Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -22- ŞERÎAT ve HAKİKAT

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

FAKÎH, AKĀİD ÂLİMİ ve SÛFÎ

 

Müellifimiz; fıkıh, tasavvuf ve akāid ilimlerinin arasında ortak olan ve farklılaşan yönlere işaret etmeye devam ediyor. 

 

Otuz İkinci Kaide:

 

“Bir şeyin maddesi, (onu var eden şey, onun malzemesi, özü) kaynaklarından (delillerinden) alınır (ortaya konulur). Başka şeyler de muhtevâda ona ortak olabilir. Ama o malzemenin kullanımında birbirinden ayrılır.”

 

Meselâ bir pencerenin de maddesi ahşaptır; kanepenin de ana maddesi, malzemesi ahşaptır. Binâenaleyh ahşap olma noktasında aynı malzemeyi kullanırlar ama birbirlerinde ortak oldukları yönler de vardır, ayrı oldukları yönler de vardır.

 

Hem tasavvufun hem fıkhın hem akāidin muhtevâsı aynı kaynaktan beslenmektedir. Her biri Kur’ân ile Sünnet’e dayanır. Fakat o kaynaklardan istifâde ediş şeklinde birbirinden farklılaşırlar. 

 

“Fıkıh da tasavvuf da usûl (akāid) de hepsinin kaynakları Kitap ve Sünnet’tir.”

 

Cenâb-ı Allâh’ın Hazret-i Peygamber Efendimiz’e gönderdiği Kur’ân’dır; Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in sünnetidir. Bir de;

 

“Kitap ve Sünnet’in kabul ettiği, teslim ettiği aklî kaidelerdir, hükümlerdir.”

 

Yani mantık kaideleridir. Binâenaleyh hem Kitap hem Sünnet hem de Kitap ve Sünnet’e dayanan kıyas (rey) bu tür alanlarda kaynak olarak kullanılmaktadır.

 

Ancak; 

 

Fıkıhtan hareketle bir fakîhin, 

 

Tasavvuftan hareketle bir sûfînin veya 

 

Akāidden hareketle bir akāid âliminin her ne kadar kaynakları Kur’ân ve Sünnet ise de bunların bakış açıları birbirinden farklı olabilir.

 

“Fakîh, hâdiseye zâhirî hükmün zâhirî bir amele sübûtu (dayandırılması) açısından bakar. Onu gerekli kılan kaide çerçevesinden değerlendirir.”

 

Meselâ namazın şartları 12’dir. Altısı içinden, altısı dışındandır. Fakîh; «Bir kişinin namazı sahih olmuş mudur, olmamış mıdır?» diye değerlendirirken, temel kriterlere bakar. Yani; 

 

Guslü ve abdesti var mı? 

 

Necâsetten tahâret var mı? 

 

Setr-i avret var mı?

 

İstikbâl-i kıble var mı? 

 

(…) 

 

Hepsi var. O zaman; “Bu namaz, geçerli bir namazdır.” diye zâhirî bir hüküm verir.

 

“Sûfî ise hâdiseyi, hakikat gözü ile, o hakikatin gerçekten var olup olmaması nokta-i nazarından değerlendirir.”

 

Yani namaz kılınmış ama; «Bu namaz, gerçekten Allah için kılınmış bir namaz mıdır? Allâh’ın huzûrunda olduğunun şuuru ile, hakikati ile kılınmış bir namaz mıdır?” Mutasavvıf meseleyi bu açıdan değerlendirir.

 

“Fakîh, sûfînin baktığı yönle yani zâhiri bâtınına kavuşturmak tarafıyla alâkadar olmaz.”

 

Yani bu adam öğle namazını kıldı. Bu namazında ne kadar Allah ile beraberdi, gönlü ne kadar Allâh’a teveccüh hâlindeydi? Fakîh ona bakmaz. O; «Kıbleye dönmüş mü, Fâtiha’yı, zamm-ı sûreyi düzgün okumuş mu?» vb. işin zâhirine bakar. 

 

Fakat bir mutasavvıf; “O, okuduğu Fâtiha’nın rûhuna vâkıf mı diye; hakikaten; 

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ

 

derken «sadece Allâh’a ibâdet etme ve sadece Allah’tan yardım talep etme» noktasında bir hakikati var mı?” diye bakar.

 

“Bir kelâmcı (bir akāid âlimi) ise; ilâvesiz, eksiksiz, nefiy ve ispat açısından bakar.” 

 

Nefy olumsuzlamak, ispat olumlamaktır. 

 

Kelime-i tevhid, nefy ve ispattır: 

 

“Allah’tan başka ilâh yoktur.” 

 

Arapça sıralamasıyla: İlâh yoktur sadece ve sadece Allah vardır

 

Kelâm âlimi, meseleleri selbî sıfatlar ve sübûtî sıfatlar açısından değerlendirir: 

 

Kişi, Allah’ta bulunmaması gereken sıfatları yok sayıyor mu? 

 

Allâh’ı eksikliklerden, noksanlıklardan tenzih ediyor mu? 

 

Cenâb-ı Allah’ta bulunması gereken sıfatları var kabul ediyor mu? 

 

Yani inanç bakımından inceler. 

 

Binâenaleyh hepsinin kaynağı aynıdır ama bakış açıları farklıdır.

 

Nitekim meslek erbâbı da öyledir. Yani farklı mesleklerden bir araya gelmiş olan bir grup arkadaş; bir memleket ziyaretine gitseler, herkes kendi alanı ile alâkalı merak ettiği şeyleri araştırır, sorar. Burada da durum böyle. 

 

Buradan hareketle; 

 

İbnü’l-Cellâ* (v. 306/918) şöyle demiştir: 

 

“Kim; 

 

Hak Teâlâ ile de, 

 

Halk ile de (yani insanlarla da) hakikat zâviyesinden bir muamele tesis etmeye kalkarsa bu adam zındıktır.»

 

Kim; 

 

Hak Teâlâ Hazretleri ile de, 

 

Halk ile de (insanlarla da) şerîat zâviyesinden bir muamele tesis ederse bu kişi sünnîdir (ehl-i sünnet ve’l-cemaatten bir kimsedir.)

 

Yani normal, sıradan bir müslümandır. Cenâb-ı Allâh’a karşı vazifelerini şerîat dairesinde yerine getiriyor. İnsanlara karşı olan sorumluklarını, vazifelerini de şerîat dairesinde yerine getiriyor.

 

“Kim;

 

Cenâb-ı Hak ile olan muamelesini hakikat üzerinden

 

İnsanlarla olan irtibatını da şerîat üzerinden götürüyorsa, bu kişiye mutasavvıf derler.”

 

Bu sözü îzah edelim:

 

Şerîat mertebesi her insan için lüzumlu asgarî hududu ifade ediyor. Allah ile de kulları ile de bu seviyeyi korumak gerekiyor. Bu seviyeyi koruyan fakat üstüne de çıkmayan kişi, normal bir müslümandır. 

 

Hakikat mertebesi ise, mâneviyat bakımından şerîatin daha üst bir seviyede yaşanma derecesidir. Ancak istismâr edilmemesi ve hakikat üzere olduğu iddiasıyla şerîatten taviz verilmemesi gerekir. 

 

Cenâb-ı Allah ile irtibatı hakikat üzerinden kurmakta bir hata yoktur. Fakat halk ile, insanlar ile olan muamelemiz şerîat üzerinden olmalıdır. Hakikat seviyesine çıkarma iddiası, şerîatten tavize dönüşmemelidir. 

 

Meselâ bir söz vardır:

 

“Benim malım benim, senin malın senin.” Bu şerîattir.

 

“Senin malın senin, benim malım da senin.” Bu tarîkattır.

 

“Ne benim malım benim, ne senin malın senin. Hepsi Allâh’ın…” Bu hakikattir. 

 

Binâenaleyh birisi bu seviyeyi istismâr edip, başka birinin malını alsa, çalsa; kendisini savunurken de; 

 

“–Kardeşim, mal senin değil ki! Mal da mülk de Allâh’ın.” dese bu adama zındık muamelesi yapılır.

 

Evet, Yûnus Emre Hazretleri ne diyor:

 

Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan mülk de yalan, 

Var biraz da sen oyalan. 

 

Lâkin insanlar arasında şerîat geçerlidir. Cenâb-ı Allah o malı birilerine emânet etmiştir. Binâenaleyh Allâh’ın emânet ettiğini; izinsiz, rızâsız almak ve ondan sonra da; 

 

“–Zaten bu Allâh’ın malı değil mi?” diyerek kalkıp bir de üste çıkmaya çalışmak, kabul edilebilecek bir durum değildir. Yine bu anlayışı; komünizme, sosyalizme esas görmek de asla kabul edilemez. Şerîatte özel mülkiyete izin verilmiştir. 

 

“Bu söz hayreti doğurabilecek bir sözdür.”

 

Ama yukarıda ifade ettiklerimizle uygun düşen bir sözdür. Binâenaleyh sûfî, hâdiseleri sûfî bakış açısıyla değerlendirir. Fakîh, meselelere yine fıkhın nazarından bakar. Bu roller değişecek olursa, problemler ortaya çıkabilir.

 

“Birazdan misallerle bu mesele daha iyi anlaşılacak.”

 

ZINDIK, SÜNNÎ ve SÛFÎ

 

Otuz Üçüncü Kaide:

 

“Bir şey; ancak misâli ile (anlatılınca, gösterilince) zâhir olur, (ortaya çıkar, netleşir), deliliyle de güçlenir.”

 

Her şey böyledir. Bazı ustalar örnek görmedikçe; tariften, çizimden anlamaz. Örneği görünce, iyice idrâk eder. Muhakemede de -emsal karar- gösterilince, hâkimin karar vermesi kolaylaşır.

 

Müellifimiz bu kaidede, İbnü’l-Cellâ’nın sözünü misallerle anlaşılır hâle getirecek:

 

“(Hak ve halk ile hakikat üzere irtibat kurduğunu iddia eden) 

 

Zındığa verilecek misal, cebrî kişinin misâlidir: 

 

(cebrî kişi) hikmeti ve hükümleri boşa çıkarmaya çalışır.”

 

Cebriyye; kader inancını, iradeyi red ve inkâr ederek imtihanı hükümsüz ve mânâsız kılacak bir şekilde istismâr edenlerin bâtıl görüşüdür. Meşhur ifadesiyle Cebriyye’ye göre kader karşısında insan, rüzgâr önündeki yaprak gibidir. Hayat boyu başına gelenlerde olduğu gibi, kendi amellerinde ve tercihlerinde de hiçbir iradesi ve dahli yoktur. Bu bozuk düşüncenin batıdaki karşılığı «Fatalizm»dir. 

 

Ehl-i sünnetin kader inancı ise, Allâh’ın sonsuz ilminin ve kudretinin bir neticesidir. 

 

“İlim, mâlûma tâbîdir. Mâlûm, ilme tâbî değildir.” 

 

Yani, kulunun dalâlete düşeceğini Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi, onu dalâlete icbar etmesi demek değildir. Dolayısıyla; 

 

Kul cüz’î iradesiyle kesbeder, 

 

Allah da, o seçimden râzı olmasa bile imtihan sebebiyle o kesbi halk eder. 

 

Allah Teâlâ; kulun bu tercihini, ilminin sonsuzluğu sebebiyle kul seçmeden önce de bilmektedir. 

 

Girift gözükse de şurası açıktır: Cebriyye’nin iddia ettiği gibi, kulu tercihlerinin mes’ûliyetinden kurtaran bir anlayışa, gerçek kader inancında yer yoktur. 

 

Cebrî der ki:

 

“Allah namaz kılmamızı murâd etmişse namaz kılıyoruz. Etmemişse kılmıyoruz. O irade etmişse günah da işleriz! Bizim irademiz yok, O’nun iradesi var.”

 

Bu düşünce; insanı, nefsânî davranışlara bahane ve mazeret üretmeye götürür. 

 

Bir sûfî de teslîmiyet ve mahviyet bakımından böyle düşünebilir. Amelleri içinde bütün hayırları Allâh’a nisbet eder. Cennete girenlerin diyeceği gibi:

 

“…Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık…” (el-A‘râf, 43)

 

Fakat suçları, yanlışları ve günahları Allâh’a nisbet etmek edebe mugāyirdir. Kur’ân kıssalarında bu nevi menfî hâllerde; 

 

“–Bana şeytan unutturdu.” (Bkz. el-Kehf, 63)

 

“–Bu, şeytanın işi!” (Bkz. el-Kasas, 15)

 

“–Nefsimize uyduk.” (Bkz. el-A‘râf, 23; Yûsuf, 18, 83) şeklinde ifadeler kullanma terbiyesi verilmiştir. 

 

Yine her şeyin ilâhî bir kader plânında olduğunu bilmemiz, insanlarla olan münasebetlerimizdeki hukukî zemini göz ardı etmemize yol açmamalıdır. 

 

Meselâ -Allah muhafaza- bir kişi, bir adam öldürüyor, sonra da;

 

“–Allah onun ömrünü bu kadar takdir etmiş. Ben sadece bir vasıtayım. Beni bundan neden sorumlu tutuyorsunuz? Ben onu öldürmeye mecburdum, çünkü Allah onu öldürmeyi bana yazmış.” diye bir argümanla ortaya çıkarsa işte bu kişi cebrîdir, şerîatin hükümsüz ve hikmetsiz olduğunu iddia etmektedir. Zındıklık yapmaktadır. Bu yönüyle dinle, diyânetle alâkasını koparmıştır.

 

Ama Allah ile olan muamelesinde bu tür değerlendirmeler yapılabilir. Saîd-i Nursî’nin güzel bir sözü vardır:

 

“Zâlim zulmünü icrâ eder, fakat kader adâlet eder.”

 

Gelip size biri tokat atmıştır. Evet, o tokat atana dönüp bakarsınız. Ama; 

 

“–Bu adam niye geldi de bu tokadı bana attı?” diye şöyle kendinizi yoklarsınız. Ve kendi kendinize; 

 

“–Benim filân zamanda, filân kişiye karşı bir yanlışım olmuştu. Adl-i ilâhî geldi onu benden işte bu zâlim eliyle aldı.” diye düşünürsünüz.

 

Bu, kulun Allah ile irtibatında düşünmesi gereken bir anlamdır. Fakat insanlarla olan münasebetlerimizi şerîat üzerinden götürmek zorundayız.

 

“(Hak ile ve halk ile şerîat üzerinden irtibat kuran)

 

Sünnî / (ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olan, âlem-i İslâm’ın kāhir ekseriyeti)nin durumu ise;

 

Şiddetli bir yağmur zamanı sığındıkları mağarada mahsur kalan ve en fazîletli amellerini vesile kılarak Cenâb-ı Hakk’a (kurtuluş için) duâ eden üç arkadaşın kıssası gibidir. Yine bunun gibi sâlih amellere teşvik, günahlardan sakındırma sahasında gelen sahih haberler ve onları destekleyen deliller de böyledir.” 

 

Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen Ashâb-ı Rakîm’in bu kişiler olduğu bildirilmiştir. Meşhur kıssayı hulâsa edersek;

 

Üç arkadaş yağmurlu havada bir mağaraya girerler. Toprak kayması olur ve mağaranın önünü büyük bir kaya kapatır. Uğraşırlar açamazlar. 

 

Sonra her biri Allah için olan en fazîletli amelini dile getirerek, onunla tevessül ederek Cenâb-ı Allâh’a yalvarırlar:

 

Biri anne-babasına yaptığı hizmet ve fedâkârlıktan söz eder.

 

Biri yanında çalışıp ayrılan bir işçinin hakkını, yıllarca koruyup geliştirdiğini ve sonra kendisine tastamam ödediğini anlatır. 

 

Biri de her türlü imkânı eline geçirmişken, arzu ettiği bir kadına ilişmeyip iffetini muhafaza ettiğinden ve o fakire karşılıksız yardım ettiğinden bahseder. 

 

Her biri bu amellerini arz edip şöyle duâ ederler:

 

“Yâ Rabbim! Eğer ben bu ameli sırf Sen’in rızân için yapmışsam, yapabilmişsem; içinde bulunduğumuz sıkıntıyı gider!”

 

Her duâ ile beraber taş yerinden biraz oynar. Üçüncü duânın kabul olmasıyla beraber de çıkabilecekleri bir aralık meydana gelir. (Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53, Büyû, 98, İcâre, 12, Hars, 13; Müslim, Zikir, 100; Ahmed, IV, 274)

 

Bu ve benzeri kıssalarda, şerîatin zâhirî bir tatbikatı mevcuttur. Allâh’a karşı kullukta da kullarına karşı muâmelâtta da şerîatin yerine getirilmesi mevzubahistir. 

 

“(Hak ile hakikat üzerinden, halk ile şerîat üzerinden irtibat kuran)

 

Sûfînin misâli, (hadîs-i şerifte anlatılan) 1000 dinar borç alan adamın durumu gibidir.”

 

Bin dinar, 4.250 gram altına denk gelir. Bugün hemen hemen 4 milyon TL civarında büyük bir meblâğ. 

 

“Borç istediği kişi;

 

«–Bana bir şâhit getir.» der.”

 

Vâdeli ve akçeli işleri yazıyla veya şâhitle kayda geçirmek Rabbimiz’in de tavsiyesidir. (Bkz. el-Bakara, 282) Çünkü ölümlü dünya, taraflardan biri vefât edebilir. Türlü hâdiseler yaşanabilir. Unutmalar, inkârlar, vehimler ve hâfıza karışıklıkları meydana gelebilir. 

 

“Adamcağız (o an için şâhit bulamayacağı için) der ki:

 

«–Allah şâhit olarak yeter!»

 

Borç verecek kişi bu sefer;

 

«−Bari bir kefil göster!» der.

 

Adam (şâhit bulamıyor, kefili nasıl bulsun?) Yine;

 

«–Allah kefil olarak yeter!» der. 

 

Borç verecek kişi râzı olur, parayı verir.”

 

Sûfîye gerçekten güzel bir misaldir! Adam; «Allâh’ın şâhitliğini veya kefil olmasını reddedemem.» diyor. Bu sûfiyâne bir bakış açısı.

 

Şerîat tavrında; 

 

“–Arkadaş, Allah kefil ama ben işimi sağlam kazığa bağlar öyle tevekkül ederim. Sen bir kefil bul da öyle gel!” diyebilirdi. Fakat borç isteyen kişi çaresiz kalırdı. 

 

Fakat bu sûfiyâne tavrın bir bedeli var. Adam borcunu ödemese;

 

“–Kıssada böyle anlatılıyordu, ben de adamdan şâhit istemedim; «Allah şâhittir!» dedim. Bugün adam paramı vermiyor, ispat edemiyorum. Bu kıssa beni zor durumda bıraktı! Hani Allah kefildi, nerede benim param?!.” diyemez. Çünkü eğer bunu diyeceksen, bu işe kalkışmayacaksın.

 

“Sonra ödeme zamanı gelir. Borcu alan kişi, (parayı hazırlamıştır. Ancak alacaklının bulunduğu yer ile arasında deniz bulunmaktadır.) Limana gider, kendisini alacaklısının bulunduğu yere götürecek bir gemi bakar. Fakat bulamaz.” 

 

Çaresiz kalır. Adama söz vermiş; 

 

“–Şâhidim Allah, kefilim de Allah!” demiş. Ne yapıp edip sözünü yerine getirmesi lâzım. 

 

“Büyükçe bir odun parçası bulur. Ortasını oyup içerisine bin dinarı ve olan biteni anlattığı bir not koyar. Kütüğü Allâh’a emânet edip denize bırakır. Ve bu para alacaklının eline ulaşır.”

 

Burada da borcu alan kişinin, hakikat üzerinden davranışına şâhit oluyoruz. Öyle bir tevekkül ki, 4 küsur kilogram altını denize bırakıyor. 

 

Allah da kendisine emânet edileni zâyî etmez. 

 

Ateşe atılan İbrahim -aleyhisselâm-’ı yakmamış, 

 

Bıçağın önüne yatan İsmail -aleyhissselâm-’ı kesmemiş, 

 

Denize bırakılan Musa -aleyhissselâm-’ı boğmamış, zâyî etmemiştir. 

 

Kıssanın Müellifimiz’in aktarmadığı tafsilâtı şöyledir:

 

“Alacaklı adam, sahile gelir. «Gelen bir gemi var mı?» diye bekler. Fakat gelen giden yoktur. O sırada sahile bir kütük vurur;

 

«–Bari şu kütüğü götüreyim de evde yakarız, kullanırız. Buraya kadar boşuna gelmiş olmayayım.» der. Denizin attığı kütük helâldir.

 

Alır kütüğü evine götürür. Kütüğü yarınca bir de görür ki içerisinde altınlar var, tam bin dinar. Bir de not var. Okuyunca olan biteni öğrenir.

 

Borçlu adam -hakikat tavrıyla- denize bıraktığı altınların, alacaklısına ulaştığından habersizdir. Bu sebeple -şerîatin gerektirdiği üzere- alacaklısına yine ilk fırsatta borcunu ödemek için ulaşır. 

 

(Gemiler sefere başlayınca) şerîatin hakkını yerine getirmek için ayrıca bir bin dinar daha hazırlayıp adama götürüp teslim eder. (Adamın yanına varınca, ulaştığını öğrenmiş olur.) (Buhârî, Kefâlet, 1; Büyû, 10)

 

Her iki kıssa da Buhârî’nin Câmiu’s-Sahîh’inde yer almaktadır.”

 

Çünkü şerîatimizin bize emri:

 

Elinden aldın, eline vereceksin. Verildiğinden emin olacaksın.Nitekim bir menkıbe anlatırlar:

 

Mahmud Sâmi Efendimiz -kaddesallâhu sirrahû- hâl ehli bir ihvânına haber gönderir ve der ki:

 

“−Ona söyleyin! Hacca gitsin! İmkânı var, imkânı oluştuğuna göre hacca gitmesi lâzımdır.”

 

Meğerse o hâl ehli olan ihvan, mânâ âleminde; yani Cenâb-ı Allah ile olan hakikat üzerinden oluşturduğu irtibatında hacca gidip gelmiştir. Sâmi Efendimiz de onun mânâ âleminde hac yaptığını biliyor. Fakat şer‘an ve zâhiren de gitmesi gerektiğini kendisine bildiriyor. 

 

Demek ki; 

 

Biz Allah ile olan, hakikat üzerinden tesis ettiğimiz münasebeti kendi içimizde ve özümüzde yaşayacağız. Ama insanlarla olan muâmelemizi şerîatin kaidelerine göre sürdüreceğiz. Onun için güzel söylemişler; «el kârda, gönül Yâr’da» olacak. 

 

Çünkü bu çizgiye riâyet edilmezse, yukarıda misalleri verilen; zındıklık, cebrîlik, miskinlik gibi istismarcılıklar devreye girer. 

 

Meselâ; 

 

–Allah herkesin rızkına kefil değil mi?

 

–Âmennâ kefil.

 

–E niye çalışıyım o zaman ben?!. Yatarım, oturur tesbihimi çekerim. Allah bana yazmış olduğu rızkı gönderir.

 

Böyle söyleyenleri Hazret-i Ömer Efendimiz hilâfeti zamanında dağıtmış, te’dîp etmiş. 

 

Niye? 

 

Çünkü Cenâb-ı Allah bize çalışmamızı emrediyor:

 

“De ki: «Ey Habîbim! Çalışın! Allah ve Rasûlü sizin çalışmanızı, amelinizi görsün!»” (et-Tevbe, 105)

 

Binâenaleyh; 

 

Tasavvufun özelde yaşanması gereken irtibatları dışa vurulursa, bu bir hareket tarzı olarak müdafaa edilmeye başlanırsa, o zaman Bâtınîlik dediğimiz zındıklığın bir türü izhâr edilmiş olur.

 

“Yine sûfiyâne bakış açısına bir başka misal (İnsan Sûresi’nde yoksul, yetim ve esire yemek yediren kişilerin söylediği) şu sözdür:

 

«–Biz sizi Allah için doyurduk! Sizden bir teşekkür, bir karşılık beklemiyoruz. Biz Rabbimiz’den korkuyoruz. O çetin günden, asık çehreli günden Allâh’a sığınıyoruz.» (el-İnsân, 9-10)

 

Burada yemek yedirenler, korkunun sebebini amelin sebebi olmaktan tecrit ettiler. Allah en doğrusunu bilir.” 

 

Açları doyurmak, şerîat vazifelerindendir. Karşılığında da sevâba nâil olunur. Yapılmazsa cezası vardır. Açları bu niyetle doyurmak sünnî yani normal müslüman yaklaşımıdır. Burada ise hakikat seviyesinde, yani sevap ummak ve cezadan kaçınmaktan daha öteye ulaşmış bir Allah korkusu vardır. Çünkü karşılık dahî beklemediğini ifade ediyor.

 

Bir başka husus:

 

Allah ile olan hakikat münasebetinde kullardan teşekkür istemiyor. Fakat insanlara bakan boyutunda size bir iyilik yapana teşekkür etmeniz lâzımdır.

 

“−E kardeşim, niye teşekkür edeyim ona ben?!. Bunu bana Allah gönderdi. Onu vasıta kıldı, bu onun vazifesi.” deyip, teşekkürü esirgemek en basit ifadesiyle kabalık olur.

 

Sûfî hâline bir başka misal:

 

“Bir adam Şiblî Hazretleri’ne sorar:

 

«−Beş deveden ne kadar zekât verilir?»

 

Hazret şöyle der:

 

«−Farz olan bir koyun vermektir. Bize göre ise hepsini Allâh’a vermek lâzımdır.»

 

Adam şaşırır ve sorar:

 

«−Senin bu hususta bir delilin, bir dayanağın var mı?»

 

Şiblî Hazretleri şöyle cevap verir:

 

«−Evet, (bu hususta ölçümüz) Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’tır. (Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz Tebük Seferi hazırlıklarında herkesten maddî yardım isteyince ve diğer pek çok zamanda) Ebûbekir Efendimiz bütün malını getirip Allah ve Rasûlü’ne teslim etti.»

 

Şiblî Hazretleri suâlin cevabını şöyle tafsilâtlandırdı:

 

«–Malının tamamını infâk eden kimse için imam / örnek aldığı önder Hazret-i Ebûbekir’dir. O da malının tamamını Allah için infâk etti.

 

Malının yarısını infâk edip, yarısını tutanın imamı ise Hazret-i Ömer’dir.

 

Kim Allah için alır, Allah için verir, Allah için biriktirir, Allah için tutar; onun da önderi Hazret-i Osman Efendimiz’dir.

 

Dünyayı ehl-i dünyaya bırakanların önderi, pîri, Hazret-i Ali Efendimiz’dir. -radıyallâhu anhüm ecmaîn-

 

İnsanı dünyayı terk etmeye götürmeyen, (Allah ile buluşturmayan, dünyalık peşinden koşturan) hiçbir bilgi, ilim değildir.»

 

Bu söz bu sahada çok mühim bir kaide vaz etmektedir.”

 

Müellifimiz hakikaten zındık, sünnî ve sûfî yaklaşımlarını gayet güzel misallerle anlattı. Zâhir ve bâtın münasebetinde riâyet edilmesi gereken çizgileri ortaya koydu. 

 

Cenâb-ı Hak, ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinden ayırmasın. Mânevî terakkîde rızâsından ayırmasın. Sûfî olmak iddiasıyla yola çıkıp zındıklığa dûçâr olanlardan eylemesin. Âmîn… 

 

_________________

 

* Ebû Abdillâh Ahmed bin Yahyâ el-Cellâ Bağdatlı sûfî.