GÜL TÜTEK

Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

 

“İslâm dîni; Allâh’a tâzim ile mahlûkata şefkat ve merhamet üzerine kurulmuştur.” (Hâce Musa TOPBAŞ -kuddise sirruhû-)

 

Bir sabah seher vakti, sandalcı Ömer Efendi her zamanki gibi sandalında oturmuş müşteri bekliyordu; 

 

“–Selâmün aleyküm kardeş!” diye bir ses işitti.

 

Ömer Efendi kafasını kaldırdı, ânîden karşısına çıkan bu kişiden ürkmüştü:

 

–Aleyküm selâm beyim de böyle ânîden karşıma çıkınca, gecenin bu vakti, in misin cin misin bilemedim…

 

–Yok be sandalcı kardeş! Ben sıradan bir dervişim korkma. Beni sabah namazına Eyüp Sultan Camii’ne yetiştirebilir misin?

 

–Gel bakalım derviş kardeş, yetiştiririz evvelâllah.

 

Yabancı, sandala hızlı hareketlerle atladı.

 

Sandalcı Ömer, küreklere asılmaya başladı.

 

Küreklerden gelen şıkırtılar eşliğinde muhabbet etmeye başladılar:

 

–Nereden gelir, nereye gidersin yabancı?

 

–Uzaklardan gelir, uzaklara giderim. 

 

Galata Limanı’ndaki Kara Kalyon’u gösterdi:

 

–İşte şu kalyonla geldim.

 

–O sırtındaki heybendekiler nedir?

 

–Ha onlar mı? Onlar gül fidanı.

 

–Ne yapacaksın onları?

 

–Bu fidanlar çok özel, tarif edilen yerlere götürüyorum.

 

Ömer Efendi; ay ışığında sandalın küreklerini hızlı hızlı çekerken, bir taraftan da yabancıyı süzüyordu.

 

O sırada karıncayı fark etti;

 

“–Fidanın üzerinde bir karınca var.” dedi.

 

“–Olabilir…” dedi yabancı: “Vardır onun da bir vazifesi!”

 

–Ama çok uzaklardan geldiğini söylemiştin. Şimdi o karınca, bu bilinmedik memlekette nasıl yaşayacak?

 

Yabancı gülümsedi:

 

“–Sen hayvanları çok seviyorsun herhâlde…”

 

“–Seviyorum da elimden bir şey gelmiyor!” diye yakındı sandalcı Ömer.

 

“–Hayırdır, nedir mesele?”

 

“–Hiç sorma kardeş; ben Eminönü Tahtakale’de Bal Kapanı Hanı’nda kalıyorum.

 

Handa bir sürü oda var, odalarda çeşit çeşit hayvanlar kalıyor, tabiî sahipleriyle.

 

Bu hayvanlar; sahipleri tarafından türlü eziyetlerle, çeşitli mârifetlere alıştırılmışlar.

 

Meselâ; oynatılan ayılar var. Niyet çeken güvercinler, tavşanlar var. Konuşan papağanlar var. İp atlayan köpekler var. Kediler, muhabbet kuşları, yılanlar, maymunlar, atlar daha nice hayvanat burada esir.

 

Öğleye doğru bunlar hayvanlarıyla handan ayrılırlar. İstanbul sokaklarında meraklı kalabalıklara gösteri yapar, para toplarlar. Akşam tekrar hana dönerler, işte bu hayvanların durumuna çok üzülürüm.”

 

“–Haklısın sen merhametli bir insansın, hem de iyi bir müslümansın. Âyet-i kerîmede ne buyuruyor Allah Teâlâ:

 

«Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzûruna getirilecekler.» (el-En‘âm, 6/38)

 

Dolayısıyla Allah, bu kâinattaki her şeyin Rabbidir ve bu itibarla canlı türlerinin hepsinin korunması gerekir. İnsan da tabiat ve hayvanlarla ilişkileri bakımından Allâh’a karşı sorumludur.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i şerîfinde bu mevzu ile alâkalı olarak şöyle buyurmuş:

 

«Kim haklı bir sebebe dayanmadan; bir serçeyi, hattâ ondan daha küçük bir canlıyı öldürürse, o canlı kıyâmet günü dâvâsını Allâh’a götürür ve; 

 

‘Ey Allâh’ım! Falan beni, bir fayda olmaksızın öldürdü.’ der.» (Nesâî, Sayd, 34, Dahâyâ, 41; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. III, s. 166)

 

Yine başka bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

 

«Merhametlilere Rahmân olan Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere acıyın ki, göktekiler de size acısın. 

 

Rahm; Rahmân isminden bir damardır. 

 

•Her kim bağları koparmaz, ilgiyi kesmezse, Allah da onu rahmetine ulaştırır. 

 

•Her kim de bağları koparırsa, Allah da o kimseden rahmetini keser.» (Müslim, Birr ve Sıla, 74; Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Tirmizî, Birr, 16) 

 

Şimdi gelelim senin derdinin çaresine!..”

 

Sırtındaki içerisinde gül fidanları olan heybeyi önüne alıp içerisinden kavala benzeyen ama ondan daha küçük düdük gibi bir âlet çıkardı:

 

–Al, bu gül ağacından yapılmış tüteki üfle bakalım!

 

Ömer Efendi düdüğü aldı, üfledi ama hiç ses çıkmadı:

 

–Bu gül tütekin sesini sadece hayvanlar işitir. Sen, bu hayvanları kurtarmak istiyor musun?

 

–Evet!

 

–Bak şimdi hayvanlar bu düdüğün sesini duyunca sakinleşir ve bunu kim üflüyorsa onun peşine takılırlar.

 

Bunu al sabaha karşı üflemeye başla, hayvanlar peşine takılır. Onları şu ileride gördüğün Galata Limanı’na bağlı kalyona getir.

 

Yalnız, bu tüteği üflemeyi bırakırsan; hayvanlar yavaş yavaş huzursuzlanmaya başlarlar.

 

Hayvanlar yurtlarına ulaşıncaya kadar yanlarında olup; bu tüteği üflemen gerekecek, yapabilecek misin? 

 

Ömer Efendi bir süre düşündü;

 

“–Ben bu vazifeyi yalnız başıma yapamam. Lâkin benim bir arkadaşım var Eşref Efendi. Kendisi kalyonlarda leventlik yapar, uzun yola alışıktır; ayrıca kalp gözü açık, vicdanlı, merhametli biridir. Ondan bir yardım isteyeyim bakalım.” dedi.

 

Yolcuyu Eyüp Sultan semtine bırakan Ömer Efendi, vardiyasını tamamladıktan sonra Galata’da Eşref Efendi’yi buldu, ona durumu anlattı. 

 

Tabiî Eşref Efendi, bu vazifeyi hemen kabul etti.

 

Ertesi gün seher vakti; Ömer Efendi’nin gül tüteği Bal Kapanı Hanı’nın avlusunda üflemeye başlaması ile birlikte, odaların kapılarından birer birer çıkan hayvanlar, avluda toplanmaya başladılar.

 

Ömer Efendi, hanın dış kapısının yanındaki kocaman taşın altındaki kocaman kara demir anahtarla hanın kocaman kapısını açtı ve Galata Köprüsü’nden Galata’ya doğru düdüğü üfleyerek yürümeye başladı. Tabiî hayvanlar da sessiz bir şekilde peşi sıra geliyordu.

 

Galata Limanı’nda Kara Kalyon’un yanında bekleyen Eşref Efendi’yi gördü.

 

Onun yanına varınca gül tüteği ona verdi. Eşref Efendi düdüğü alıp üflemeye başladı. Bütün hayvanlar Eşref Efendi’nin ardına takıldılar. Eşref Efendi; kalyonun pasarellasından kalyona bindi, arkasından hayvanlar teker teker tekneye bindiler.

 

Ömer Efendi; limanda kalyonun hareket etmesini beklerken, uzaktan sırtında heybesi ile derviş göründü; 

 

“–Yolcular bindiler mi kalyona?” dedi.

 

Ömer Efendi; 

 

“–Bindiler.” dedi.

 

O sırada dervişin heybesindeki gül fidanı dikkatini çekti, karınca hâlâ üzerindeydi.

 

Derviş gülümsedi; 

 

“–O da dönüyor memleketine işte, mutlu oldun mu?” dedi ve Ömer Efendi’yle vedâlaşıp kalyona bindi.

 

Dervişin binmesiyle Kara Kalyon süzülerek limandan ayrıldı.

 

Ömer Efendi Galata Köprüsü’nden Eminönü’ne doğru yaklaşırken, Yeni Cami’de sabah ezanı okunuyordu.

 

Ömer Efendi namazını edâ ettikten sonra, Bal Kapanı Hanı’na doğru yöneldi.

 

Hana yaklaştıkça bir bağrış bir çığrış… Ortalık birbirine giriyordu. Herkes hayvanların nasıl kaçtığını, nereye gittiğini birbirine soruyor, aranıp duruyordu.

 

Yiğitbaşılar devreye girdi; araştırmalar, soruşturmalar bir birini kovaladı ama kimse hayvanların âkıbetini öğrenemedi. Tabiî Ömer Efendi’den başka.

 

Eşref Efendi’ye gelince;

 

Hayvanlar huysuzlandıkça gül tüteği üfledi.

 

Her hayvan kendi yurduna gelince kalyondan ayrıldı; geri kalanlar, deniz tükendiğinde Eşref Efendi’nin ardından karadan yollarına devam ettiler. Taaa karıncanın yurduna kadar…

 

Uzun bir zaman Eşref Efendi’den haber alınamadı, bu arada hâdise de unutuldu.

 

Bu arada Ömer Efendi sık sık Tophane’ye uğruyor Eşref Efendi’nin annesini ziyaret ediyor, onunla yârenlik ediyor, ihtiyaçlarını gideriyordu.

 

Aradan yıllar geçti. Eşref Efendi’den hâlâ haber yoktu. 

 

Bir sabah, seher vakti, sandalcı Ömer Efendi her zamanki gibi sandalında oturmuş müşteri bekliyordu; 

 

“–Selâmün aleyküm kardeş!” diye bir ses işitti.

 

Tanıdık bir sesti bu, hemen kafasını kaldırdı bir baktı ki Eşref Efendi!

 

Birbirlerine sarılıp, kucaklaştılar. Konuştular, dertleştiler.

 

Ömer Efendi’nin Eşref Efendi’nin sırtındaki heybe dikkatini çekti. Birkaç yıl evvel karşılaştığı dervişin heybesinin aynısı idi. Ömer Efendi; 

 

“–Sıra sana mı geldi?” dedi.

 

Eşref Efendi, başını sallayıp gülümsedi. Ömer Efendi;

 

“–Gazan mübârek olsun kardeşim!” dedi.

 

“–Anamın elini öpüp, Üsküdar’a geçeceğim, Mihrimah Sultan Camii’nin yanında bineğim beni bekliyor. Oradan ver elini Anadolu!”

 

Eşref Efendi, Ömer Efendi’nin dikkatle heybesine baktığını görünce;

 

“–Gül fidanındaki karıncaya bakıyorsun değil mi? O bana yârenlik ediyor merak etme. Dönerken tekrar onu öz yurduna götüreceğim.” dedi.

 

Ve vedâlaşıp ayrıldılar.