RUM KUMANDAN!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, 583’te Mekke’de doğdu. Ailesi tarafından, o dönemin çocuklarının yetiştirilme usûlü çerçevesinde; bir yandan kahramanlık, yiğitlik, cesaret, akrabalık asabiyeti, atalarının dînine bağlılık gibi hislerle yoğrulurken, diğer yandan bedenî ve teknik kuvvetini geliştiren kılıç, ok, binicilik gibi sporlarla uğraştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a davetini başta kabul etmese de Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra müslüman oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın hilâfeti döneminde birçok seferde asker veya kumandan olarak yer aldı. Seyfullah yani Allâh’ın kılıcı lâkaplı Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, 642’de Humus’ta vefat etti. Kabri, Humus’tadır.

 

*

 

Yermük Harbi’nde, Rum kumandanlarından meşhur Yorgi meydana çıktı. Velid oğlu Hazret-i Hâlid’le görüşmek istedi. O da yanına gitti; iki taraf, muharebeyi bırakıp karşılıklı konuşmaya başladılar. Yorgi dedi ki: 

 

“–Ey Hâlid! 

 

Doğru söyle, yalan söyleme. Çünkü hür olanlar yalan söylemez. 

 

Beni aldatma. Kerîm olan adam hile etmez. 

 

Sizin Peygamberinize gökten bir kılıç indi de, O da sana mı verdi ki, onu hangi kavim üzerine sıyırsan, o kavmi bozuyorsun?” 

 

Hazret-i Hâlid;

 

“–Hayır!” dedi. Yorgi’nin;

 

“–Ya sen niçin «Allâh’ın kılıcı» diye adlandırıldın?” demesi üzerine Hazret-i Hâlid; 

 

“–Yüce Allah, bizlere Peygamber gönderdi. Ben, O’nu yalanlayan ve O’nunla cenkleşenler içindeydim. Sonra bana Allah doğru yolu gösterdi. O’na bağlandığımda bana; «Sen, Allâh’ın kâfirler üzerine sıyırdığı kılıcısın.» dedi ve Allâh’ın bana yardım etmesi için duâ etti.” dedi. Bunun üzerine Yorgi; 

 

“–Bana haber ver ki, neye davet ediyorsunuz?” deyince Hazret-i Hâlid; 

 

“–Ya İslâm ya cizye ya muharebe… Bu üç şeyin birine davet ederiz.” dedi. Yorgi;

 

“–Sizin çağrınıza uyarak aranıza karışanların rütbesi nedir?” dedi. 

 

Hazret-i Hâlid’in;

 

“–Onun rütbesiyle bizim rütbemiz birdir.” demesi üzerine Yorgi; 

 

“–Onun için de sizin gibi, karşılığı ve alacağı mükâfat var mıdır?” diye sordu. Hâlid de; 

 

“–Evet. Belki o, bizden daha üstündür. Çünkü biz, Peygamberimiz sağken O’na uyduk, ki bize gaybdan haber verirdi. O’ndan mûcizeler gördük. Gördüğümüzü gören ve işittiğimizi işiten kimsenin müslüman olması lâzım gelir. Siz ise bizim gibi görmediniz, bizim gibi işitmediniz. Sizden hâlis bir şekilde, içten inanarak İslâm dînine giren bizden daha üstündür.” diye cevap verdi. 

 

Yorgi, hemen kalkanını tersine çevirdi ve Hâlid’in telkiniyle kelime-i şahâdet getirdi. Daha sonra Yorgi; boy abdesti alıp, Hâlid’in öğretmesi üzerine iki rekât namaz kıldıktan sonra, hemen kılıcını çekerek Hazret-i Hâlid’le beraber düşman üzerine hamle etti. Böyle mâruf bir kumandanın harp meydanında müslüman oluvermesi Rumların pek gücüne gitti. Başkumandan Hâlid ve Kumandan Yorgi, pek şiddetli ve uzun muharebeler ettiler. İslâm askerleri, öğle ve ikindi namazlarını işaretle kıldılar. O sırada müslüman kadınları da gerçekten mertçe çarpıştılar. Günün sonunda Kumandan Yorgi şehid oldu. Bir gün içinde en büyük bir dereceye kavuştu. Allah bol bol rahmet etsin.” (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, c. I, s. 266, 267)

DÜNYA GENİŞ, DÜNYA DAR…

 

Arap asıllı dil ve edebiyat âlimi Halil bin Ahmed, 718’de Umman’da doğdu. Basra’da yetişti. İslâm tarihinde dil bilgisi ve edebiyat sahasında yetişmiş bu müstesnâ âlim, nahiv ve aruzu sistemleştiren kişidir.

 

İlimdeki derinliğinin yanında; zühd, takvâ, ibâdet, ihlâs ve kanaat ehliydi. 

 

791’de kaza neticesinde Basra’da vefat etti. Kabri, Basra’dadır. 

 

*

 

Asmâî anlatır:

 

“Bir defasında Halil bin Ahmed’in yanına girdim. Küçük bir hasır üzerinde oturuyordu. Bana;

 

«–Gel, otur.» dedi. Ben de;

 

«–Sizi sıkıştırmayayım.» dedim. O bu sefer;

 

«–Öyle deme. Dünyanın tamamı iki dargın kimseye dar gelir. Ancak birbirini seven iki kişiye bir karış yer bile yeter.» dedi.”

 

Sâdî Şîrâzî de bu hakikati şöyle ifade eder: 

 

“On derviş bir kilimde uyur da iki padişah bir dünyaya sığamaz.”

DOĞRUSU GÜLDÜREN DE AĞLATAN DA O’DUR*

 

Hak dostu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sirruhû-, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. 1228’de Konya’ya geldi. Babası Bahâeddin Veled ve hocası Seyyid Burhâneddin tarafından yetiştirildi. Zâhirî ilimlerin zirvesindeyken sırlı dostu Şems-i Tebrizî ile tanıştı. Bu tanışma ve buluşma; onu aşk deryâsına daldırarak, nice sır ve hikmet incilerine ulaştırdı. Asırlar önce kaleme aldığı meşhur eseri Mesnevî-i şerif hâlâ doğuya ve batıya bir nur kaynağıdır. Hak âşığı Mevlânâ Hazretleri, 12 Aralık 1273’te vefat etti. Kabri, Konya’dadır. (*en-Necm, 43)

 

*

 

Mevlânâ Hazretleri’nin oğlu Sultan Bahâeddin Veled, şu hâtırasını nakleder:

 

“Bir gün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı gelmişti. Beni bezgin ve sıkıntılı gören babam;

 

«–Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?» dedi. Ben de;

 

«–Bilmiyorum ki bu ne hâldir?» dedim. Babam kalkıp eve girdi, bir müddet sonra kurt postunu çevirip başına geçirmiş bir hâlde; «Uuu! Uuu! Uuu!» yaparak dışarı çıktı. Benim yanıma gelince de çocukları korkuttukları gibi yine; «Uuu! Uuu!» yaptı. Babamın bu hoş hareketlerinden beni bir gülme tuttu ki anlatamam. Baş koyup babamın ayaklarını öptüm. 

 

Babam;

 

«–Bahâeddin! Eğer güzel ve lâtif bir sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa; daima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana; ‘Uuu! Uuu!’ dese ondan hiç korkar mısın?» diye sordu. 

 

Ben de;

 

«–Hayır, korkmam!» dedim. Bunun üzerine babam;

 

«–Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep O’dur, hep O’ndandır ve hep O’ndan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?» buyurdu.

 

Babamın bu hareketi ve sözleri üzerine derhâl hâlim değişti, taze gül gibi açılıp ferahladım. Ömrüm boyunca da başka gam yüzü görmedim ve üzülmedim, dünyanın gamı kederi yanıma yaklaşmadı.” (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri I, trc. Tahsin YAZICI, 265-266)

SATILARAK İÇ AĞLATAN EVRAK HAZİNE…

 

Muallim Cevdet İNANÇALP, 7 Mayıs 1883’te Bolu’da doğdu. Lise tahsilini tamamladıktan sonra yüksek tahsil için İstanbul’a gitti. Dârulmuallimîn’in edebiyat bölümünden mezun oldu. Azerbaycan’a giderek eğitim ve cemiyet hayatının içinde Türklerin şuurlanmalarına, birlik ve beraberliğine destek olan bir dizi faaliyet gerçekleştirdi. Oradan Rusya’ya gidip Tolstoy’la görüştü. İstanbul’a döndü. Robert Kolej’de öğretmenlik yaptığı sırada; Türk ve müslüman talebelerin kiliseye götürüldüğüne, Hıristiyanlığın bazı duâlarının ezberletildiğine şâhit oldu. Bu uygulamaya karşı çıkarak kaldırttı. Daha sonra Avrupa’ya giden eğitimci, pedogoji üzerine yoğunlaştı. 

 

Arşiv vesikaları hususundaki çalışmalarıyla Türk arşivciliğini kuran Cevdet İNANÇALP, 3 Aralık 1935’te vefat etti. Kabri, Edirnekapı Kabristanı’ndadır.

 

*

 

M. Cevdet’in Bulgaristan’a satılan tarihî evrak hâdisesine karşı takındığı tavır, onun tarihî vesikalara verdiği ehemmiyetin bir nişânesidir:

 

İstanbul Defterdarlığı; Maliye Evrak hazinesi mahzenlerinde muhafaza edilen milyonlarca evrakı, devir teslim sırasında güçlük çıkardığı gerekçesiyle tasnif ettirdikten sonra, tarihî kıymetine bakmaksızın bazı evrakın o günkü resmî işlemlerde lüzumsuzluğuna karar vermişti. İmha edilmesine karar verilen bu evrakın satılmasının daha kolay ve kârlı olacağı düşünülerek 200 balya evrak Bulgaristan’a satılmıştı. 

 

Hâdiseyi öğrenen M. Cevdet büyük bir üzüntüye kapılmış ve uzun süre ağlamıştı. Sultanahmet meydanına giderek, yola dökülen evrakı çocuklara para verip toplatmış, satış işleminin durdurulması için Başvekil’e bir telgraf çekmişti. Onun ve basının çalışmaları neticesinde evrakın satışı durdurulmuş, sorumlular aleyhine tahkikat açılmıştı. Bunları da yeterli görmeyerek Bulgaristan’a gönderilmiş olan evrakın geri getirtilmesi için çalışmalarına devam etmiştir. Bu gayretleri neticesinde, 1933 yılında, 200 balya evraktan 51 çuvalın iadesi sağlandı. (Osman Nuri ERGİN, Muallim Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, s. 112)