, 4/119) dediğini bildirir. 

 

Allâh’ın yarattığı fıtrat ve o fıtratı koruyan hikmet, korunması gereken bir asıldır, haktır, hakikattir. Gerçek sürdürülebilirlik de; ancak korunması gereken her şeyi, güzel bir nizam içinde korumakla mümkündür.