Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -23- YOLUN NEZÂHETİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

EHİL OLAN KONUŞSUN!

 

Tasavvuf sahasında olsun, diğer sahalarda olsun; zaman zaman ortaya bazı sözler, fiiller ve görüşler çıkıyor. Bunlar, ilk bakışta tereddüde düşüren yapıda olabiliyor. 

 

•Böyle sözleri söylemek doğru mudur? 

 

•Bunlar karşısındaki tavrımız ne olmalıdır? 

 

•Söyleyene göre değişir mi? 

 

Bu mevzular etrafında iki mühim kaide okuyacağız.

 

Otuz Dördüncü Kaide:

 

“Herhangi bir ilim dalında konuşan, (ders veren, konferans veren) bir kimse; 

 

•Eğer o ilmin fürûâtını aslına ircâ edemiyorsa, 

 

•Meseleleri delillerine dayandıramıyor, kaynağını fürûâtın içerisinden gösteremiyorsa, 

 

•Aklî meseleleri naklî meselelerle bağlayamıyorsa, 

 

•Naklî meseleleri (Kur’ân’dan ve Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in hadislerinden naklettiklerini, büyüklerin sözlerinden aktardıklarını) aklen îzah edemiyor ve bu nakilleri cevherlerine, madenlerine nisbet edemiyorsa, 

 

•Anladığını, o ilmin uzmanları tarafından ortaya konulmuş olan ilmî kabullere arz edemiyorsa; 

 

O zaman onun bu ilimde susması konuşmasından daha evlâdır.”

 

Yani tasavvuftan bahsedeceksiniz; eğer tasavvufun konularını Kur’ân ve Sünnet’e dayandıramıyorsanız, insanlara îzah edemiyorsanız, Kur’ân ve Sünnet’i tasavvufun konuları içerisinde ortaya koyamıyorsanız, aklî ve naklî meselelerini uzlaştıramıyorsanız, anlatmış olduğunuz konuları kaynağına ircâ edemiyorsanız ve tasavvuf ehlinin tasavvufla ilgili görüşlerini kendi anlayışınıza bir mîzan olarak, anlayışınızı onların bilgilerine arz edemiyorsanız o zaman susun! Susun da insanların kafasını daha fazla karıştırmayın. Çünkü bir meselede uzman diye ortaya çıkıp konuyu anlamadan, problemi çözmeden insanları yönlendirmeye çalışmak faydadan çok zarar verebiliyor.

 

“Çünkü;

 

Onun hata ihtimali isabet etme ihtimalinden daha fazladır. (Doğrudan daha fazla yanlışa yakındır.) Onun yanlışa düşürmesi, hidâyete vesile olmasının önüne geçmiştir.”

 

Böyle bir kişi; “Yarım hoca dinden eder.” sözünün bir misâli olur. Bilmeden konuşan kimse; insanları doğru yerine yanlışa, hidâyet yerine sapıklığa sevk eder. 

 

Böyle birinin susması hayırlı olur, denildi de; fakat hiçbir şey nakletmeyecek mi?

 

“Ancak;

 

Vehim uyandırmaktan ve müphemlikten berî/uzak bir sözü nakletmekle yetinmelidir.” 

 

Çetrefilli olmayan ve yanlış anlaşılma ihtimali bulunmayan sözleri nakledebilir.

 

“Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

 

«Nice fıkıh taşıyan kimse vardır ki, kendisi fakih değildir.»

 

Müellif’in bir kısmını aldığı hadîs-i şerîfin tamamı şöyledir: 

 

“Benden bir hadis işitip ezberleyen ve başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. 

 

Nice fıkıh taşıyan kimse vardır ki, kendisi fakih değildir. Nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki; kendilerinden daha iyi bilen, daha fakih olan insanlara onu aktarırlar.” (Ahmed, XXXV, 467) 

 

“Nice tebliğ eden kimse, kendisinden daha anlayışlı olana nakleder.” (Buhârî, Fiten, 8)

 

Sahâbe-i kiram, Efendimiz’den hadisleri naklettiler. Sonra tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nesilleri geldi. Hadis rivâyeti bir uzmanlık alanı hâlini aldı. Bu rivâyetlere, hadisçilerin gayretiyle ulaşan fukahâ; onları ele aldı, kaideleştirdi ve devâsâ bir fıkıh külliyâtı ortaya çıktı.

 

Binâenaleyh bir kişi; sadece nakil yapıyorsa ve bu nakil de yanlış anlaşılmalara mahal vermeyecekse makbuldür. 

 

“Onların nakilleri kabul edilir. O nakille alâkalı değerlendirmeleri kabul edilmez.”

 

İhtisas sahibi fukahânın ise hem nakli hem de onunla alâkalı değerlendirmeleri kabul edilir.

 

Müteâkip kaidede İmam Zerrûk, bu nakillerde karşılaşılan problemlere temas etmektedir:

 

TE’VİL ve RED ARASINDA… 

 

Otuz Beşinci Kaide:

 

“Furûa ait (tâlî) meseleler, asıl (delil) ve kaidesiyle itibara/dikkate alınır, değerlendirilir; 

 

•Eğer «asl»a (Kitap ve Sünnet’e) uyuyorsa, kabul edilir. 

 

•Eğer uymuyorsa (Kitap ve Sünnet’e veya apaçık aklî hakikatlere muvâfık değilse) bakılır;

 

Eğer ehliyeti varsa (bu konuları konuşma yetkisi olup da yanlış yapmışsa) bu görüş kendisine iade edilir / reddedilir.

 

Eğer bu söz kabul edilecekse te’vil edilir. Veya;

 

İlim ve dindarlık bakımından kâmil bir mertebesi varsa, onun nâmına o söz müsellem kabul edilir.” 

 

Bir meseleyi ortaya atan kimse; Kitap ve Sünnet’ten delil getiremiyorsa, iddiasını kabul etmeyiz. Adam diyor ki:

 

−Bu, böyledir.

 

−Delili var mı?

 

−Yok, ama büyüklerden biz böyle gördük!

 

−Kardeşim; Kitap ve Sünnet, büyüklerin büyüğüdür. Kitap ve Sünnet’ten kaynağı var mı?

 

Geçtiğimiz maddelerde, İmam Şiblî’nin; «Malın tamamını infâk etmek lâzım!» şeklindeki görüşü, Hazret-i Ebûbekir’in infâkıyla temellendirdiğini, bir asla bağladığını okumuştuk. Yani zâhiren bir asla istinâd etmiyor gibi görünse de, mütehassıs bir kişi onun temelini gösterebiliyor.

 

Bir kimse içtihad ehli olduğu hâlde yanlış yapabilir. Bu durumda iki sevap yerine bir sevap alacaktır. Ama yanlışı yanlıştır ve kendisine iade olunur. «İçtihad ehliyeti var» diye, her şeyini; yanlış mı doğru mu bakmadan kabul etmiyoruz. Şayet yanlış olduğunu anlarsak o zaman kendine; «Kusura bakma, bunu kabul etmeyiz.» diyoruz. Şayet te’vil kabul edecek bir tarzda ise, o zaman te’vil etme cihetine gideriz. 

 

Bunun gibi; nakledilen söz, bir mânâ büyüğüne ait olduğunda onu reddedip atmayız. İmkân varsa şer‘î bir esasa uygun şekilde te’vil ederiz. «Burada şunu kastetmiş olmalı.» deriz. Yoksa, o zaman kabul etmeyiz. 

 

Meselâ;

 

Vahdet-i vücûd bahsinde söylenen birçok söz, yazılmış birçok şiir, vahdet-i şühûd mantığı ile te’vil edilir. Yani eşyanın hakikati sabittir, fakat o kişi tesiri altında kaldığı mânevî hâl ve makam îcâbı, hepsini yok sayıyor. Biz de her şey Allâh’ın sıfatlarının tecellîleri olduğu için; «Böyle kabul edilebilir.» diyebiliyoruz. “Her şey O.” dese bile; “Her şey O’ndan.” demek istedi diyoruz. «Fânî»yi «gayr-i mevcut» saydı diyoruz. 

 

Bazen te’vil de edilemeyen bir söz var. Fakat onu söyleyen kişi, ilim ve diyânet açısından rütbesi kâmil bir âlim, bir ârif zât. Böyle durumlarda te’vil etmeyiz. Böyle zâtlara mahsus olmak üzere; “Hazret’in bir bildiği vardır.” der, bırakırız. 

 

Çünkü bize örnek teşkil edecek olan Kur’ân-ı Kerim’dir, Sünnet-i Seniyye’dir ve oradan beslenen istidlâllerdir. Eğer Kur’ân ve Sünnet’e doğrudan veya dolaylı dayanmıyorsa, bir büyüğümüz de bir şey yapmış olsa;

 

“–Tamam, onun vardır bir bildiği. O Kitap ve Sünnet’e bir şekilde dayandırabilmiştir.” deriz.

 

“Sonra böyle bir durumun ortaya çıkması, o aslın (o ilmin, o sahanın) kendisine zarar vermez.” 

 

 Filân tarîkatta filân mürid yanlış bir iş yaptı. Bu bozukluk onun tarîkatına, bütün tasavvuf yoluna mâl edilmez. 

 

“Zira fâsidin fesâdı (yanlış yapanın yanlışı) kendisine döner. Sâlih bir kimsenin iyiliğine bir zarar getirmez.”

 

İki arkadaş bir yolculuğa çıkmış. Arkadaşı hırsızlık yapmış. Bu onun suçudur. Diğerini doğrudan suçlu hâle getirmez.

 

Tıpkı bunun gibi ehl-i tasavvuftan birinin yanlışı, kendisini bağlar. Onun yanlışı tasavvufa mâl edilmez. Her îmalâtta, çürük ve defolu ürünler ortaya çıkabilir. 

 

“Mutasavvıfların ğulâtı, kelâm sahasındaki ehl-i ehvâ ve fıkıhçı görünümlü mecruh kişiler gibidir.” 

 

Tasavvufta zaman zaman; «ğulât» yani ğuluvve, aşırılığa düşen, pusulayı şaşıran kimseler zuhur etmiştir. 

 

•Mürşid gördüğü kişiyi fart-ı muhabbetle, hâşâ peygamber, hattâ Allâh’ın hulûl ettiği bir varlık sayan, şerîatı kendisinden kaldırılmış addeden, tesettürü reddeden vs. Bunlar şerîat dairesinden çıkmıştır.

 

Kelâm ve akāid sahasında da ehl-i sünnet dışı fikir ve düşüncelere kapılan fırkalar zuhur etmiştir. Bunlara topluca ehl-i ehvâ / indî ve nefsânî görüşlerine kapılan kimseler denmiştir. Misal verecek olursak;

 

•Cebriyye (kulun kendi fiillerindeki irade ve kesbini reddeden), 

 

•Kaderiyye (kaderi reddeden, kulun kendi fiilini yarattığını iddia eden),

 

•Müşebbihe (Allâh’ı sonradan yaratılmışlara benzeten), 

 

•Mücessime (Allâh’ı bu kâinatta gördüklerimiz gibi bir cisim şeklinde tasavvur eden), 

 

•Hâricîler (Günahkâr mü’mini tekfir edip kanını helâl sayan) ve daha birçok bâtıl fırka ve grup vardır. 

 

Bu bâtıl fırkaların ve grupların varlığı, sahih akāide bir zarar getirmez. Aynı şekilde tasavvuf ehli içerisindeki sapkın gruplar da; tasavvufun aslına, doğrusuna, sâlih olanına zarar vermez. 

 

Fukahâ arasında da problemli ve temelsiz fetvâlar veren, maddî veya siyâsî menfaati için dînî hükümleri esnetmeye kalkan, müftî-i mâcin dediğimiz zayıf karakterli kişiler zuhur etmiştir. 

 

Meselâ hilâfetin ilgāsı için meclis kürsüsünde nutuk çeken Seyyid Bey, meşhur ulemâdan biriydi. Usûl-i fıkıh sahasında kıymetli bir eser yazmıştı. Fakat siyasette büyük bir yanlış yaptı diye onun yanlışı bütün fukahâya, bütün fıkıh ilmine mâl edilir mi? Edilmez.

 

“(Yanlış söyleyenlerin) sözleri reddedilir. Onların fiillerinden uzak durulur. (Örnek alınmaz.) Kendilerini nisbet ettikleri hak ve doğru olan mezhep, (meşrep, ekol) onların varlığı sebebiyle reddedilmez. Allah, en iyi bilendir.” 

 

Yanlış söz ve davranışlara sahip birtakım kimseler, kendilerini ehl-i sünnet görüyor diye; “O zaman biz ehl-i sünnetten çıktık!” denilmez.

 

Fiilleri dinle, şerîatla bağdaşmadığı hâlde; “Biz de sûfîyiz, ehl-i tasavvufuz.” diye ortaya çıkan kişilere kızıp; “Bunlar sûfîyse ben sûfî değilim!” veya; “Ehl-i tasavvuf değilim!” demek, bir pire için yorgan yakmak misâline benzer. Sözleri reddolunur, yaptıkları kabul görmez. Herkes, kendi suçuyla yargılanır.

 

Şöyle itiraz edilebilir:

 

–Bu bozuk adamlar, o topluluğun içerisinde görünüyor? 

 

–Görünebilir. Bir katre necâsetin, koca bir deryâyı kirletmesi imkân ve ihtimal dâhilinde değildir. Binâenaleyh yanlış, yanlış yapanı bağlar, diğerlerini bağlamaz. 

 

Müellifimiz; tasavvuf âleminde çıktığı gibi, kelâm ve fıkıh sahasında da çürük elmaların zuhur ettiğini örnek verdi. Aynı husus, diğer sahalardan da örneklendirilebilir. Rüşvet alan bir hâkim, bütün hukuk câmiasını karalamaya sebep teşkil etmemelidir. Yolsuzluk yapan bir siyasetçi, bütün siyaseti lekelemeye bahane edilmemelidir. Mesele açıktır.

 

Rabbimiz, sözü dinleyip en güzeline uyanlardan eylesin. Âmîn…

شرعی قاعدەلرلە تصوف – ۲۳ –   یولڭ نزاهتی