Gazze’de Asrın Vicdanı! ZULÜM, GÖZYAŞI, KAN ve VAHŞET…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Zâlimlerin âkıbeti hüsrandır. 

 

Firavun bir rüya gördü. Rüyasını; 

 

“İsrailoğullarından zuhûr edecek biri, tahtının yıkılmasına sebep olacak.” şeklinde tabir ettiler. 

 

Zâlim Firavun, sırf bunun önüne geçmek için, yüz binlerce bebeği katletti. Önce, o sırada doğan bütün erkek çocukları katletti. Daha sonra ise köleleri azalmasın diye bir yıl bırakıp bir yıl katletmeye devam etti. 

 

Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri bu hâdiseyi şöyle izâh eder:

 

“Firavun, zuhur edecek olan Hazret-i Musa’yı imhâ için 980.000 masumu katletti. Fakat bu çocukların öldürülmeleri, Hazret-i Musa’ya hayatında âdeta bir imdat oldu ve onun rûhâniyetini güçlendirdi. Zira Firavun ve Firavun ailesi, Musa’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı, Musa’ya bir te’kid olacaktı. Zira gaye o idi.”

 

Buna göre;

 

Firavun tarafından katledilen yüz binlerce bebeğin rûhâniyeti, Hazret-i Musa’da rûhânî bir kuvvet olarak tecellî etti. Musa -aleyhisselâm- da Allâh’ın lutfettiği bu büyük güçle, Firavun ve hanedanını yine Allâh’ın nusretiyle Kızıldeniz’de hezîmete uğrattı. Yüce Allah, Firavun’u da ordusunu da Kızıldeniz’in derin sularında boğdu, helâk etti. Âkıbet, zâlim Firavun’un sonu hüsran ve zeval oldu. Çok câlib-i dikkat:

 

O devranda bu zulüm Firavun tarafından İsrailoğullarına yapılmıştı. Şimdi ise aynı zulüm ve vahşet, ne tuhaftır ki, bu defa İsrailoğulları tarafından Gazze’de müslümanlara ve onların masum evlâtlarına, küçücük bebeklere karşı sergilenmektedir. Oysa;

 

Geçmiş zamanların bütün ibretleri ortada. İnsanlık tarihinin en gerçek aynası olan ilâhî adâletin en sonunda nasıl tecellî ettiği de ortada. Müneccim olmaya da gerek yok. Kerâmet sahibi olmaya da gerek yok.

 

Yüce Allâh’ın çağlar boyu gösterdiği kudret ve kaderinin esrârı mâlûm. Her dâim Firavunlar en nihayet bertaraf olmuş ve mazlumlar da vakti geldiğinde imkânsız görünse bile nice zaferlere ulaşmışlardır. Dolayısıyla;

 

Şu demlerde Gazze’de katledilen bebeklerin masumiyetlerinin mânevî gücü ve mazlumların ahlarının rûhâniyeti de, inşâallah istikbaldeki nice zaferin müjdesi olacaktır. İnşâallah bugünkü zâlimlerin âkıbeti de Firavun’dan farklı olmayacaktır.  

 

Görünen ve görünmeyen hakikatleri hikmet penceresinde idrâk edebildiğimizde, baş gözünün göremediği nice ufukları, nice gerçekleri, nice mânâları ve nice müjdeleri temâşâ mümkün olur. 

 

Bu hakikati görmeyenler ile görenler arasındaki fark da, devr-i cehâlet ile asr-ı saâdet arasındaki fark gibidir. Asırlar öncesindeki devr-i cehâletin vahşetlerini ve zulümlerini nasıl ki asr-ı saâdetin rahmetleri, fazîletleri, adâletleri ve hidâyetleri bertaraf eylediyse bugünkü ahvâl için de aynı gerçek mevzubahistir. 

 

Çünkü o günkü devr-i cehâletin bugünkü hâli, sadece modernizm ile maskelenmiş olmasıdır. Dünyanın nice mazlum coğrafyalarında, bilhassa şimdilerde Filistin’de, Gazze’de yaşanan katliâmlar, dünyanın gözü önünde en acımasız soykırım cellâtlığı, hiç saklanamayacak kadar âşikâr oldu. Artık görmeyenlere ve görmek istemeyen kibirli bakışlara karşı dert dolu ilhamların yürekleri de sözleri de yanık.

 

O yanık ifadeler, ciltlere bile sığmayacak normal satırların hulâsasından doğan içli içli mısralar. Söz, o mısraların:

GÖRÜRSÜN

 

Bir gün rüzgâr sana ters estiğinde,

Can bedenden sökülürken görürsün!

Şimdi şeytanların cirit hâlinde,

Sen yıldızlar dökülürken görürsün!

 

Fırsatlar kapından gittiği vakit,

Uykular, rüyalar bittiği vakit,

Son dem, kıyâmete ittiği vakit,

Kâğıt gibi bükülürken görürsün!

 

Seyrî der ki: Şimdi dinle Allâh’ı,

Dinlemeyen kibrin, cehennem vâhı,

Bu dünyâda ey görmeyen eyvâhı,

Sen ateşte çökülürken görürsün!

 

Her zulme karşı en güçlü ifadelerden biri de: 

 

LÂ HAVLE

Yine vahşet, yine dehşet, yine alçakça zulüm,

Keyf-i zâlim yine mazlumlara kusmakta ölüm!

Ne felâket, yine yağmur gibi kurşun yağıyor,

Yine lânetli adamlar, bebeden kan sağıyor!

Ya kudurmuş ya delirmiş yine en kanlı kuduz,

Çocuğun rûhuna dek yaktı, alev döktü uyuz!

Öyle saldırdı ki mâsûma da zâlim zorba,

Oldu aç yavruların lokması, her gün bomba!

 

Havadan hem karadan hem de denizden, eyvah,

Bir ölüm kıskacı altında siviller yine ah! 

Yerle bir onca binâ, enkaza dönmüş evler,

Canlı et parçalarından yığın olmuş her yer!

Kiminin yaş dökecek kimsesi yok,

Kiminin etmeye feryat, sesi yok,

Buna rağmen kuduran zulmünse,

Hiç adâlet diye endîşesi yok!

 

Koca dünyâ bunu yalnızca konuşmakta yine,

Yardım etmek gerekir hâlbuki lâk-lâk yerine.

Merhamet varsa gönüllerde kımıldanmalıdır,

Bir yanan gördüğü an, hisli yürek yanmalıdır!

Ezdi zulmün gücü mazlûmu, alev düştü bağa,

Ey adâlet, yeniden güçlenerek kalk ayağa!

 

Sıçrasın göklere yerden bu kadar sancılı âh,

Yine: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh!”

 

Sizedir gökyüzünün lâneti, ey kansızlar!

Kalbi taştan katı, ey kaskatı vicdansızlar!

Bu ne vahşet; ne kadar serseri şeytanlığınız!

Yok mu, hiç yok mu birazcık bile insanlığınız?

Doğmamış câna dahî toplarınız kustu ölüm,

Yapmaz en yırtıcı hayvan, yapamaz böyle zulüm!

Ey ölüm mikrobu, ey lânete lâyık kefere,

Yine kazdın ya çukur, sen düşeceksin o yere!

Emreder Hazret-i Hak, tekrar ebâbil kuşuna,

Yağdırır taşları seller gibi gökten başına!

Çünkü tâ Arş’a çıkan âhı düşürmez Allâh,

Çünkü: «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!»

 

Yâ İlâhî, kötüler, ümmeti imhâ ediyor,

Ey Hudâ, kanlı savaşlar yeri gayyâ ediyor!

Enbiyâ yurdu Filistin, göğe âittir ebet,

Bastı nâmahrem ayak, Mescid-i Aksâ’ya medet!

Bize nusret ve zafer, ey Ebedî Gālip Şâh,

Sen ki; «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!»

 

Yağmasın millet-i mâsûma füze,

Olmasın her köşe bir kanlı müze!

Öldüren zorba yürek titremiyor,

Kabri titretti perîşan Gazze!

 

Gâvurun bağrına bak, var mı selâm adlı çınar?

Var mı Yûnus gibiler, Hazret-i Mevlânâlar?

Niye yok, anla; yetişmez bu hüner bâtılda,

Bu sebepten bebeler gark oluyor feryâda.

 

Kimse yok, biz duyalım, Arş’a çıkan ah ve sesi,

Kuduran zulme fakat, öfkelerin kükremesi,

Olmasın aynı zulüm, aynı cehâlet ve belâ,

Yüce dînin yüce ahlâkı, adâlet illâ.

Mü’minin farkı budur, dengeli bir tepki koyar,

Zâlim ırkın bile mazlumu için saygı duyar.

Merhametsizlere hastır deli bir çılgınlık,

Biz vakur kullara hâkim olamaz yılgınlık.

 

Zulmü, Seyrî, yeniden nûr ile silsin bu sabah,

Çâre: «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!»

 

Yıllardır bitmeyen ve gittikçe çoğalan mazlum feryatları, sancılı mısraları da çoğalttı: 

 

LÂNET OLSUN!

 

Alev alev yine ilk kıblemizde pis kātil,

Kaçıncı Ebrehe’sin, lânet olsun İsrâil!

 

Nedir gariplere ey zorba, saçtığın korlar?

Çoluk-çocuk niye öz kundağında mosmorlar?

Neden beşikleri kül yaptı kanlı fosforlar?

 

Neden yetîme ölüm, yavrular neden pestil?

Yeter bu kahpe kıyım, lânet olsun İsrâil!

 

Bebek de bir terörist av mı, ey çakal fitne?

Çocuk doğurdu deyip katlolur mu sâf anne?

Hukuk ne oldu, niçin bombalandı hastâne?

 

Cehâlet asrına denk, aynı çok bilen câhil,

Senin sonun bu zulüm, lânet olsun İsrâil!

 

Zavallının, zayıfın ey belâlı timsâhı,

Ta Arş’a çıktı bugün taştı mazlumun âhı,

Azâb olup dönecek gayrı, sen çek eyvâhı!

 

Kader, sonunda ezer zulmü geçmişinden bil,

Her âfetin sana der: Lânet olsun İsrâil!

 

Düşün vahiyleri, hak belli, ibret ufkunda, 

Azan yahûdiye hep lânet etti Allah da,

Uyan da hayra yönel, şerden umma hiç fayda,

 

Sonun fenâ olacak, ey uyanmayan gāfil,

Bütün cihan diyecek: Lânet olsun İsrâil!

 

Ne vahşi bir inanış, soykırımcı bir îman?

Yalan ve vahşeti hîç emreder mi hak ferman?

Kadın ve yaşlıyı pert eylemek midir derman?

 

Senin virüslü paran, sanma parlıyor çil çil,

Zamâne Kārun’usun: Lânet olsun İsrâil!

 

Ölümsüz ömr-i şehid, müjde müjdedir beste,

Kudüs’te kahrolacak son mezâlim elbette,

Dayan Filistin’imiz, Gazze’miz: Zafer, işte!

 

Cılız ağaç bile gür bir sedâ olup dil dil,

Gazapla haykıracak: Lânet olsun İsrâil!

 

Gavurda merhametin şekli, Nemrut’un cevri,

Gavur adâleti, her çağda, her zaman eğri,

Yegâne doğru çözüm, müslümandadır Seyrî,

 

İner semâdan emir, yerde merhamet âcil,

Defol cehenneme dek, lânet olsun İsrâil!

 

Zorbalık ve vahşetin arttığı bir hengâmda şefkat ve merhametle de ayrıca dertleşmek gerekmez mi? 

 

ÂH, EY MERHAMET!

Başında hemşire, cankurtaran ve doktor yok,

Başında sâdece bombardıman ve kātil çok!

 

Fecî ve kanlı kıyım, titretirken eyvânı,

Ya nerdedir beşerin anlı şanlı vicdânı?

Irak’ta, Gazze’de, Afgan’da merhamet nerede?

Mısır’da, Çin’de, Filistin’de meymenet nerede?

Ne hâlde Sûriyemazlûm evinde nerde çatı?

Cihanda hey, hani mâsûmu kolluyordu batı

Çözüm odaklarıbarbar gücün yanında gemi,

Hücum şu yavruya, güçsüz ve kimsesiz diye mi?

 

Be her görüntüde insancı, kanlı timsahlar,

Bütün sizin yüzünüzden şu bitmeyen ahlar!

Bu yeryüzünde huzûrun, adâletin kenesi,

Ebû Cehil ile Nemrutların bugün yinesi,

Ve eskiden beri hep leş yiyen zulüm çakalı,

Bebek ve anneye aldırmayan kuduz kavalı!

Şu zulme ey papağanlar, be sinsi mel’unlar,

Savunmayın, ne kadar kanlı, işte pis canavar!

Konuşma hiç, be uğursuz, be haçlı baykuşu, sus,

Ne halde bak, ayak altında çiğnenen nâmus!

Gücün bu güç diye vahşîliğin diyor sana: Vur!

Bebek de öldürüyorsun, yeterkasıtlı gavur!

Henüz doğan çocuğun kızdıran ölüm suçu ne?

Ne yaptı yavrucağız, n’etti çâresiz anne?

Ne hâldeler şu doğum vakti, ey ölümcü ezâ?

Çocuk su içmedi dünyâda, hangi hak bu cezâ?

Ne çaldı, kimleri incitti, doğmamış âciz?

Cevapla ey kara vicdan, cevapla ey kalpsiz!

O cânı kahrederek hangi cânı güldürdün?

Büyürse, belki suç işler! deyip mi öldürdün?

Bu yaptığın, firavundan da bin beter, kâfir,

Unutma, haykıracaktır HudâCehenneme gir!

……..

Cihanda nusret-i İslâm’a koşmanın vakti,

Hudâ için nice yardımla coşmanın vakti.

Huzûr-i Hazret’e ancak boyun büküp varalım,

O annelerle, bebeklerle Hakk’a yalvaralım:

 

Kerem buyur koru yâ Rab, Sen’in zayıf kulunu,

Zulüm kan ağlatıyor tek görüp de mahzûnu.

Küfür kasapları, güç karşısında anca siner,

Sen ey Hudâ, azıtanlar kudurdu, Sen yere ser!

Şu merhametsiz olan zâlimânı kahreyle,

Gavur elindeki bombardımânı kahreyle!

Parıl parıl yine doğsun adâletin güneşi,

O kurtuluş günü olsun hidâyetin güneşi!

Doğan çocuk yaşasın, tam sarılsın annesine,

Bulaşmasın kötülüklero körpe sînesine!

Cihan çapında belâdır, kazanmasın cüceler,

Bugün yarın, yine lutfet zafer zafer yüceler!

 

Vazifelerimiz çok. Bunların en vazgeçilmez olanı da her dâim  duâ, duâ, yine duâ.

 

Zulüm Altında Perişan Nice Mazlum Adına;

YİNE YÂ RABBİ!

 

Olsun ancak yüzü ak, ay gibi insânın özü,

Yoksa katran gibi gündüz-gece devrânın özü!

 

Kin ve kan, bomba ve feryat, ne fenâ, işte terör;

Çehre gül yüzlü fakat, kor gibi düşmânın özü!

 

Söndürülmezse o nemrutça zulüm nârı bugün,

Göremez cenneti mahşer günü pişmânın özü!

 

Ağlıyor Sûriye, Afgan, Kudüs’ün bağrı yalın,

Bak nasıl kapkara kâfirdeki vicdânın özü!

 

Ağlıyor zâlim elinden, kötürüm oldu civar,

Canavar dişlere tutsak, hele ceylânın özü!

 

Ağlıyor kan, yine dünyâda yetîmin ciğeri,

Ne kadar darmadağın hâlde garîbânın özü!

 

Ağlıyor yavru bedensiz, şu ölen anneler ah,

Bin zehirden kötü hâindeki dermânın özü!

 

Ağlıyor bir sürü yer; kubbeler enkaz, yuva toz,

Bir zamanlar ne kadar hoştu, şu vîrânın özü!

 

Ağlıyor zorba ayaklarla ezilmiş yöreler,

Haçlı girdikçe harâb oldu gülistânın özü!

 

Sen yeter emrini ver, ağlamasın mazlumlar,

Tâ sevinsin n’ola yâ Rabbi, şehid cânın özü! 

 

Fitnebaz filme kapılmışlara bakmaz gözümüz,

Sana yâ Rab, Sana âmâde bu kervânın özü!

 

Der ki Seyrî, yine yâ Rabbi fetih ver, zîrâ,

Tâ yaşansın ebedî Hazret-i Kur’ân’ın özü!

 

Âmîn, âmîn, âmîn…

 

Yâ Muîn…