Mesnevî’den Beyitler -24- DERDİMİZİN DEVÂSI OLAN AŞK

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

Ey kibir ve azametimize devâ olan aşk! / Ey bize göre Eflâtun ve Galinos olan aşk, yaşa!

 

Eflâtun Eski Yunan’da yaşamış bir felsefeci, Galinos ise tıp âlimidir. Hazret-i Mevlânâ; aşkı, alanında biri hekim diğeri hâkim iki kişiye benzetmiştir. Aşkı da insanoğlunun kibir ve büyüklenmesinin devâsı olarak görmüştür.

 

Kudsî hadis olarak rivâyet edilen;

 

“Ben gizli bir hazine idim, görünmek, bilinmek istedim; bilineyim diye halkı (âlemi) yarattım.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132; Bursevî, Kenz-i Mahfî) ifadesinde Allah -celle celâlühû- bilinmek isteyince; Hak’tan başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir zamanda, muhabbetle tecellî etmiştir. Bu tecellî ile âlem yaratılınca, Cenâb-ı Hak da bilinir olmuştur. Bu âlemde isim ve sıfatlarıyla zuhur etmesi ise, insanın yaratılması ile olmuştur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

 

“Hani Rabbin meleklere; 

 

«–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» dediğinde onlar; 

 

«–Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz, Sen’i övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz.» demişlerdi. 

 

Allah da onlara; 

 

«–Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.» buyurmuştu.” (el-Bakara, 30)

 

Halîfe kelimesi; bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi ve onun yetkilerini kullanması anlamına gelir. İnsan yaratılış olarak kendinden önce yaratılanlardan sonradır ve Allâh’ın iradesini yeryüzünde temsil eden kişidir. Bu temsil özelliği ise âyet-i kerîmede belirtilir: 

 

“Allah; Âdem’e isimlerin tamamını öğretti, sonra da onları meleklere gösterip; 

 

«–Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin.» buyurdu.” (el-Bakara, 31)

 

“Melekler; «Sen’i tesbih ve her türlü noksanlıktan tenzih ederiz! Sen’in öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Elbette her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak Sen’sin!» dediler.” (el-Bakara, 32) 

 

“Allah; 

 

«–Ey Âdem, bunların isimlerini onlara söyle.» dedi. 

 

Âdem isimleri onlara bildirince, Hak Teâlâ; 

 

«–Size; ‘Göklerin ve yerin gaybını Ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim.’ dememiş miydim?» buyurdu.” (el-Bakara, 33)

 

“Meleklere; 

 

«–Âdem’e secde edin!» dediğimizde İblis dışındaki­ler derhâl secdeye kapandı. İblis ise direnerek bundan kaçındı, kibir­lendi ve kâfirlerden oldu.” (el-Bakara, 34) 

 

Allah Teâlâ’nın Âdem -aleyhisselâm-’a isimlerin tamamını öğretmesi, kendi esmâsını öğretmesidir. Çünkü insanı kendine halîfe olarak yaratmıştı ve halîfenin kendisini temsil edebilmesi için Cenâb-ı Hakk’ı tanıması gerekiyordu. Cenâb-ı Hakk’ın insanı yaratması ile bilinme murâdı hâsıl olmuştur. İsim ve sıfatları ile bilinen Cenâb-ı Hakk’ın zâtı yine bir gizli hazine yani gayb olarak kalmıştır.

 

Âlemin yaratılışı muhabbet ve mârifetle oluştur. İbn-i Arabî buna; 

 

“Benim dînim muhabbet dînidir.” demiştir. Muhabbetle yaratılan insanın âlemdeki özelliği, yeryüzünde Allâh’ın iradesini temsil etmesidir. Yani O’nun adına hareket eden, emir ve yasakları uygulayan kişidir. 

 

İnsanın bir şekilde âlemi ve kendini tefekkür ederek bir yaratıcısı olduğunu kavraması mümkündür. Lâkin bu yaratıcının kendisini neden yarattığını anlaması, nübüvvetle gerçekleşmiştir. Bu yüzden tevhid akîdesi, Allâh’ı nübüvvetle bilip îmân etmektir. Yani Allâh’a, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in inandığı gibi inanmaktır.

 

Bu dünyada kendini tek ve benzersiz olarak gören insan için en zor olan da budur. Kendi gibi bir insanı peygamber olarak kabul etmek ve O’na tâbî olmak. Îmânın önemi de buradan kaynaklanmaktadır. Yani Allah Teâlâ’nın; «Kelime-i şahâdeti söyleyerek îmân edin.» dediği gibi îmân etmek. Bu îmânı taşıyan insanın, Allah adına bir sorumluluk yüklenmesinin de bir anlamı olacaktır. Yoksa kâfir için, Allah adına halîfe olmanın bir anlamı yoktur. 

 

Îmânın kemal bulması da; ahlâkın kemâle ermesi ve kişinin kendini tanıması ile Rabbini bilmesidir. Rabbini tanıyan ve halîfe olan insan, Peygamberi’ne de tam olarak ittibâ eder. Bu ittibâ için de tanımak ve sevmek çok önemlidir. Çünkü, kişi en çok sevdiğine benzemeye çalışır. Allâh’ı kâmil anlamda en çok Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tanımış ve sevmişse, Efendimiz’i tanıyıp seven kişi de aslında Rabbini seviyordur.

 

İnsan, îmân ile şeytanla yolunu tam burada ayırır. Îmân ederek Allâh’a sığınan ve Peygamberi’ni kabul eden insan, emr-i ilâhîye uymuş olur. Şeytan ise emr-i ilâhîye uymayarak huzurdan kovulmuştur. Emr-i ilâhiyeye uyan insanın yaratılış sebebi âyet-i kerîmede;

 

“Ben cinleri ve insanları ancak Ben’i tanıyıp Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) olarak bildirilmiştir.

 

Kul; emri dinleyen, Allâh’a ibâdet ve itaat edendir. Bu itaatin muhabbet ve aşk ile yapılması için de kişinin kendinde bulunan; kibir, büyüklenme, ucb gibi duyguları izâle etmesi gerekir. Çünkü kendinde bir varlık gören Hakk’ı gereği gibi tanıyamaz ve itaat edemez.

 

Hakk’ın emrine karşı çıkıp, kibirlenen şeytanın ayak izlerini takip etmemek için, kibrimizin ve azametimizin devâsı olan aşka yani îmâna tam teslim olmamız elzemdir. Bunun için de sıdk ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanımak ve tâbî olmak gerekir. Kişi tanıdıkça, cehâleti gider. Cehâlet; bilmezlik ve noksanlıktır. Nübüvveti bilmemek ve tanımamak da cehlin en büyüğüdür. 

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıdıkça, kalbimizde Allâh’a karşı olan muhabbet çoğalacaktır. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük gayesi, Allâh’ın rızâsını kazanabilmekti. Bütün gayret ve dâvâsı İ‘lâ-yı kelimetullah idi. Bizdeki ateşleyici özellik de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyarak aşka dönüşecektir. Bu aşk bizim kibrimizin devâsı olacaktır.

 

Kişi en çok kendi nefsini sever. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise her dâim; «Ümmetî!..» demiştir. İnsan, en çok kendine lütufta bulunanı sever. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise ümmetine karşı son derece merhametli ve şefkatli idi. İnsan en çok güzeli ve güzellikleri sever. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahlâken en güzel insandı. Kıyâmette dahî talebi, ümmetine şefaat etmek olacaktır. Hâl böyle olunca; akıllı insana düşen, en çok Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ etmek ve sevmek olmalıdır. İşte bu ittibâ bizi Allâh’a yaklaştıracak ve kibrimizin devâsı aşk oluşacaktır. Yazımıza Hazret-i Mevlânâ’nın, insanın Allâh’a bu yakınlığını anlattığı bir beyti ile son verelim. Duâ ve niyâzımız aşk ile olsun. Âmîn…

 

“Aşk milleti her milletten ayrıdır. Âşıkların milleti ve mezhebi Allah’tır.”

 

مثنویدن بیتلر – ۲٤ – دردیمزڭ دواسی اولان عشق