Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -33- KULLUĞUN TEMELİ: AKĀİD

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

TEMEL DOĞRU ATILMALI

 

Müellifimiz mezhep mevzuunda mühim hatırlatmalarına devam ediyor. 

 

Kırk Sekizinci Kaide:

 

“Fer‘i iltizam eden herkesin aslı tahkik etmesi lâzım gelir. Eğer o fer‘, asıldan ayrılmaz ise.”

 

Asıl nedir?

 

Asıl; usûlü’d-din yani temel akîdemiz, dinde değişmeyen, nesih kabul etmeyen. Âdem -aleyhisselâm-’dan beri gelen dînin akāid kısmı.

 

Asıl, bir şeyin kökü demek. Üzerine başka şeyin binâ edildiği temel demektir. Temel olmazsa üstüne bir binâ inşâ edilemez. Üzerine binâ inşâ edecekseniz, temelin tahkik edilmesi, hakikatli bir şekilde gerçeğine uygun bir şekilde tesis edilmesi gerekir.

 

Müslümanlığı kabul eden herkesin; akîdesini, inancını sağlamlaştırması gerekir. Aksi takdirde çürük bir îtikādın üzerine din inşâ etmek mümkün olmaz.

 

Adam, Allâh’ı tanımıyor, bilmiyor. «Allah’tan kork!» diyorsun. «Allah şunu haram etmiş!» diyorsun, ama bu sözlerin gereğini yerine getirebilecek bir inanca sahip değil. Böyle olunca beyhûde meşgul olmuş olunur. 

 

Kulun, Allah’tan korkması için, yasaklarına itaat etmesi için; önce Allâh’ı tanıması, dînini bilmesi gerekiyor. Aksi takdirde kanunlara, yasaklara kimse uymaz. 

 

Bir misal verelim:

 

İçkinin zararlarını dünyada aklı başında olup da bilmeyen kimse yoktur. 

 

Amerika’da 1920’den 1933’e kadar, içki kanunla yasaklanıyor. Bu yasağı uygulayabilmek için çok acı reçeteler tatbik ediyorlar. On binlerce insan hapislere atılıyor, milyonlarca sayfa neşriyat yapılıyor. Milyarlarca dolar para harcanıyor, cezalar veriliyor. Ama kısa bir süre sonra bu yasağı kaldırmak durumunda kalıyorlar.

 

Niye?

 

İnsanlar inanmadıkları bir şeye boyun eğmezler. Ama dîn-i mübîn-i İslâm, Kur’ân-ı Kerim’de bir cümleyle şarabı yasaklıyor. Ne diyor?

 

“…Artık vazgeçiyor musunuz?” (el-Mâide, 91)

 

Kimi kadehi ağzına götürürken âyeti duyuyor, bırakıyor. Küpleri sokaklara döküyorlar. Sokaklarda şarap akıyor. Niye? Birçok kimsenin evinde su gibi şarap içilirdi. Lâkin Allah inancı o kadar güçlüydü ki; «Allah yasak etti!» dendi mi iş bitti. 

 

Temel sağlam, binâ kuvvetli. 

 

Onun için dînin temelini güçlendirmeden üstüne binâ çıkmak olmaz.

 

“Usûlü’d-din (dediğimiz, inanç esaslarını, dînin temel ilkeleri)ni;
usûlüne, esasına uygun olarak uygulamak, kaideleri muvâcehesinde ehl-i sünnet âlimlerin ortaya koymuş olduğu kaideler çerçevesinde bunu tahkik etmek, yaşamak, gerçekleştirmek gerekir. 

 

Sûfîlerin mezhebi, bu akāid hususunda ispat ve nefy bakımından selefin mezhebine tâbîdir.” 

 

Yani sûfîlerin akāiddeki yolu, nefy u ispattır. Yani bütün ilâhları, sahte, bâtıl tanrıları nefyetmek; yok saymaktır. Sonra da ispat; sadece Allâh’ın varlığını kabul etmektir. Özetle sûfîlerin yolu teslîmiyet mezhebidir.

 

Amelde mezhep olur ama akāidde mezhep olmaz. Akāid, tek bir akāiddir. Biz, her ne kadar; «Akāidde de mezheplerimiz var.» diyorsak da, Eş‘arî, Mâtürîdî gibi mezhepler sayıyorsak da, bunlar mecâzî mânâdadır. Çünkü hepimiz aynı esaslara inanmak durumundayız.

 

Demek ki;

 

Esaslar aynı lâkin, onlara yaklaşmaktaki metot farklılıkları var. Bunlardan biri selefin metodu. 

 

Selef metodu, teslîmiyet yoludur. O dönem için ihtilâf mevzuu olabilecek bazı meseleler teslîmiyetle çözülebiliyordu. Meselâ Hazret-i Ömer Efendimiz; kader ve benzeri meseleleri kurcalayanların, fitne çıkarmaya çalışanların kafasına kırbacıyla vuruyor; 

 

«–Seni ilgilendirmez!» diyordu. «Îmân ettik, de geç!» 

 

Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:

 

“…İlimde derinleşmiş olanlar şöyle derler: 

 

«–Ona inandık, (muhkem olsun müteşâbih olsun âyetlerin) hepsi Rabbimiz katındandır.» (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 7)

 

Ama henüz mübtedî olanlar, işin başında olanlar, kurcalamayı severler. Oysa aslolan teslîmiyettir.

 

Allâh’ın melekleri var, meleklerine îmân ederiz. Melekler nasıldır? Keyfiyeti ile ilgili bizim bir araştırma yapma gibi bir mükellefiyetimiz, sorumluluğumuz yok. Allâh’ın melek diye varlıkları var. Bu varlıkları Kur’ân-ı Kerim şöyle tarif ediyor:

 

“…Allâh’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır.” (et-Tahrîm, 6)

 

Ama aradan zaman geçince; yeni fetihlerle beraber, farklı milletlerin, farklı felsefelerin, farklı kültürlerin müslüman olmasıyla beraber, insanlar kendi kültürlerindeki tartışmaları da Müslümanlığa doğru çektiler. Böyle olunca teslîmiyetle beraber bazı îzahlar, bazı yaklaşımlar ortaya konmaya başladı. 

 

Eş‘arîler ve Matürîdîler arasında sadece on küsur meselede ayrılık vardır. Onlar da birbirini ötekileştirecek, köklü ayrılıklar değildir. 

 

Meselâ Matürîdîler «irâde-i cüz’iyye» derler. Eş‘arîler «kesb» derler. Her ikisi de aynı şeyin farklı adlandırılmasıdır. Teslîmiyet yolu ise, nihayetinde iradenin Allâh’a ait olduğunun kabul edilmesidir.

 

ÜÇ ANA BAŞLIK 

 

“Îtikad dediğimiz inanç esaslarında da üç başlık vardır. 

 

Birincisi rubûbiyet bahsidir.”

 

Rab; büyütüp yetiştiren, sahip çıkan anlamına gelir. Allah Teâlâ Hazretleri’ne nasıl inanacağımız bölümüdür. 

 

“Sûfîlerin Cenâb-ı Allah ile alâkalı inanç esasları;

 

•Tenzîh inancıdır. 

 

•Teşbîhi reddetmektir.”

 

Tenzîh; Cenâb-ı Allâh’ı noksan sıfatlardan, sonradan yaratılmışlara benzemekten tenzîh etmektir. O’nun Sübhân olduğunu, münezzeh olduğunu kabul etmektir. Teşbih ise bunun tersine, Cenâb-ı Hakk’ı, başka varlıklara benzetmektir. 

 

Bazı müteşâbih âyet ve hadislerde, bu temel prensibe zâhiren uymuyor gibi görünen müşkil ifadeler vardır. 

 

Meselâ; 

 

“Cenâb-ı Allâh’ın vechi / yüzü bâkîdir.” (Bkz. er-Rahman, 27)

 

(Nûh’un gemisi) gözlerimizin önünde akıp gidiyor.” (Bkz. el-Kamer, 14)

 

(Sûfîlerin îtikad esaslarından biri de);

 

•Muhal olanı reddettikten sonra, müşkil gelen hususları tefvîz (Allâh’a havale) etmektir.” 

 

Müşkil karışık gelen demektir. 

 

Meselâ Arapçada harekesiz metin, türlü şekillerde okunabilir. Hareke konunca, işkâl / karışıklık çözülür. Hareke koymaya teşkil denilir.

 

Bu müteşâbih âyetlerdeki vech, ayn ve yed ifadeleri, bildiğimiz insan uzuvları olan yüz, göz ve el değildir. Bu tür müşkil olanları da tefvîz ederiz. Yani; «İşin hakikatini Allah bilir.» deriz.

 

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin bir risâlesi var. Adı Tefvîz-nâme iki kıt‘asını paylaşalım:

 

Hak şerleri hayr eyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Ârif ânı seyr eyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler…

 

Sen Hakk’a tevekkül kıl,

Tefvîz et ve râhat bul,

Sabreyle ve râzı ol,

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Dolayısıyla;

 

Aslolan bu teslîmiyettir. Ama herkeste bu teslîmiyet olmaz. Bazıları; «Neden, niçin?» diye sormayı sever. İşte bu neden, niçinlere bir cevap olsun diye sonraki zamanlarda Matürîdiyye, Eş‘ariyye ekolleri çıkmıştır.

 

Bu tefvîz ve teslîmiyetimiz, muhal olanı reddettikten sonradır. Çünkü muhal; mümkün olmayan, imkânsız olandır. 

 

Cenâb-ı Allah vâcib-i mutlaktır, diyoruz.

 

Kelâm ilminde; vâcib, mümkin ve muhal ıstılahlarından söz edilir. 

 

Vâcib, varlığı zarurî olandır. Olmaması düşünülemez olandır. 

 

Mümkin; olup olmaması eşit olan, bizim gibi varlıklardır. Allah bizi yaratmasaydı, var olmazdık. İllâ var olmamız gerekmezdi.

 

Muhal, olması mümkün olmayan. Meselâ ikinci bir Allah olamaz. Allâh’ın bize benzeyen el, ayağı olmaz.

 

Burada imkânsızlık, âdeten imkânsızlık veya insana göre imkânsızlık şeklinde anlaşılmamalı. Bize göre imkânsız görünen yahut tecrübe etmediğimiz için imkânsız sandığımız birçok şey vardır ki, Allah katında imkânsız değildir. Allâh’ın her şeye gücü yeter. 

 

Mülhid birisi; 

 

“–«Allâh’ın her şeye gücü yeter!» diyorsunuz, dünyayı küçültmeden, yumurtayı da büyütmeden, Rabbiniz dünyayı bir yumurtaya sığdırabilir mi?” diye sormuş. 

 

Akla muhal görünen bu soru karşısında muhatabına; «Yapamaz!» dedirtecek ve; «Hani Allâh’ın her şeye gücü yetiyordu?» diye aklı sıra onu sıkıştıracak. Bu suâli, Câfer-i Sâdık Hazretleri’ne ulaştırırlar. O da şu misalle cevap verir: 

 

“–Gözünün hacmi ne kadar?”

 

“–Bir mercimek tanesi kadar.”

 

“–Bir mercimek kadar olan göz merceğimize, semâları sığdıran Allah; dilerse, dünyayı küçültmeden, yumurtayı büyütmeden, arzı bir yumurtaya sığdırır!..”

 

İrade hürriyeti hususunda da kelâm ilminde tartışmalar yaşanmıştır. Kul, Allâh’ın iradesinin dışına çıkamaz ise niçin hesaba çekiliyor? Çünkü Cenâb-ı Allah hesaba çekeceğini ifade ediyor. Bu iki hakikat tenâkuz içinde değildir.

 

Binâenaleyh bilmediğimiz, keşfedemediğimiz daha birçok şey var. Meselâ birçok radyo dalgaları var. Bir radyo koysak, frekansı tuttuğunda farklı bir ülkeden radyo dinleyebiliriz. Güçlü bir alıcı olsa bütün televizyon kanallarını çekebilir. Demek ki beraber yaşadığımız havada birçok dalga var ama biz onları göremiyoruz. Göremiyoruz diye, yok mu?

 

Herhangi bir ortamda çok fazla ses oluyor, fakat belli bir desibelin üstü ile belli bir desibelin altını duyamıyoruz.

 

Muhal / imkânsız olanı; Allâh’ın bize verdiği akıl çerçevesinde, mutlak aklın imkânsız gördüğünü nefyederiz. Meselâ; “Cüz / parça, bütününden küçüktür.” gibi mutlak akla uymayan noktaları reddederiz.

 

“Çünkü iş; kavgaya, karşılıklı tartışmaya, münâzaraya geldi mi herkes kendine göre daha iyi delil ortaya koyar. Hüccet sahibinin, ifadesini daha düzgün söylemesinde, hüccetini daha iyi takdim etmesinden öteye bir şey yoktur.”

 

Orada tartışma bitmez. Herkes tartışmalarını ortaya koyabilir. İmam Gazâlî, Kānûnu’t-Te’vil adlı risâlesinde üç altın kaide verir:

 

•İnsan her şeyi bilemeyeceğini bilecek.

 

•Aklî burhan reddedilmeyecek. Akl-ı selîmin kabul etmeyeceği şeyleri Arap diline ve ehl-i Sünnet îtikādına muhalif olmayacak şekilde te’vil etmek gerektiği kabul edilecek. 

 

•Yapılan te’vil; «İllâ budur! Başkası olamaz.» diye tutturulmayacak. Yine hakikat arayışı devam edecek. Başkalarının ortaya koymuş olduğu, kuralına uygun yorumlara açık olacak. 

 

Demek ki bazı hususlarda; «Ben bunu bilmiyorum.» deyip tevakkuf etmelidir. «Ben bunun anlamını çözemedim.» demelidir.

 

Unutmamalıdır ki;

 

Cibrîl hadîsinde, Peygamber Efendimiz’e kıyâmet soruluyor, Efendimiz; «Bilmiyorum.» buyuruyor. Beşer plânında O’ndan daha bilgili olan var mı? Yok. 

 

Cenâb-ı Allah her şeyi kullarına bildirmiyor. Onun için bir kul «Bilmem.» demeyi öğrenmeli. Âyet-i kerîme unutulmamalı:

 

“…Size pek az ilim verilmiştir.” (el-İsrâ, 85)

 

Bu az ilmin içinde bütün insanlığın ilmi var. O az ilim; Âdem -aleyhisselâm-’dan, son insana kadar bütün beşeriyete bölüştürülse, insanın, elinde kalana bakıp; «Ben ilim sahibiyim.» demeye hayâ etmesi îcâb eder.

 

(İnanç esasları sahasının)

 

İkincisi; peygamberlik hususunda inanılması gereken, bu müessesenin lâyık olmayacak her türlü bilgi, davranış ve hâlden münezzeh olduğunun bilinmesidir. Küçük düşürücü şey nefyedildikten sonra (âyet ve hadislerde müşkil) problemli olan bir nakil varsa orada da tefvîz etmek; «Allah bilir.» demek gerekir. 

 

Çünkü efendi, kuluna istediğini söyler.”

 

Meselâ peygamberler günah işlemezler ama âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyuruyor:

 

“…Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 121)

 

Yine âyetlerde, Peygamberimiz’e; «Günahından istiğfâr et!» şeklinde hitaplar var. (Bkz. el-Mü’min, 55; Muhammed, 19)

 

Bu ifadeleri alıp; “Hani peygamberler günah işlemezdi.” diye ismet sıfatına itiraz edilmemelidir. Çünkü Allah, kulu ile istediği makamda konuşur. 

 

Peygamberler hakkında konuşurken tenzîhî bir dil kullanmakla mükellef olan biziz. Onlara yakışmayanı konuşmayız biz. Cenâb-ı Hak istediği üslûp ile kelâm eder. 

 

“Kul da Rabbine karşı tevâzu göstererek, (arz-ı hâl üslûbu içinde) kendisine (hata, günah, kusur) nisbet edebilir.” 

 

Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de, peygamberlerin; 

 

“Yâ Rabbî!.. Nefsime zulmettim!” gibi yakarışları var. (Bkz. el-A‘râf, 23; el-Kasas, 16) Peygamberimiz’in duâlarında; 

 

“Sana hakkıyla ibâdet edemedim!” gibi ifadeler var. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520) 

 

Bu ifadeler; kulun, Rabbine yakarışında büründüğü hiçliğin tezâhürüdür. İsmet sıfatına zarar vermez. Masumiyetinin aleyhine delil olarak kullanılamaz.

 

“Bize düşen ise, kul hakkında konuşurken ona göre edebimizi takınmaktır. (Hakkında konuştuğumuz kişinin) Allâh’a olan nisbetinin kadrini bilmektir. (Allah ile olan münasebetinin derecesini düşünerek hareket etmektir.

 

İnanç esasları sahasının)

 

Üçüncüsü; âhiretle ilgili, gaybiyyat ile ilgili haberleri hangi şekilde gelmişse öyle kabul ederiz. Tafsilâta girmeyiz. Ancak sahih rivâyetlerden ve delâleti de kat‘î hususlardan bilgi alırız.”

 

Yani rivâyetin sübûtu, Peygamber Efendimiz’e nisbeti sağlam olacak. Mânâsı da açık olacak. 

 

Îtikadiyyat kısmında sübûtu kat‘î olan, âyettir veya mütevâtir hadistir.

 

Delâleti kat‘î olan; yani merâma, maksada açık bir şekilde delâlet eden rivâyetlerle biz âhiret âlemine dair bir bilgiye sahip oluruz. Bunlar bizim îtikādımızı oluşturur. Onun dışındakiler orayla ilgili ihtimaller ve zanlardır.

 

“Bu gibi meselelerde müşkil olan, problemli olan her mevzuun çözümü, kesin cevabı İmam Şâfiî’nin şu sözüdür:

 

«−Allâh’ın katından geleni, Allâh’ın murâdına göre kabul ederiz. Peygamber katından gelenleri de Peygamber’in murâdına göre kabul ederiz.»

 

Nitekim bu tür meselelerden bir tanesi de istivâ meselesidir.

 

“Rahmân, Arş’a istivâ etmiştir.” (Tâhâ, 5)

 

Arş, lügatte taht; istivâ da oturmak mânâlarına geliyor. Fakat sonradan yaratılmışlara benzemekten münezzeh olan Cenâb-ı Hak için, Arş ne demektir? İstivâ ne demektir? 

 

“İmam Mâlik bu hususta;

 

«İstivâ malûmdur. Keyfiyeti, nasıl olduğu aklen bilinecek bir şey değildir. Ona îmân etmek (Kur’ân’da geçtiği için) vâcibdir/gereklidir, olmazsa olmazdır. Bununla alâkalı soru sormak ise bid‘attir.» demiştir.

 

Rubûbiyet kısmında müşkil olan her hususla ilgili cevabımız budur. Sühreverdî’nin işaret ettiği ve dediği gibi;

 

«−(İmam Mâlik’in sergilediği) bu yaklaşım, Cenâb-ı Allâh’ın sıfatları ile ilgili Kur’ân ve Sünnet’te geçen her ibare hakkında, bütün tasavvuf ehlinin tuttuğu yoldur.»

 

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah en doğrusunu bilir.”

 

Cenâb-ı Hak cümlemize îman selâmeti versin. Hakikaten kulluğumuzun temeli, sahih bir îmandır. O temel olmazsa; üstüne binâ ettiğimiz yapı, Allah indinde bir kıymet ifade etmez. Çünkü bir amelin sâlih olması, mü’min olarak yapılmasına bağlıdır.

 

Tasavvuf ehli, îtikad bahislerindeki ihtilâf edilen mevzularda, kelâmcıların aklî delillerle açıklama ve problemi çözme gayretlerinden ziyade, muhal olanı reddedip, gerisinde teslîmiyetin huzurunu yaşarlar. Bu da selef-i sâlihînin, sahâbe ve tâbiîn neslinin hâlinin sürdürülmesidir. 

 

Cenâb-ı Hak; kulluğumuzun temeli olan akāidimizi, rızâsına muvâfık eylesin. Bâtıl ve muharref inanç savrulmalarından cümlemizi muhafaza buyursun. Âmîn…