ASIRLARA «MÜHÜR» VURAN MEDENİYET…

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

 

 

 

Mühür kelimesi lügatte; “Kıymetli veya yarı kıymetli taşlar gibi sert malzeme üzerine, basıldığında düzgün çıkması için ters olarak kazınmış imza yerine geçen yazı, arma, şekil» mânâsına gelen Farsça kökenli «mühr»den türemiş olup, Arapçadaki «hâtem» ve Türkçedeki «damga» kelimeleri ile de aynı anlamı taşımaktadır.”

 

Umumiyetle akik, yeşim, necef gibi kıymetli taşlardan yapılan ve örneklerine ilk çağlardan itibaren rastladığımız mühürler; kimi zaman eşyaların sıkıca kapatılması ve kime ait olduğunun belirtilmesi, kimi zaman da hazırlanan resmî belgelerin doğruluğunun muhatap tarafından te’yîd edilebilmesine imkân sağlaması gibi çeşitli maksatlarla kullanılmıştır.

 

Ayrıca, mühre yazı ve şekilleri işleyen zanaatkârlara da «hakkâk» adı verilmiş ve mühre kazınması îcap eden hususları dar bir alana ustalıkla sığdırmaları maharetten sayılmıştır.

 

MEDENİYETİMİZDE MÜHÜR

 

Şairin;

 

Ey yolcu uyan! Tâ sona binlerce sefer var,

Bir lâhzaya bin asrı vuran mühre zafer var!..

 

şeklinde veciz bir sûrette ifade ettiği, o bereket dolu zaferi kendine şiâr edinen medeniyetimizden bazı örneklerle makalemize devam etmek isteriz:

 

Yazımızın üst kısmında görüldüğü şekliyle, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a davet mektupları ve diğer vesikalar için yüzük şeklinde bir mühür yaptırarak vefatına kadar kullandığı bilinmektedir.

 

Efendimiz’in âhirete irtihâlinden sonra, hilâfet vazifesini deruhte eden hulefâ-yı râşidînin de kendilerine has mühürler îmal ettirdiğini büyük İslâm tarihçilerinden Ali bin Hüseyin Mes‘ûdî eserinde şöyle belirtmiştir:

 

Hazret-i Ebûbekir’in mühründe; «ni‘me’l-kādiru Allah / Allah ne güzel kudret sahibidir.»

 

Hazret-i Ömer’e ait olanda; «kefâ bi’l-mevti vâizen / Nasihatçı olarak ölüm yeter!»;

 

Hazret-i Osman’ınkinde; «âmentü billâhi’l-azîm / Azîm olan Allâh’a îmân ettim.» ve 

 

Hazret-i Ali’nin kullandığında ise; «el-mülkü lillâh / Hükümranlık Allah Teâlâ’ya mahsustur.» ifadeleri yazılı idi. (Mes‘ûdî, et-Tenbîh ve’l-İşrâf, s. 286, 289, 293, 297)

(Hazret-i Ömer’e ait diğer bir mühür örneği)

Yine bilindiği üzere, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a isnâd edilen ve İslâm tezyînî sanatlarının; ahşap, mimarî, dokuma gibi pek çok dalında nakış amaçlı kullanılan mührün (Mühr-i Süleyman) eserlere işlenmesi ile de şeytanların menfî tesirlerinden emniyette olunacağına inanılmıştır.

(Üsküdar Vâlide Gülnûş Sultan Camii Giriş Kapısı Detayı)

(Barbaros Hayreddin Paşa Sancağındaki «Mühr-i Süleyman» Detayı)

İngiltere himayesinde 1947’de kurulan eli kanlı İsrail devleti de «Davut Yıldızı» diye adlandırdıkları bu mührü bayrağında kullanmaya başlayınca, kadîm eserlerimizde bu sembolü gören insanımızın aklı karışmaktadır. 

 

Altı köşeli yıldız kadîm bir süsleme unsurumuzdur. İsrail ve yahudiliği temsil etmesi daha yeni bir hâdisedir.

 

Şunu da belirtmek gerekir ki, mühürler zaman içerisinde kullanım sahalarına göre muhtelif bölümlere ayrılmış olup; devlet işlerinde kullanılan mühürlere «mühr-i resmî» (resmî mühür), kişilere ait olanlara «mühr-i zâtî» (şahsî mühür); vakıflara bağışlanan eserlere basılmak üzere özel kazıtılmış mühürlere ise «vakıf mührü» ismi verilmiştir.

(Medresetü’l-Hattâtîn – Hattatlar Medresesi Mührü)

 

YAKIN MÂZÎDEN İKİ MÜHÜR ANEKDOTU

 

Devlet-i Aliyye’nin çileli günleri idi.

 

Rivâyet olunduğu üzere, iç ve dış gāileler ile mücadele etmekten epey yorulan Sultan II. Mahmud, etrafındakilere;

 

“–Bana öyle bir söz bulun ki onu yüzüğüme (mührüme) kazıtayım ve sıkıntılı zamanlarda ona baktığımda beni ferahlatsın!” der.

 

Bunun üzerine bütün İstanbul’a haber salınır, herkes sultana lâyık bir cümle bulmak için çabalar. Fakat bu vasıfta bir söz maalesef bulunamaz.

 

Günlerden bir gün, Süleymaniye’de cemaat bu mevzuu üzerine konuşurken, Bağdat diyarından geldiğini bildikleri esrarengiz bir dervişe vaziyeti arz ederler.

 

Derviş olanları dinledikten sonra biraz tebessüm ederek, İranlı büyük şair Senâî’nin şu kıtasını Farsça okumaya başlar:

 

Vefân çok azaldı, bu da geçer…

Cefân ise çoğaldı, bu da geçer…

Bundan önce iyiydi bakışın,

Artık kötü, ne diyeyim bu da geçer…

 

İşte, şiirin içerisinde redif olarak geçen; «în nîz begüzered…» yani; «bu da geçer…» ifadesi çok beğenilir ve; «Yâ Hû» ibâresi de ilâve edilerek sultana arz edilir.

 

Neticeden gayet memnun olan II. Mahmud, cümleyi devrin ve de hat tarihinin en büyük üstadlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye yazdırarak mührüne/yüzüğüne işletir.

(«Bu da geçer yâ Hû», hicrî 1365, mîlâdî 1943 tarihli celî sülüs bir levha)

 

Diğer anekdotumuz ise, yine Sultan II. Mahmud’un zevcesi ve Sultan Abdülmecid’in de annesi, muazzam hayırseverliği ile tanınan «Bezm-i Âlem Vâlide Sultan»a aittir.

 

Kurduğu vakıf ve hayır müesseseleri ile yakın tarihimize damga vuran bu yüce gönüllü hanım, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyduğu derin muhabbetini muhteşem bir manzûme ile taçlandırarak mührüne şöyle hakkettirir;

 

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?

Zuhûrundan Bezm-i Âlem oldu vâsıl.

Rabbim son nefesimize îman «mührünü» vurabilmeyi nasîb eylesin!..