KENDİNDEN GEÇTİ!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anh- 588 yılında Medine’de doğdu. Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın tebliğiyle müslüman oldu. Hicretten sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile buluştu ve ölene kadar ayrılmadı. Her gazvede yiğitçe vuruştu, her vazifeye aşkla gönüllü oldu. Ensârın en fazîletli üç sahâbîsinden biri sayılan Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anh-, 633’te Yemâme Savaşı’nda şehîd oldu. 

 

*

 

Zâtürrikā‘ Gazvesi dönüşü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Bu gece bize kim nöbet tutacak?” buyurunca Abbâd bin Bişr ve Ammâr bin Yâsir -radıyallâhu anhüm- öne çıktı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vazifelendirdiği noktada nöbete başladılar. Gecenin ilerleyen saatlerinde şöyle bir karar aldılar: 

 

«Birimiz istirahat etsin, diğeri nöbet tutsun. Daha sonra yer değiştirelim.» 

 

Önce Ammâr bin Yâsir -radıyallâhu anhümâ- istirahat etti. Bir müddet sonra Abbâd Hazretleri onun yanında namaza durdu. 

 

O sırada uzaktan onları gözetleyen bir müşrik; birinin uyuduğunu diğerinin namaz kıldığını görünce, bulunduğu yerden onlara bir ok attı. Ok Abbâd -radıyallâhu anh-’ın koluna isabet etti. Oku çıkarıp atan sahâbî, namaza devam etti. 

 

Müşrik bir ok daha attı. İkinci ok da isabet etti. O yine namazını bozmadı. 

 

Müşrik üçüncü oku atıp onu da isabet ettirince Hazret-i Abbâd oku çıkardıktan sonra, nöbet vazifesini de aksatmamak için namazını bozdu. Kanlar içinde yere yığıldı ve Hazret-i Ammâr’ı uyandırdı. Uyanıp vaziyeti fark eden Ammâr Hazretleri heyecanla, neden daha önce haber vermediğini sordu. Hazret-i Abbâd şöyle cevap verdi: 

 

“–Namazda Kehf Sûresi’ni okuyordum. Öyle tatlıydı ki kesmeye gönlüm el vermedi. Eğer Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bize verdiği nöbet vazifesi olmasaydı, sen beni ancak bu namazda ölmüş olarak bulurdun!”

BİR PEYGAMBER ÂŞIĞI 

 

İmam Cezûlî, on dördüncü asrın sonlarında Fas’ta doğdu. Şerif’tir. Dînî ilimler tahsil etti. Şeyh Ahmed Zerrûk ile tanıştı. Daha sonra yurdundan ayrılarak mukaddes topraklara gitti. Bu seyahatlerinde ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Fas’a döndükten sonra vird olarak okunan meşhur eseri Delâilü’l-Hayrât’ı derledi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâmlardan oluşan bu eser, bugün ümmet coğrafyasında şöhrete sahiptir. 

 

Peygamber âşığı İmam Cezûlî, 6 Kasım 1465 tarihinde sabah namazı kılarken secdede vefat etti. Kabri, Efûğâl’de kendi yaptırdığı mescidin avlusundadır.

 

*

 

Müridlerinden biri İmam Cezûlî’ye sordu: 

 

“–Efendim, vesveseler bize hangi yollarla gelir?” O da zincirleme hakikatlerle şöyle cevap verdi: 

 

“–Vesvese şeytandan gelir; şeytan cehâlet yönünden gelir, cehâlet öğrenme azlığından gelir, öğrenme azlığı kibirden kaynaklanır, kibrin kaynağı da ucubdur (kendini beğenme), ucub liderlik arzusunun neticesidir, liderlik arzusu kaynağını tamahtan (aç gözlülükten) alır, tamah hırstan kaynaklanmaktadır, hırs dünya sevgisinden gelir, dünya sevgisi tûl-i emelden (zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu) gelir, tûl-i emel gafletten kaynaklanır, gafletin sebebi kalbin karanlık olmasıdır, kalp karanlığı zikrin azlığındandır, zikrin azlığı tefekkürsüzlüktendir, tefekkürsüzlük Allâh’ı çok unutmaktan gelir, Allâh’ı unutmak hevâ ehline (nefsin zararlı ve günah arzularına kapılmış kimse) dostluğun neticesidir, hevâ ehline dost olmak ahmaklıktandır, ahmaklık da aklın azlığına delâlet eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: 

 

«Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdadırlar…» (el-A‘râf, 179)

 

 

MAZLUMUN ÂHI ZÂLİMDE KALMAZ!

 

Beşinci Abbâsî halîfesi Harun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Bahçıvana; bu gülü îtinâ ile korumasını emreder.

 

Bahçıvan bir gün görür ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Büyük bir korku içerisinde halîfeye koşup olanları anlatır. 

 

Harun Reşid, telâş göstermeden şöyle der:

 

“–Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz.”

 

Rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Birkaç gün sonra, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.

 

Heyecanla yine halîfeye gelir;

 

“–Sultanım!” der. “Çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.”

 

Sultan yine telâşsız;

 

“–Merak etme efendi!” der. “Bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur.”

 

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara o yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.

 

Yine halîfeye koşup;

 

“–Sultanım! Bülbülü öldüren yılanı öldürdüm.” der.

 

Harun Reşid yine sakin;

 

“–Bekle bahçıvan efendi bekle!” der. “Yılanın âhı da sende kalmaz. Sen de yaptığının karşılığını görürsün.”

 

Hakikaten çok geçmeden bahçıvan da bir suçu sebebiyle Halîfe’nin karşısına getirilir. Bahçıvan, Halîfe’ye sözlerini hatırlatır ve Harun Reşid onu affeder. 

 

“–Bahçıvanın yanına mı kaldı?” diye soranlara ise şöyle der:

 

“–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemeye tehir edilir! Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanır.”

 

Kıssadan hisse:

 

Toprakları gaspedilen, bebekleri hunharca öldürülen, hastahâneleri başlarına yıkılan mazlum Filistinlilerin, Gazzeli masumların ahları da asla gaddar yahudilerde ve zâlim siyonistlerde kalmayacaktır. 

 

Cenâb-ı Hak dünyada ve âhirette, mazlumların âhını zâlimlerden çıkartacaktır.  

 

KONSOLOSA CEVAP

 

Ahmet Hamdi AKSEKİ Hoca, 1887’de Antalya/Akseki’de doğdu. Terbiyesi ve tahsiliyle babası ilgilendi. 1905’te İstanbul’a giderek bir taraftan medreseye, bir taraftan da Dâru’l-Fünûn’un Ulûm-i Âliye-i Dîniyye Fakültesi’ne devam ederek icâzet aldı. Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den, Aksekili Hacı Mustafa Hakkı Efendi’den ve şair Mehmed Âkif’ten ders okudu. Sebîlürreşad’da yazılar kaleme aldı, kürsülerden vaazlarıyla halkı irşâd etti. Millî mücadelede bin bir meşakkatle Anadolu’ya giderek; din, vatan ve birlik için fedâkârâne çırpındı. Namazlarda Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercümesinin okunmasının câiz olmadığını açıkça belirterek, bu hususta tavizsiz bir duruş sergiledi.

 

Saltanat, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Ahmet Hamdi AKSEKİ, 9 Ocak 1951’de Ankara’da vefat etti. Kabri, Cebeci Asrî Mezarlığı’ndadır.

 

*

 

Üçüncü Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi AKSEKİ 1950’lerde İsrail konsolosunun kendisinden randevu istediğini; randevu talebine şaşırmasına rağmen, konsolosa randevu verdiğini aktarır. Konsolos, ziyarete gelince istihzâlı  bir edâ ile;

 

“–Sizin Peygamberiniz bir hadîsinde; müslümanlarla yahudilerin savaşacağından, yahudilerin kaçıp saklanacağından, hattâ arkasına saklandıkları taşların ve ağaçların yahudilerin yerini söyleyeceğinden, sadece garkad ağacının bunu yapmayacağından bahsediyor. Böyle bir şeye inanıyor musunuz? Zillet değil bilâkis izzetliyiz. Bakın devlet kurduk, dünya ülkeleri bize itibar ediyor. Peki buna ne dersiniz?” der. 

 

Akseki şu cevabı verir: 

 

“–Ben bahsettiğiniz hadîs-i şerîfi biliyorum. Peygamberimiz söylemişse mutlaka gerçekleşeceğine de îmân ediyorum. Fakat ben; «Yahudilerin her biri dünyanın bir bölgesine dağılmışken, müslümanlar onları nasıl bulacak ve tanıyacaklar?» diye düşünürken, siz Filistin’de toplanmaya başladınız. Bu sefer ben; «İşte Peygamberimiz’in haber verdiği hâdise yaklaşıyor.» dedim.” Bu cevap karşısında ağzını açamayan konsolos makamdan ayrıldı.