KUR’ÂN’I YAKANLARA CEVABIMIZ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Batı ülkelerinde çirkin bir âdet giderek yayılıyor:

 

Kur’ân-ı Kerîm’i yakıyorlar.

 

Öyle ahmaklar ki, Cenâb-ı Allâh’ın bize -tabiri caizse- cennet davetiyesi olarak gönderdiği kitabı yakıyorlar! 

 

Bunlara karşı fert ve toplum olarak vermemiz gereken cevap nedir? 

 

Öncelikle şunu bilmemiz gerekiyor ki;

 

Hak ile bâtılın mücadelesi, kıyâmete kadar devam edecektir. Cenâb-ı Allah, Âdem’i yaratıp da iblise, Âdem’e secde etmesini emrettiğinden beri, şeytanın insanoğluyla bir mücadelesi, bir kavgası var. Nihayetinde şeytandan tarafa olanlarla, Cenâb-ı Allah’tan tarafa olanların kavgasının görüldüğü, yaşandığı bir sahnedir dünya sahnesi.

 

Bu mücadelede maalesef hiçbir zaman İslâm düşmanlarının hukuk ve insaf ile alâkaları olmamıştır. Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’e ve ashâbına; alay, hakaret ve işkenceden asla geri durmamışlardır. 

 

Bizler ise, müslümanlar olarak gayr-i müslimlere adâletle davranmakla emrolunmuşuzdur.

 

Yeryüzünde hâkim olduğumuz asırlar boyunca; müslüman olmayanların her türlü insânî ve vicdânî haklarına âzamî saygı göstermiş, hürmet göstermişizdir. Onların dinlerini imhâ etme, inançlarını yok etme gibi bir baskı ve despotik rejim uygulamasına asla müsaade edilmemiştir.

 

Bunun en büyük delili de Balkanlarda hâlâ gayr-i müslim unsurların çok canlı olarak bulunuyor olmalarıdır. Sadece Balkanlarda değil, Mısır, Suriye, Anadolu gibi ilk hicrî asırdan beri müslümanların hâkimiyetinde bulunan beldelerde de gayr-i müslim unsurlar mevcudiyetlerini hürriyet içinde sürdürmüşlerdir. 

 

Bunların hepsi; müslümanların iktidar alanlarında, insanların dînini değiştirme, inançlarını değiştirme, onları bir inanca kanalize etme gibi zorlayıcı bir teşebbüslerinin olmadığını göstermektedir.

 

Müslümanlar, bu topluluklar İslâm’a girsin istemediler mi? Elbette istediler. Bunda o fert ve toplulukların hidâyetten nasîbi ölçüsünde muvaffak da oldular. Fakat bunu zorla yapmadılar. 

 

Aksine müslümanlar; güzel nümûneler sergileyerek, ahlâklarıyla, yaşantılarıyla, yaşayışlarıyla gayr-i müslim unsurların dikkatini çekmiş ve onlara dünya saâdetinin Müslümanlıkta olduğunu göstermeleri sûretiyle onların da müslüman olmaları söz konusu olmuştur.

 

Böylelikle büyük kitleler Müslümanlıkla şereflenmiştir. İşte Bosna halkı, aslen Slâv kökenli olmalarına rağmen, İslâm’ın güzelliklerini görmek sûretiyle müslüman olmuşlardır. 

 

Osmanlı’nın yedi asır hâkim olduğu Balkanlarda diğer unsurlara nasıl bir hürriyet yaşattığına tarih şâhit. Fakat Boşnak kardeşlerimiz, 20’nci asırda Avrupa’nın gözleri önünde soykırıma tâbî tutuldu. 

 

Batı «İnsan Hakları Diyarı» veya «Medeniyetin, Demokrasinin Beşiği» olarak adlandırılır. Ama görüyoruz ki, maalesef daima kendilerine demokrasi, kendilerine insan hakları; kendilerinden olmayanlara ise hakaret, dışlama, asimilâsyon ve fırsat buldukça katliâm ve soykırım var… 

 

Hâsılı;

 

Müslümanların kendilerinden başka dostu yoktur. Mü’minler, mü’minlerin dostudur. Maalesef îman kardeşliğinin hakkını ödeyebildiğimizi, değerini verebildiğimizi söyleyemeyeceğim. 

 

Avrupa’yı görüyoruz:

 

Ülkelerinin îmârına, işçi olarak kalkınmasına destek olmak için çağırdıkları müslüman işçilerin bile; dinlerini, kimliklerini ve inançlarını yok etmeye yönelik her türlü entrikayı nasıl çevirdiklerini, entegrasyon adı altında nasıl asimilâsyon uyguladıklarını görüyoruz.

 

Kelimeleri konuldukları mânâlardan çıkararak tahrif uygulamak, bâtıl batının taktiği olmuş:

 

Müslümanların mukaddes değerlerine saldırmayı bile «insan hak ve hürriyetleri, vicdânî özgürlük» bağlamında dile getirmeleri; onların sahtekârlıklarının, iki yüzlülüklerinin, aymazlıklarının en bariz göstergesidir.

 

Bütün müslümanların bunu böyle bilmesi gerekiyor.

 

Maalesef İslâm dünyasındaki birtakım despotik rejimlerin varlığı, batı idarelerinin hâlâ müslümanların gözünde şirin görünmesine yol açıyor. Orta Doğu’da, müslüman coğrafyada, kendi ülkelerinde barınma imkânı bulamayan birtakım müslümanlar, Avrupa’da, Kanada’da vs. yaşama imkânı buldukları için, buraları âdeta yeryüzünün kurtarılmış bölgesi olarak görüyorlardı. 

 

Fakat bugünkü saldırılar gösteriyor ki, bu vahşiler müslümanlara tahammül edemiyorlar, İslâm’a asla tahammül edemiyorlar. İçlerindeki haçlı rûhu ortaya çıkıveriyor. 

 

Eğer müslüman; dîninden, diyanetinden, ahlâkından ve örfünden soyutlanıp da batı toplumunun potasında onlar gibi olursa, o zaman onların makbul hizmetçisi hâline geliyor.

 

Ama eğer kimliğiyle, Kur’ân’ıyla, kendi benliğiyle var olmak isterse, o zaman onun Kur’ân’ına, İslâm’ına ve Müslümanlığına her türlü hakareti serbest olarak görüyorlar.

 

Ama aynı şey, onların kendi sözde kutsallarına yapıldığında, meselâ LGBT ile ilgili bir tepki ortaya konulduğunda veya İsrail’in zulmü tel’in edildiğinde «Antisemitik!» diyerek buna karşı büyük tepkiler koyuyorlar.

 

Bunu bir nefret suçu olarak görüyorlar.

 

Bunu insanlık dışı bir suç olarak değerlendiriyorlar.

 

Ama müslümana ve İslâm’a hakaret bir nefret suçu olarak görülmemekte. Bu çifte standart maalesef batının öteden beri uyguladığı bir yoldur.

 

Kur’ân’a karşı densizlerin yaptığı hakaretler, cezasını görecektir. İlâhî adâlet dünyada da âhirette de karşılığını verecektir. Ama müslümanların da buna karşı tepkisiz kalması, asla kabul edilebilecek bir durum değildir.

 

Lâkin tepkinin / cevabın tesiri mühimdir. Bu tesir de cevabın kalıcı, devamlı ve köklü olmasıyla mümkündür. 

 

Yani; 

 

En büyük cevabımız önce Kitâbımıza sahip çıkmamızdır. 

 

Kendi gençlerimize, kendi çocuklarımıza sahip çıkmamızdır. 

 

Belki de gösterilmesi gereken en büyük tepki, kendi eğitim sistemimizin gözden geçirilmesidir. Batı tarzı eğitim sistemiyle hiçbir yere varamayacağımızın artık net bir şekilde görüldüğü ortadadır. Bu eğitim sistemi müslüman gençler yetiştirmiyor. Vatanına, milletine, dînine, îmânına, bayrağına ve ezanına bağlı gençler yetiştirmiyor.

 

Maalesef batı hayranı gençler yetiştiriyor.

 

Son hâdiselerde gördüğümüz üzere, zâlim ile mazlumu ayırt edemez gençler yetiştiriyor. 

 

Böyle köklü cevaplar vermedikçe; Kur’ân’ın yakılmasına karşı vereceğimiz tepkiler, cılız birtakım seslerin ötesine geçemeyecektir. 

 

Eğer kendi insanımızı; memleketine, vatanına, toprağına bağlı olarak inşâ edemezsek; maalesef bizim kalkınmamız da, ekonomimiz de, üretimimiz de başkalarının değirmenine su taşımaktan öteye geçemeyecektir. 

 

Dolayısıyla; 

 

Bizler çocuklarımıza, yeni yetişen neslimize, Kur’ân’ı ne kadar öğretebildiğimize bakmalıyız. 

 

Kur’ân’ı hayatımıza ne kadar aksettirebildiğimize bakmalıyız. 

 

Eğer bu köklü cevapları verirsek; karşı tarafın yaptıkları, onları gayzlarıyla baş başa bırakırken, bizi daha da şuurlandırır. Bizim; «Kur’ân’ı bütün insanlığa nasıl ulaştırırız?» endişesi ve derdinin peşinde olmamız gerekir. Efendimiz -aleyhisselâm-’ı taşlayanlar, Tâif’te Efendimiz’in mübârek vücudunu kanatanlar, O’na eziyet edenler, işkence edenler; bugün Kur’ân sayfalarını yakanlardan daha masum kimseler değillerdi. Onlar da tarihin en iğrenç hâdisesini icrâ etmişlerdir. 

 

Fakat nasıl Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz; 

 

«–Yâ Rabbî! Onlara hidâyet et!» diye hidâyet yönünü açığa vurmuşsa bizim de bugün bütün dünyaya hidâyet olabilecek faaliyetlerin peşinden gitmemiz gerekiyor. İnsanlığa Kur’ân’ın mesajını ulaştıracak bir üslûbu üretmek derdinde olmalıyız.

 

En basitinden; bir müslümanın şunu düşünmesi lâzım:

 

Atalarından tevârüs ettiği haçlı hıncıyla İslâm’a düşman olan o gayr-i müslimler, bize baksa, bizim hayatımızı, ahlâkımızı incelese, bizdeki neye imrenir de müslüman olur? 

 

“−Yahu bu müslümanlarda bende olmayan bir şey var. Bunlar huzur ve saâdet içindeler. Bunların aile hayatları, bunların ana-babalarıyla münasebetleri, evlâtlarına hitapları, bunların toplumları, semtleri bizimkilere benzemiyor. Bunlar ne kadar güler yüzlü insanlar!.. Bunlar ne kadar mutlu insanlar, bunlar şen insanlar. Bunlar bulundukları yere mutluluğu getiren insanlar.” diye bizde bir şeyleri görmeleri lâzım.

 

Eğer biz hâlimizle, hayatımızla aksettirdiğimiz, yansıttığımız yaşantımızla Müslümanlığın güzelliğini sergileyemiyorsak, o zaman kendi adımıza üzülmemiz gerekir. Belki en büyük tepkiyi de kendimize vermemiz gerekir. 

 

Yani biz; 

 

«Güzel ahlâkımızla, güzel sözlerimizle, tatlı dilimizle, tebliğdeki üslûbumuzla, yol-yordamımızla bu insanlara İslâm’ı niye sevdiremedik?» diye dönüp kendimize de bakmamız gerekir. 

 

Elbette bir yerde bir cinayet işlenmişse; o cinayetin, o suçun cezası verilmelidir. Bunu verebilecek olan da devlettir. Devletin vermediği yerde de müslümanlar, gerekli olan tepkiyi en tabiî şekilde, hakka, hukuka uygun şekilde vermekle mükelleftirler. Yoksa bu, birtakım parlak lâflarla veya; «Kınadık, tenkit ettik.» demekle geçiştirilebilecek bir şey değildir.

 

Öyle bir tepki verilmelidir ki bu tepki yerini bulmalı. Ve bu suçu işleyenlerin canını acıtmalıdır. Bir daha böyle bir herze yememeye kendileri ve bu hâdiseyi görenler, bilenler niyet etmeliler.

 

“−Biz, müslümanlara dokunamayız. Dokunursak bunun maliyeti çok ağır olur.” demeliler.

 

Bunu yapmak, müslümanların üzerine bir vecîbedir. Binâenaleyh müslümanlar, en basit yönüyle bu hâdiselere ev sahipliği yapan ülkeleri boykot etmelidirler. 

 

Sözün özü, iş bizde bitiyor. Biz Kur’ân’ı baş tâcı ettikçe, Kur’ân’ın insandan istediği o mükemmel şahsiyeti ortaya koydukça, bâtıl hakkın karşısında, eriyecektir, gerileyecektir. 

 

Cenâb-ı Allah, Kur’ân’a muhabbet, hürmet ve hizmetten ayırmasın!.. 

 

Âmîn!..