Hazret-i Mevlânâ ve Şeb-i Arûs Hakkında –Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat– HAK DOSTLARININ SÖZCÜSÜ

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hak dostlarının tercümanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri; 17 Aralık 1273 gecesi Hakk’a irtihâl eylediği için, her yıl aralık ayında, husûsî plânda Hazret-i Mevlânâ’yı, umûmî plânda da Hak dostlarını hatırlıyoruz, rahmetle ve minnetle yâd ediyoruz. 

 

Efendim, Hak dostu olmak ne demektir? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

Hak dostları, mâneviyat yolunda zâhir ve bâtınlarını ikmâl etmiş müstesnâ şahsiyetlerdir.

 

Hak dostları; nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye neticesinde, «mârifetullah»ta yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımak husûsunda merhaleler katederek davranış mükemmelliğine ulaşmış bahtiyarlardır.

 

Hak dostları; nebevî irşad ve takvâ rehberliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzîde talebeleridir. Kıyâmete kadar, Efendimiz’in tezkiye ve irşad vazifesinin vârisleridir.

 

Hak Teâlâ, kendisine dost olana çok büyük mükâfatlar va‘dediyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَآءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ

 

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

 

Demek ki;

 

Âhiret yolculuğunda insanı dehşetlere düşürecek, hüzünlere gark edecek, ağır ve korkunç hâdiseler yaşanacak… Bunlardan Hak dostları muhafaza olacak. 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın şu ifadeleri, bizleri ne kadar duygu derinliğine götürmektedir:

 

“Ey oğul! 

 

Herkesin ölümü kendi rengindedir. İnsanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

 

“Ey ölümden korkup kaçan kişi! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”

 

“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir…”

 

Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre farklı bir iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, son nefesten önceki nefeslerimiz de böyledir. Yani son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır.

 

Bilmeli ki;

 

Ancak Cenâb-ı Hakk’a dost olabilenler, dünyadan başlayarak âhiretin o tehlikeli yollarında ilâhî muhafaza altında olacaklar. 

 

Ne büyük bir müjde!.. 

 

Hak dostları, bu muhteşem seviyeye nasıl ulaşıyorlar? 

 

Önce nefsânî arzuları bertaraf ederek tezkiye-i nefs; sonra ibâdet, takvâ ile kendilerini irşâd etmek sûretiyle… Bu gayretlerin özünde malzeme olarak; çok kuvvetli, derin bir muhabbet var. Muhabbetin neticesinde âdâb neş’et etmekte. Âdâbın tezâhürü; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, gölgenin gövdeye sadâkati gibi tam bir ittibâ… 

 

Daha sonra kendilerini toplumun irşâdından mes’ûl görerek, cemiyeti takvâya yönlendirirler. Gönülleri; bütün varlığı, mü’minleri, insanları, mahlûkātı hattâ cemâdâtı içine alan bir dergâh hâlindedir.

 

Hak dostlarının en büyük fârik vasıfları merhamettir. Kendilerini toplumun akışından mes’ûl görmeleridir. 

 

Hazret-i Mevlânâ bu sonsuz şefkat ve merhameti ne güzel anlatır:

 

Şems bana şu hâli öğretti:

 

«–Yeryüzünde bir üşüyen varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin!»

 

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum.”

 

Bahâeddin Nakşibend Hazretleri; mürşidi Emir Külâl Hazretleri’nin emriyle, yıllarca yolları süpürdü, hasta insanların ve hasta mahlûkātın bakımıyla meşgul oldu, ağır hastalara bilhassa hizmet etti. Kendisi buyurmuştur ki:

 

“–Mânevî derecelere daha ziyade bu hizmetler vesilesiyle nâil oldum.”

 

Çünkü bu hizmetler, insanı hem tevâzu sahibi kılmakta hem de merhamette zirveleştirmektedir. 

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri; Bursa kadısı iken, itibar ve şöhretin enâniyetini terk edip dergâhta tuvalet temizledi. Pazarlarda kaftanıyla ciğer sattı. Bu mânevî terbiye neticesinde; hem halkı, hem de cihâna yön veren sultanları irşâd eden bir Hak dostu oldu. 

 

Hak dostları; nâil oldukları ilâhî feyizler ve irşâd usûlleri bakımından farklı meşreplere sahiptirler. Kimisi sükûtun derinliğiyle irşâd ederken, kimisi mârifetullah gülistanında bülbül kesilmiştir. Kimisi sohbet vâdisinde müsterşidleri irşâd ederken; kimisi şiir ve edebiyat sahasında temsilin kuvvetini, hakikatleri ifadeye vasıta kılmıştır. 

 

Bu mânâda; 

 

Hazret-i Mevlânâ; âdetâ bütün «evliyâullâh»ın sözcüsü, hakikatlerin, sırların, hikmetlerin ve rumuzların tercümanı mesâbesindedir. 

 

Bidâyette Selçuklu medresesinin dersiâmı idi. Zâhirî ilimlerin zirvesiydi. O hâline; «Hamdım!» dedi. 

 

Ondaki istîdâdı keşfeden Şems ile tanıştı. Kâinat kitabının esrârını okumaya başladı. Bu devresini; «Piştim!» diyerek tarif etti. 

 

İlâhî esrârın yakıcılığından kavrulma hâlini ise; «Yandım!» diyerek ifade eyledi. 

 

Mevlânâ Hazretleri, ancak bu yanıştan sonra Mesnevî ve benzeri eserlerini kaleme aldı. O eserlerle insanların gönül dünyalarını tenvir etti. 

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hak dostlarının, kalplerini tasfiye neticesinde bu müstesnâ mertebelere vâsıl olduklarını ifade buyurdunuz. 

 

Kalbin, bilhassa selîm bir kalbin, mâneviyat yolculuğundaki ehemmiyeti husûsunda neler söylemek istersiniz?

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı, cemâlî sıfatlarıyla tecellî ettiği, en istîdatlı mânevî letâiftir.

 

Lâkin unutulmamalıdır ki;

 

Kalp ancak nefsânî arzulardan temizlendikten sonra şeffaflaşır, berraklaşır ve cemâlî sıfatları alıcı hâle gelir.

 

O kalp Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kalp olur. Sırlar ve hikmetler o kalpte tecellî eder. Böyle bir kalp, Cenâb-ı Hakk’ın dostudur. Âhiretin dehşetli geçitlerinde, korku ve hüzünden emin ve âzâde olur. 

 

Bu dostluk makamı;

 

Kulun Rabbine karşı bütün renklerden temizlenmesinden sonra nasîb olan bir lütuftur. Bir kul; kendine dair hiçbir renge değil, yani aklına ve nefsâniyetine değil sadece Allâh’ın rengine büründüğünde bu lutfa nâil olur. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًۘ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ

 

(Şöyle deyin: 

 

«–Biz) Allâh’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.»” (el-Bakara, 138)

 

Allâh’ın rengi, en öz mânâsıyla yüce Kur’ân’ı ve sevgili Peygamberi vasıtasıyla bizleri mükellef kıldığı yüce hakikatlerdir. Allâh’ın rengine bürünmek de bu hakikatler üzere yaşamak ve cemâlî sıfatlar ile muttasıf hâle gelebilmektir.

 

O vakit kalp musaffâ / parlak ve net bir ayna hâline gelir. O aynada, herkesin kendi nisbetine ve nasîbine göre nice sırlar ve hikmetler temâşâ edilir. 

 

Ancak dâimâ berraklık ve sâfiyet şarttır. Başka renklerin aynada perde oluşturmaması şarttır. 

 

Nitekim;

 

Suların hâli de buna güzel bir misaldir.

 

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

 

“Mârifet; renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır. Yani nefsânî sıfatlardan arınarak cemâlî sıfatların tecellîsine nâil olmaktır. Nitekim göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki güneştir.”

 

Gerçek saâdet ve saltanat Allâh’ın rengine boyanabilmektir.

 

Hakikaten;

 

Suların herhangi bir rengi yoktur. Denizlerin rengi, göklerin rengindedir. Yani «sıbğatullâh»a bürünmüştür bütün sular.

 

Her yerde «sıbğatullâh»ı yansıtır, bunun için hayat vesilesi kılınmıştır.

 

Aynı şekilde;

 

Bütün renklerden kurtulup, temizlenip de berrak hâle gelen bir kalp de;

 

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

 

“…Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyetine mâkes bir kıvamda yaşar.

 

Kezâ o;

 

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

 

“…Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16) âyetinin idrâki içindedir.

 

İşte kâmil insanın yegâne rengi, bu idrakten ibarettir.

 

Nasıl ki;

 

Sakarya, Karadeniz’e ulaştığı zaman, Sakarya’nın rengi Karadeniz’e dönüyor ve kendi rengi kalmıyor ise, aynı şekilde Allâh’a olan müstesnâ bir yakınlık ve beraberliğe mazhar olanların kalplerinde de böyle bir tecellî meydana gelir. Yani Allâh’a yakınlıkta ve beraberlikte fenâ-fillâh olan o kalpler, kendi renkleri itibarıyla tamamen hiçleşmiş ve ancak Allâh’ın rengi ile hayat bulmuşlardır.

 

Şair ne güzel ifade etmiştir:

 

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan.

 

Bu hâlin zirvesi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. 

 

Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

 

Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kāim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim!..

 

“Bu cihan, her varlığın Allah ile kāim olduğu, O’nun var etmesiyle, O’nun sıfat tecellîleriyle zuhûra geldiği bir ayna mesâbesindedir. Yani her varlık ilâhî sıfatların yansıdığı birer aynadır. 

 

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o muhteşem berrak gönül aynasında ise, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları, en mükemmel şekilde temâşâ edilir.”

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Vefâtının üzerinden 749 yıl geçmişken, Hazret-i Mevlânâ’yı gönüllerde böylesine canlı ve zinde tutan sır nedir? 

 

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Bu sır, Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına bir lutfudur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا

 

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, çok merhametli olan Allah, onlar için (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

 

Allah Teâlâ; velî kullarının irşâd ömürlerini, fânî vücutlarının vefât etmesinden sonra da mânen devam ettiriyor. 

 

Düşünelim… 750 sene evvel nice âlimler, nice dersiâmlar yaşadı. Fakat onların adını dahî bilmiyoruz. Fakat Hazret-i Mevlânâ; gayr-i müslim dünyada dahî Rûmî adıyla bilinmekte, eserleri okunmakta, hidâyetlere vesile olmakta…

 

Pakistanlı İslâm âlimi Muhammed Hamîdullâh’ın bir mektubunda yazdığı şu satırlar da Hak dostlarının uzun ömürlü irşad tesirinin güzel bir ikrârıdır:

 

“Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki; (hidâyete eren) hıristiyanları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu mevzuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir mevzuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Mâneviyat dışında gerçek bir tesir gücünün olmadığını fark ettim.

 

Şimdi inanıyorum ki; 

 

Hülâgû’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.

 

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf husûsunda yazılan bazı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. 

 

Anladım ki; 

 

Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.”

 

Aslen hıristiyan iken, Mesnevî vesilesiyle hidâyete eren rahmetli Farsça hocam Yaman Dede’ye;

 

“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulmuştu. 

 

O da;

 

“–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu ve Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesile oldu. Beni ateşten kurtaran bir Hak dostunu anlatmaktan, onu duâ ve şükrân ile yâd etmekten daha güzel bir vefâ borcu olabilir mi?” derdi.

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın mesajının özü nedir? 

 

Onunla aynîleşen; «Gel, ne olursan ol, yine gel!» davetini nasıl anlamalıyız? 

 

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Hak dostlarının gönülleri öyle bir tamirhânedir ki, en perişan hâldeki insana dahî merhamet kucağını açar ve davet ederler. Dâimâ şefkatle bağrına basmak ve huzura kavuşturmak isterler. 

 

Çünkü onlar; günaha olan nefretlerini, günahkâra aksettirmezler. Her mücrimi yaralı bir kuş gibi görürler, onu tedavi etmeyi kendi üzerlerine vâcib addederler. 

 

Hazret-i Mevlânâ’ya nisbet edilen mâlûm kıt‘adaki hakikat budur:

 

بَاز آ بَاز آ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَاز آ گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْپَرَسْتِی بَاز آ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَاز آ

 

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel! Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

 

Bu söz;

 

Hidâyete davettir. Tevbeye davettir. Rahmet-i ilâhiyyeye davettir.

 

Bu sözü; 

 

“Putperest de olsan biz seni öyle kabul ederiz. Putperest veya mecûsî olman bizim için bir problem değildir. Dergâhımıza seni bu hâlinle de alır, seni böyle de kabul ederiz.” şeklinde anlamak doğru olmaz. 

 

Buradaki; «Gel!»; ye’se düştüğü için kaçan, utanan ve uzak düşen birine söylenen; 

 

«–Dön gel! Geri gel!» hitâbıdır. 

 

«–Geri dön, aramıza gel! Bu merhamet dolu gönülde tamir gör! Yani iç âlemini tezkiye et! Ebedî huzur ve saâdete nâil ol!» demektir. 

 

Hazret-i Mevlânâ bu davetini fiilen de gerçekleştirmiş; dergâha giren sarhoş bir kişiyi, onu hırpalamak isteyen müridlerin elinden şefkatle almış ve irşâd etmiştir. 

 

Hakikaten; 

 

Tasavvufun yaşandığı ve yaşatıldığı dergâhlar, toplum için, ümmet için âdetâ birer rehabilite merkeziydi. 

 

Meselâ; hanımıyla münakaşa eden kişi, dergâha gelir, sohbeti dinler, çoğu kere derdini bizzat açmasa bile reçetesini alır ve huzur bularak evine dönerdi. 

 

Esnaf, dürüstlüğü, el aldığı ahî mürşidinden öğrenirdi. Evlât, anne-babaya hürmeti; muzdaripler, sabrı ve istiğnâyı; zenginler, infâkı ve şükrü; ezcümle, mü’minler güzel ahlâkı dergâhlarda yaşayarak tâlim ederlerdi. 

 

Bu kuvvetli ve mânevî terbiye sayesinde; o toplumda boşanma ve kavga, aile içi şiddet, anne-babaya hürmetsizlik gibi menfî hâller pek nâdir görülürdü. Âdetâ meçhuldü. 

 

Hak dostları sadece halkı değil, sultanları da terbiye etmişlerdir. Atâ Tarihi’nde geçen rivâyete göre Hazret-i Mevlânâ da Osman Gazi’yle görüşmüş ve onun neslinin büyük bir devlet nasîbine mazhar olacağı beşâretinde bulunmuştu. 

 

Hazret-i Mevlânâ’yı istismâr edenler; onu hümanist bir mütefekkir, mistik bir şair gibi göstermeye çalışanlar olmuştur. Ancak o kendisini şöyle tarif ediyor:

 

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

 

“Kur’ân’ın kölesiyim. 

 

Ben Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım.

 

Eğer bir kimse benim sözlerimden bundan başka (bu istikametin dışında) en ufak bir söz naklederse, o kişiden de bîzârım, onun sözünden de bîzârım!..”

 

Sahâbe-i kiramdan Ebu’d-Derdâ Hazretleri;

 

“–Kuyuya düşen kimseye ip uzatmaz mısınız?” diyerek, günaha düşen kişiye imdat etmeyi tavsiye eder. (Bkz. Abdürrazzâk, XI, 180) 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın daveti de bu muhtevâda bir merhamet ve hidâyet rehberliğidir.

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’ye; «Bişnev / Dinle!» diye başlamakta… Burada «ney»in temsil ettiği hakikat hakkında neler söylersiniz? 

 

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Belâgat ve edebî kelâmın zirvesi olan Kur’ân-ı Kerim’de ve cevâmiu’l-kelim / özlü söz söyleme husûsiyetinin sahibi olan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şeriflerinde, mücerred hakikatlerin müşahhas temsiller ve teşbihler ile ifade edildiğini görürüz. 

 

Meselâ âyet-i kerîmede; infâkın kat kat fazla ecirle mükâfatlandırılması, toprağa ekilen bir tanenin, her birinde yüz tane olan yedi başak bitirmesiyle ne güzel ifade edilmiş ve âdetâ tasvir edilmiştir. 

 

Hadîs-i şerifte de; mü’minin temizliği, kimseye zarar vermeden, dâimâ faydalı olma azmi, konduğu yere zarar vermeyen, temiz yiyip temiz üreten bal arısına benzetilmiştir. 

 

Hazret-i Mevlânâ da, devrinde çok makbul olan şiir lisânıyla; rumuzlarla dolu hikâyeler, kıssalar ve temsiller içerisinde mücerred hakikatleri terennüm etmiştir. 

 

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sine; «Ney’i dinle!» diye başlar. 

 

Burada;

 

«Ney» bir rumuzdur.

 

Yani; 

 

Mevlânâ’nın ifadesinde «ney» tabiriyle asıl kastedilen kâmil insandır. Hasret sancısı ile vuslat iştiyâkı arasında perde perde yükselen yanık bir «ney mazmûnu» ile, bu gurbet dünyasından Allâh’a doğru aşkın yolcusu olan kâmil bir mü’min temsil edilmektedir. 

 

Ney, kamışlıktan kesilir ve kurutulur. Sonra bağrı dağlanarak delikler açılır. Sazlık, suyun bol olduğu bir yer iken; ney artık o sılasından, vatanından uzaktadır. Bu sebeple neyden o ayrılığı ifade eden, içli ve yanık bir ses duyulur. 

 

İnsan da, Cenâb-ı Hakk’a; «Belâ! Sen Rabbimiz’sin!» diye ikrarda bulunduğu ruhlar âleminden kopup bu gurbet diyarı olan dünyaya gelmiştir. Dünya, mü’minin zindanı ve ayrılık diyarıdır. 

 

Lâkin gaflet ve dalâlet, insanı ihâta edince; 

 

“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, âmâdırlar!..” (Bkz. el-Bakara, 18) sırrı tecellî eder. 

 

Hak dostu mürşid-i kâmiller ise, insanı; hak ve hakikatleri işitmeye, görmeye ve ikrâr etmeye davet ederler. Kur’ân’ın sedâsını, Allah Rasûlü’nün davetini; ezanları, vaaz ve irşadları dinlemeye; o hakikatlere kulak vermeye, gönül vermeye çağırırlar. 

 

Mesnevî’nin ilk iki beyti şöyledir:

 

بشنو اين نى چون حكايت مى‏كند

از جـدايى‏ها شـكـايـت مـى‏كـند

 

“Şu «ney»in neler söylediğini can kulağı ile dinle, o ayrılıklardan şikâyet etmededir.”

 

“(Ney, hâl dili ile diyor ki:) Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, feryâdımdan; duygulu olan erkek de, kadın da inlemekte, ağlamaktadır. Şu var ki beni dinleyen her insan, benim neler dediğimi anlayamaz.”

 

Yani Mevlânâ Hazretleri; burada kendisini dinleyip çok beğenen, duygulanan insanların da birçoğunun, kendi söylemek istediği hakikati tam mânâsıyla anlayamadıklarından şikâyet etmektedir. 

 

Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’deki bir rubâîsinde de, ney temsilini îzâh etmekte:

 

بشـنو ز تـونى چـها چـها مى ﮔـويد

اسـرار نـهـفـت كـبـريـا مـى ﮔـويد

دل خسته، درون شكسته، سرداده به

بى نطق و زبان خدا خدا مى ﮔـويد

 

“Neyi dinle, (bak) neler neler anlatıyor; o, Hakk’ın gizli sırlarını söylüyor.

 

Âşıklar gibi onun da yüzü sapsarı, gönlü yaralı, içi boş, başını aşk havasına vermiş de; sözsüz ve dilsiz olarak; «Allah!.. Allah!..» deyip duruyor.”

 

«Ney»in içi boştur. Yani ondan çıkan ses, aslında ona üfleyenin nefesidir. 

 

Hak dostlarının feyiz ve rûhâniyet ile te’lif ettikleri eserlerde, ilâhî sır sebebiyle, hikmet ve isabet bereketi hâsıl olur. Okuyan ve dinleyenler, «söyleyeni değil söyleteni» dinlerler.

 

Böyle bir olgunluk kıvâmı, Allâh’ın kuluyla dost olduğu bir makamdır.

 

Kudsî hadîs-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: 

 

“Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır. Nihayet Ben onu severim. 

 

Kulumu sevince de Ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum…” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

 

İnsanlarla ortak kaderi paylaşan «ney»in ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında, Mevlevî kaynaklarında mecâzî yorumlara dayalı olarak şöyle bir temsîlî hikâye nakledilmiştir:

 

Hazret-i Ali, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde yetişmiş ve ilim şehrinin kapısı olma şerefine mazhar olmuştu. Elbette ki o kapıda nice sırlar ve hikmetler de kendisine verilmişti. Bu sırların ağırlığı nisbetinde Hazret-i Ali’nin bazen tahammülü zorlanıyor, iki büklüm oluyordu.

 

Bir gün;

 

Hazret-i Ali; ferahlamak için sahrâlara gitti. Derûnunda sakladığı esrârı, susuz bir kuyuya döktü. Bir vakit geçince, kuyu suyla dolup taştı. Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirdi ve burada kamışlar bitti. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir çoban, bunlardan bir tanesini kesti ve ondan «ney» yaptı. 

 

Fakat «ney»den çıkan bu ses, o kadar içli ve yanıktı ki; herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftun oldu. Onunla ağladı, onunla gülmeye başladı. Çobanın şöhreti kısa zamanda yayıldı ve Arap kabîleleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başladılar. (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 440)

 

İşte Mevlânâ’nın Mesnevî’si, kulaklardaki bu hoş nağmelerin ve taşıdığı esrârın yazıya dökülmüş mecâzî şeklidir.

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın semâını nasıl idrâk etmeliyiz? Bugün aslından gitgide uzaklaşan ve salon gösterisine dönüşen semâzenliğe nasıl bakılmalıdır?

 

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Semâ bir zikir hâlidir. Cezbe içinde Cenâb-ı Hakk’ı anmaktır. Şekil olarak semâyı dînî bir rükün olarak değerlendirmek, doğru değildir. Onun içinde yer alan zikrin de asıl maksadından çıkarılıp bir folklora dönüştürülmesi makbul değildir, yanlıştır. 

 

Elbette;

 

Cenâb-ı Hakk’ı çokça anmak ve her hâl üzere (ayaktayken, otururken ve yanları üzerineyken) zikretmek, emr-i ilâhîdir. 

 

Bu itibarla;

 

Hazret-i Mevlânâ feyiz ve rûhâniyetin galebesiyle, zaman zaman cezbe hâlinde dönmeye başlardı. Bir kuyumcu tezgâhındaki çekiç sesiyle dahî bu cezbenin harekete geçtiği olurdu.

 

Mevlânâ’nın bu hâli, Dâvud -aleyhisselâm-’a da benzetilir. Hazret-i Dâvud, Zebûr’u dağlara ve sahrâlara çıkarak yanık ve câzip sesiyle okur, çevredeki canlılar hattâ eşya bile bu tesirle, cezbeye kapılır ve zikre katılırdı.

 

Mevlânâ Hazretleri de; gönlündeki aşk neşîdelerini, ilâhî ve kasîdelerini, Meram Bağları’nın zümrüt gibi yeşilliklerine, şırıl şırıl akan sularına karşı okur ve cezbe ile semâ ederdi.

 

Mevlânâ, şiiri ve güzel sesi gaye olarak değil fakat gayesine ulaştıran müessir birer vasıta olarak kullanmayı bilmiştir. (İrfan GÜNDÜZ, Mevlânâ, İrşad ve İnsan, 7-8)

 

Bir Mevlevî şeyhine sormuştum. Semâın, asr-ı saâdette yaşanan şu hâdiseye dayandırılabileceğini söylemişti:

 

Yıllarca Habeşistan’da vazifede bulunan Câfer -radıyallâhu anh-, Hayber’in fethini müteâkip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına dönmüştü.

 

Allah Rasûlü -aleyhisselâm-, Hazret-i Câfer’e önce;

 

“–Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular. Sonra Hazret-i Câfer’in alnından öperek;

 

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 414)

 

Câfer -radıyallâhu anh-, bu muhteşem iltifat ile heyecanlandı ve vecde geldi. Sevincinden, mâsum bir çocuk gibi tek ayak üstünde Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in çevresinde dönmeye başladı ve kendinden geçti. (Ahmed, I, 108; İbn-i Sa‘d, IV, 35)

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Câfer -radıyallâhu anh-’ın bu hâline mânî olmadı. Bu sebeple; samimî bir vecd ile husûle gelmesi şartıyla semâın, takrîrî sünnet olduğu ifade edilmiştir.

 

Bir elin yukarıda, bir elin aşağıda durduğu semâda yer alan bir başka mânâ;

 

Hak’tan alıp halka vermeyi temsildir. Bunun hakikati şu âyettir:

 

وَاَحْسِنْ كَمَا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ

 

“…Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77) 

 

Semâ, zerreden kürreye cemâdat âleminin de zikridir. Atomlardan galaksilere her şey, bir merkez etrafında dönerek Hakk’ı zikretmektedir. 

 

Lâkin günümüzde; 

 

Mesnevî-i şerîfin rûhundan uzak bazı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdetâ şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsıkî meclisi hâline getirilmektedir. Bunların, Hazret-i Mevlânâ’nın rûhunu muazzeb edeceği muhakkaktır. Zaten Mesnevî’sinde;

 

“Beni herkes kendine göre anlar. Ben bundan çok bîzârım.” demektedir.

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın vefâtının sene-i devriyesi olan, 17 Aralık gecesine «Şeb-i Arûs / Düğün Gecesi» adı verilmekte. 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın ölümü telâkkî edişinde de bambaşka sırlar var. Bu hususta neler söylersiniz? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Ölüm bilmecesi; öteden beri peygamberlerle irşâd olunmalarına rağmen, beşeriyeti meşgul eden en ciddî ve hayâtî bir mesele olmuştur. Zaman zaman korkunç iz‘aç halkalarıyla zehirli bir yılan gibi zihinlerde çöreklenen bu mesele, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenmiş ve derin sükûtların sırrında gizlenmiştir. Herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız bütün başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir. Bu yüzden onun sırrını çözmek, ancak peygamberlerin irşadları, yani vahyin rehberliği ile mümkündür.

 

Hâlid-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh- gibi bazı Hak dostları, amellerine hiç güvenmemiş, mahviyet içinde, talebelerinden son nefesinde «hüsn-i hâtime» için duâ istemişlerdir. Onlarda dâimî bir havf, yani Allah korkusu galiptir. 

 

Kimi Hak dostlarında bu şekilde bir havf hâli, kimilerinde recâ / ümit hâli baskındır, kimilerinde ise bu iki hâl de değişik çeşnilerde temâşâ edilir.

 

Hazret-i Mevlânâ daha ziyade aşk ve şevk dolu bir Hak dostu olduğundan dolayı, ölümü, bir vuslat olarak görmektedir; 

 

“Öldüğüm gün benim için ağlamayın! Sevinin, bayram edin!” demektedir. 

 

Fânî imtihan hayatı, ancak ölüm kapısından geçerek sona erecektir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olmayı arzu eden bir kişi için, ölüm, bir düğün gecesidir. 

 

Dünya, ilâhî bir îmân dershânesi, ölüm ise, zarûrî bir intikal kanunudur. Hazret-i Mevlânâ;

 

“Dirilmek için ölünüz!” buyurur.

 

Ancak gafil insan, işlediği günahlar sebebiyle hesap yurdu olan âhiretten ve onun kapısı olan ölümden korkar. Dünya hayatına aldanışı nisbetinde, bu fânî ömrün bitmesini istemez. 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle;

 

“Ahmak, herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmez…”

 

Hâlbuki, âkil ve ârif insan, her an ölüme hazır olmalıdır. Peygamberimiz, ölümü dâimâ hatırda tutmayı tavsiye buyurmuştur. Peygamberimiz vefât ederken;

 

“–Refîk-i âlâya! / Yüce Dost’a (gidiyorum).” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 83)

 

Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Bilâl ve Hazret-i Muâz -radıyallâhu anhüm- gibi nice sıddîk ve sâlih zâtlar, ölümü sevinçle karşılamış, dostlara kavuşmak olarak telâkkî etmişlerdir.

 

Firavun, Nemrut ve Ebrehe gibi zâlim ve gafil kimseler ise, hiç hazırlanmadıkları ölümle korkunç bir şekilde karşılaşmış ve acı feryatlar ederek son nefeslerini vermişlerdir. 

 

Dostluğun, Allah’taki kaynağına ulaşan Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları, ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular. Sevdiler, sevildiler. Dünya hayatlarından sonra da dostluk ve muhabbette ebedîleştiler, fânî gök kubbede hoş bir sedâ bıraktılar.

 

Tarihteki büyük zâlimlerden Firavun, Nemrut, Ebrehe, Hülâgû ve günümüze kadar gelen bütün benzerleri ise, insanlığın düşmanı ve yüz karası oldular. Hiç sevilmedikleri gibi, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar. Saltanatları da hüsranla son buldu. Onların arkasından ne semâ ağladı ne arz!.. (Bkz. ed-Duhân, 29) Onlar helâk oldu diye gözler yaşarmadı, gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlumların âhları ve bedduâları ile onlar, tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

 

Üstümüzdeki semâ, zâlimlere ızdırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki güneş; Firavun, Hâmân ve Nemrut gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını da aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine doğan aynı güneştir.

 

Bunun yanında;

 

Şeb-i arûs telâkkîsi, ölümün bir an önce gelmesini istemek şeklinde anlaşılmamalıdır. Mühim olan, ölüm geldiğinde onu güzel karşılayabilmektir.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ânî ölümden Allâh’a sığınmıştır. İnsanın ölümü temennî etmemesini, Allah’tan afiyet dilemesini tavsiye buyurmuştur. Sâlih amellerle tezyin edilen uzun ve hayırlı bir ömür, Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir ikrâmıdır. 

 

Her hâlükârda, ecel bir sırr-ı ilâhîdir. İnsan; dünya hayatını, âhiretin tarlası olarak bilip, her an Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilecek bir hâl içinde yaşamalıdır. Necip Fazıl’ın beytiyle bitirelim:

 

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner… 

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Mevlânâ Hazretleri’nin hikmetli sözlerinden, nasihat ve tavsiyelerinden bizlere bir demet ikrâm eder misiniz? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Hazret-i Mevlânâ der ki:

 

“Sen, anılması güzel olan bir söz ol. Çünkü insan, kendi hakkında söylenen güzel sözlerden ibarettir.”

 

Bugün hakikaten o mübârek Allah dostunu şu güzel sözleriyle hatırlıyoruz: 

 

“Öyle bir abdest al, ki hiç bozulmasın. 

 

Öyle bir namaz kıl, ki hiç bitmesin.

 

Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.

 

Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

 

 

 

“Ey kardeş, sen, tefekkür ile hayat bulmalısın.

 

Bedenin, kemik ve etten ibaret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.” 

 

 

 

“Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.”

 

 

 

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”

 

 

 

“Ahlâksıza ilim öğretmek eşkıyânın eline kılıç vermektir.” 

 

 

 

Gönle vuran bilgi insana yardım eder, dost olur; fakat bedene vuran bilgi yük kesilir.”

 

 

 

“Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan; fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma!” 

 

“Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu kesinlik kazanacaktır.” 

 

 

“Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür.”

 

 

“Nice balık vardır ki su içinde her türlü nimetle perverde ve her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltanın ucundaki basit bir solucana aldanır ve kendini helâk eder.”

 

Âyette;

 

“Çalışmıştır boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) diye ifade edilen, hırsına mağlûp kişiler gibi; âdetâ «dünya için onca çalışıp da eline geçen yığınla imkânların âhirette bir hiç olacağı, üstelik nice veballer yüklendiği» hükmü yaşanır.

 

***

 

“Adamın, bir gün aslî evine ulaşabilmesi için, birçok dünya konaklarını bırakıp gitmesi gerek.”

 

***

 

“İlâç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” 

 

***

 

“Sâlih insanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

 

***

 

“İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.”

 

Şiir ve edebiyat, Hak dostlarının en güzel ifade-i meram vasıtasıdır.

 

Yûnus Emre Hazretleri Cenâb-ı Hakk’a yakınlığını ve O’na olan özleyiş hâlini şöyle dile getirir:

 

Sûfîlere sohbet gerek,

Ahîlere ahret gerek,

Mecnûnlara Leylâ gerek;

Bana Sen’i gerek Sen’i!..

 

Erbilî Hazretleri de îlâhî aşkla yanışını şöyle ifade eder:

 

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek,

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoşgüvâr âteş…

 

“Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Ceset ateş, kefen ateş, şehîdi yıkayacak tatlı su dahî ateş!..”

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Peygamber Efendimiz’i öyle özlemiştir ki; iki cihan serveri olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr-ı bekāya irtihâlini, şu duygularla terennüm eder: 

 

Şu dem ki mülk-i dünyâdan Muhammed Mustafâ gitti,

Sevindi âhiret ammâ bu dünyâdan safâ gitti

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

«Bir Testi Su» adlı eserinizden itibaren, Hazret-i Mevlânâ’nın gönül deryâsından sır ve hikmet incileri devşirerek günümüze, bizlere, kalplerimize intikal ettirdiniz. Bu mülâkat ile de Hazret-i Mevlânâ’yı doğru bir şekilde anlamak bahsinde istikametli bir çizgiyi ortaya koydunuz. Çok teşekkür ederiz.

 

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Ben teşekkür ederim. 

 

Nurettin TOPÇU’nun, Hazret-i Mevlânâ hakkındaki şu ifadeleri, bizim de bu bahiste son sözümüz olmaya çok münasiptir:

 

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz.

 

Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”

 

Cenâb-ı Hak; dostlarının feyiz ve rûhâniyetini, vecd ve mâneviyâtını üzerimizden eksik eylemesin. 

 

Âmîn!.. 

 

_____________________

* M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Bu dipnot, Muhammed Hamîdullâh’ın mütercime yazdığı 27 Eylül 1967 tarihli mektubun metnidir. (Mustafa KARA, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543’ten naklen)