NEZÂKET ve TEVÂZU

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

 

Değerli okurlarımız, İstanbul nezâketi ile vefâyı biliyoruz değil mi? Ve yaşamaya da çalışıyoruz ve hattâ anlatıyoruz. Yüzakı Dergimiz’in bu sayısında sizlerle nezâketle ilgili bir hâtıramı paylaşmak istiyorum. 

 

Yani nezâket ve mütevâzılık nasıl bir şeymiş, bunu anlatayım kıymetli okuyucularımıza istedim. 

 

1991 yılında ilk defa umreye gidiyorum. İlk umremizde uçakla İstanbul’dan Cidde’ye ineceğiz, Cidde’den Mekke’ye gideceğiz ve orada ilk umremizi yapacağız. O yıllarda 25 yaşındayız, genciz, ilk umremiz. İlk defa Kâbe’yi göreceğiz, nasıl heyecanlıyız, nasıl heyecanlıyız… 

 

İstanbul’da havalimanında ihrama girdik, işte koltukta oturuyoruz, yanımızda Mehmet KANDEMİR Ağabeyimiz de var, Allah hayırlı ömür versin. 

 

Sevgili okuyucularım, uçakta ön koltukta oturan iki tane yaşlı amca var. Onlar da ihrama girmiş, sanki pîr-i fânî gibiler, bembeyaz sakallı. Bir tane ağabeyimiz var hafif siyah sakallı; konuşuyoruz, şakalaşıyoruz kendileri ile ama sanki dede-torun gibi konuşuyoruz. Umreye gidiyoruz ama hafif yollu da şımarıklık var. Çünkü şakalarımız o mânevî yolculuğun vakarına yakışmıyordu açıkçası. Şu an bu satırları yazarken bile utanıyorum, ama siz değerli okurlarımıza ibret olsun diye yazıyorum. 

 

Evet, bu kardeşiniz onlara -Ramazan başlamadığı için, inince o gece başlayacaktı çünkü- uçakta ikramlar getiriyorum, ama sanki dede-torun gibi konuşuyorum kendileri ile, kim olduklarını bilmiyorum. Konuşuyoruz tatlı tatlı. Neyse uçak Cidde havalimanına indi ve pasaport kuyruğuna girdik. Ramazan umresi olduğu için epey kalabalık. Bir de baktık ki uçakta kendileri ile konuştuğumuz o iki amca da bizim önümüzdeki kuyruktalar. Yukarıda da yazdığım gibi kendilerini tanımıyorum, sormadık da kim olduklarını, ama onlar da bizim gibi misafir diye düşünüyorduk. Umre arkadaşım Mehmet KANDEMİR gibi, ben de umreye gelmiş ihramlı amcalar olarak düşünüyordum. 

 

 O arada Suudî Arabistan’a girişte pasaport işlemleri için kâğıt doldurmamız gerekiyormuş. Ülkeye giriş kâğıdı doldurulacak. Oradan bir pasaport görevlisi kardeşimiz kâğıt verdi, dolduracağız. Biz Mehmet KANDEMİR kardeşimle doldurduk, uçakta doldurmayı unutmuşuz. O iki amcadan biri ki sonradan isminin Adanalı (Ömer Faruk KARABUCAK) Faruk Amca olduğunu öğrendiğim amcamız, güler yüzü ile bize dönerek;

 

“–Çocuklar! Siz okumuş insanlarsınız, şu kâğıtları doldurur musunuz, nasıl doldurulacak bilmiyoruz…” dedi. 

 

Ben de biraz sevinç biraz da okumuş çocuklar lâfı ile memnun olarak kâğıtları aldım; 

 

“–Tabiî ki amcacığım ver!” dedim, elimle böyle sakalını sıvazladım. Hiç olacak iş mi benim yaptığım!..

 

“–Ooo, sakalınız da pamuk gibi.” dedim. 

 

“–Adanalıyız ya evlâdım, ondandır.” dedi o da gülerek. Bir şey demedi benim onun sakalına dokunmama. 

 

Şimdi bu satırları okurken -muhtemelen- sizlerin, içinizden;

 

“–Yahu Fahri Ağabey, hiç olur mu? Merhum Adanalı Faruk Efendi’ye bu yaptığınız sû-i edep değil mi?” dediğinizi duyar gibiyim.

 

Efendim, aldım kâğıtları güzelce doldurdum, ama Mehmet’e sessizce ne dedim biliyor musunuz? Mehmet’e sessizce şöyle dedim: 

 

“–Bak görüyor musun, geliyorlar, kâğıt doldurmasını bilmiyorlar. Bak biz dolduruyoruz, ne güzel hizmet değil mi? Amcalara yardım ettik.” 

 

Ya gözleri görmüyor ya da Arapça, İngilizce yazıyor ya onlar da bilmiyorlar tabiî. Bak bizim İngilizcemiz de var; İngilizce okuyacağız, anlatacağız… yardımcı olduk diye. Yaptığımız bu küçücük iyiliği Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı Marşal yardımı gibi abartarak anlatıyorum. 

 

Evet efendim, bizim birinci yaptığımız bu. Doldurduk kâğıtları verdik, o iki amcamız da sıraya girdiler. Bizim önümüzdeler. Tam Adanalı Faruk Efendi ve yanındaki arkadaşına sıra geldi. Tam o sırada yabancı ülkeden bir hanımefendi pat diye Faruk Amcamız’ın önüne geldi… Ben ihramlıyım ve nasıl sinirlendim. Yarım yamalak Arapçamla; 

 

“–Olur mu sıra var, sıraya geç!” dedim, tabiî hava atıyoruz. İngilizcemiz de var Arapça da döktürüyoruz(!) Hattâ hızımı alamadım pasaport görevlisine de;

 

“–Niye sıraya bakmıyorsun?!.” diye biraz da sert konuştum. (Allah affetsin) 

 

Tam o sırada Faruk Amcamız kolumdan tuttu ve tebessüm ederek, yumuşak bir ses tonuyla şöyle dedi: 

 

“–Yok kuzum, olur mu, bırak, gelmiş artık. Öyle yapmış, biz bekleriz, biz zaten ihramda değil miyiz? Biz zaten şu anda umrede değil miyiz? Ha iki dakika evvel girmişiz, ha beş dakika sonra girmişiz, biz ibâdet hâlindeyiz, bırak o kardeşimizin olsun sıra…” Bu satırların yazarı kardeşiniz ise, sakinleşeceğim yerde cedele devam ediyordum; 

 

“–Olur mu amca ya? Biz o kadar geldik, ayaktayız, bak siz de yoruluyorsunuz.” dedim. Faruk Amcamız; 

 

“–Yok, ben yorulmuyorum kuzum, biz misafiriz. Misafir ev sahibinin kuzusudur, derler. Biraz bekleyelim inşâallah.” dedi. 

 

Neyse sevgili okurlarım, tabiî ben de gençliğin vermiş olduğu o câhillikle biraz daha vıdı vıdı yaptım ve sırama geçtim. Pasaportlarımızı aldık, içeri geçtik. Otobüsümüze bindik, tavaflarımızı yaptık, sa‘y yaptık ve tabiî akşam da inşâallah ilk terâvih kılınacak. Ramazân-ı şerîfin ilk terâvihi elhamdülillâh…

 

Akşam namazı kıldık, bir kalabalık oldu. Bir-iki kişi kalkmaya başladılar, musâfaha yapıyorlar. Yanımdakine sordum; 

 

“–Bu kalabalıktakiler de kim, niye herkes toplandı, ne oluyor?” diye. Mehmet KANDEMİR Ağabey de şaşırdı; «Allah Allah kim bunlar?..» diye. 

 

Aaa bir baktık ki; o herkesin elini öptüğü, musâfaha yaptığı kişi kimmiş sevgili kardeşlerimiz? Adanalı Faruk Amcamız… Adana’nın mânevî vazifelisi. Değerli ağabeyimiz; iki üniversite bitirmiş, edebiyatı çok güzel bilen, çok güzel okuyan, maddî-mânevî bilgilerle mücehhez değerli Faruk Amcamız… Aaa… Biz bir şok olduk. Düşünsenize; ben neler yaptım, orada uçakta, yok sırada… Ama şimdi gelelim İstanbul nezâketine, bakın ne yaptım…

 

Kalktık hemen, dedim ki: 

 

“–Efendim, özür dilerim. Zât-ı âlînize karşı sû-i edepte bulunduk. Hakkınızı helâl edin lütfen…”

 

Faruk Amcamız ise yine gülen yüzüyle ve âdeta sanki sû-i edebi biz değil de o yapmış gibi mütevâzı bir şekilde, elimizi tuttu. Bize sarıldı; 

 

“–İstirham ederim, istirham ederim kuzum!” dedi. Kendi oteline gidene kadar benim elimi bırakmadı. 

 

Sevgili okurlarım; o anki mahcubiyetimi sizlere bu birkaç satır ile anlatmam mümkün değil, ama sanırım sizler ne kadar utandığımı anlamışınızdır. 

 

Efendim; daha sonra biz Mehmet kardeşimle Medine’ye geçtik, orada Allah Teâlâ bizi Faruk Amca ile tekrar karşılaştırdı. Ben yine yüzünü görünce böyle kafamı yere eğdim; çünkü aklımda o var, pasaport kuyruğunda yaptıklarım, uçakta yaptıklarım var, aklıma geliyor utanıyorum hâlâ, her ne kadar;

 

“–İstirham ederim kuzum, geçti gitti!..” dense de. 

 

Medine’deyiz sahur sofrasındayız, Adanalı Faruk Amcamız yanına çağırdı;

 

“–Otur buraya, burada yer var.” dedi. Gönlümüzü almak böyle bir şey işte. Bizi yanına oturttu. Bu sayede; «Ne yaptın farkındasın, gerçekten özrünün farkındasın, gerçekten utandın, gerçekten bunun nezâketsizlik olduğunu öğrendin, bir daha yapmazsın işte!» 

 

İstanbul nezâketi de bu: 

 

«Yaptığının farkında ol, özür dile ve bir daha yapma!» 

 

Efendim, daha sonra merhum Musa TOPBAŞ Efendi -kuddise sirruhû- geldi ve sahur sofrasında sohbet yapacakken Adanalı Faruk Ağabeyimize; 

 

“–Benim gözlüğüm yok, siz okuyun Faruk Efendi!” dedi. Merhum Faruk Ağabeyimiz okudu, o günkü sohbeti. Altınoluk’tan İslâm Kahramanları’nı okudu, çok iyi hatırlıyorum. Biz de yanındaydık elhamdülillâh. 

 

Niye anlattım bu hâtırayı? Hep ne diyoruz? Tevâzu diyoruz. Hep ne diyoruz? Nezâket diyoruz. Faruk Amcamız rahmetli; «İstirham ederim… İstirham ederim…» diyerek böyle nezâketli, güzel konuşurdu ve hiç yüzünden bir tebessüm eksik olmazdı. Uyaracağı zaman, îkaz edeceği zaman bile; hep tebessüm ederdi. Ve muhatabının elini tutardı. Elini avucunun içine alırdı, tıpkı kalbi gibi. Önce ısıtırdı, gözünün içine bakarak; biraz da kalp röntgenini çeker öyle konuşurdu. Adanalı Faruk Amcamız, Allah rahmet eylesin. Hepsini diğer ağabeylerimizi de. 

 

Kısaca: 

 

Deprem bölgesine giden, sahada bulunan kardeşlerimize Rabbim; güç, kuvvet, güzellik versin. Ferahlık veren nezâketi de mümkün oldukça elimizden bırakmayalım sevgili kardeşler. Allah emeğinizi dâim etsin, kabul etsin inşâallah. Tebessümü yüzümüzden eksiltmeyelim. Bu satırları okuyan sizler de lütfen Faruk Amcanın yaptığı gibi elini tutarken sanki kalbini tutuyormuş gibi, çevrenize; patron iseniz çalışanlarınıza; müdür iseniz ekibinizde bulunanlara; mütevâzı ve tebessüm ile davranın. Allâh’a emânet olunuz.