HAKKIN ÇİĞNENMESİ

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Toplumu ayakta tutan temel değerler içinde; eğitimin, ekonominin, emniyetin yeri büyüktür. Bütün bu ana değerleri sarıp sarmalayan, sağlamlaştıran en önemli anlayış, yaşayış, inanış diye de ifade edebileceğimiz bir hakikat var ki o da hak kavramıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biri olan bu kelime; «doğruluk, gerçeğe uygunluk, emek karşılığı ücret, pay, adâletli olma, mânevî yetki…» gibi geniş mânâlar ihtivâ etmektedir.

Hakların ihlâl edildiği bir toplum, haksızlığın hâkim olduğu bir dünya; insanlık için acılarla dolu, karanlık bir dünyadır.

«İnsan hakları», «kadın hakları», «çocuk hakları», «işçi hakları», «hayvan hakları» … gibi kaideleri belirlenmiş haklar; aydınlık bir dünya için hazırlanmış olsa da, önemli olan, sistemleştirilmiş bu hakları uygulamak, hayata geçirmektir.

Biz inanıyoruz ki, Allah -celle celâlühû- indinde; hak din İslâm’dır ve İslâm, Hak dînidir. Dînimizin bildirdiği tüm hak ve hakikatler ise; cihanı kaplayan, içine alan, insanlığa hidâyet sunan haklardır. Hak ve adâlet önünde herkes eşittir. Mü’min veya gayr-i müslim ayrımı yapılamaz. Komşu hakkı, yetim hakkı, ana-baba hakkı ve bunların hepsini içine alan kul hakkı anlayışı; her mü’minin inandığı, titizlikle uyguladığı, göz önünde bulundurduğu haklardır.

Mü’min; hak duygusuyla dolu bir gönlün sahibi, hak kaygısıyla yetişmiş bir toplumun ferdidir. «Söz hakkı, göz hakkı, hak yeme, haksızlık etme, hakkımı alırım, hakkımı yedirmem, hakkımı helâl etmem…» gibi ifadeler, hak kavramının onun hayatında nasıl yer ettiğinin ispatıdır.

Kişilerin hak ve hürriyetleri, devlet tarafından kanunlarla güvence altına alınmıştır. Hak ihlâllerinde, devlet gerekeni yapar. Millete ve devlete karşı işlenen suçlarda, adlî makamlar devreye girer.

Devletin kanunu bu dünya için geçerlidir. Toplumun bu dünyadaki düzeni, huzuru içindir. “Adâletin terazisi şaşmaz.”, “Şerîatin kestiği parmak acımaz.” diye söylenir. Bu tabirler, hak ve adâleti bilen ve uygulayan toplumlar için doğrudur. Ama haddini aşmış, yolunu şaşmış toplumlarda durum farklıdır.

Hak ve hukukun korunduğu, adâletin sağlandığı toplumlarda huzur; huzurun olduğu yerde de düzen ve güven olur. Aksi takdirde ne huzur ne de düzen kalır. Suçlar kabarır, suçlular çoğalır, kargaşa hâkim olur.

Bunların dışında; kanunlarda değil, vicdanlarda yer eden haklar ve vicdanlarda yargılanan davranış ve tutumlar da vardır. Bu haklar içerisinde en önemlisi ise, konu başlığımız olan ana hakkıdır.

Anayı üzmemek, incitmemek, sevgi ve saygıda kusur etmemek; bir mü’min için en başta gelen dînî, insânî ve vicdânî vazifelerinden biridir. Ana hakkını ihmal etmenin vicdanlarda açtığı yaraya örnek olarak, şâhit olduğum şu hâdiseyi aktarayım:

Okulda, masamda oturup çalışıyordum. Odamın kapısı açıktı;

 

“–Hocam, çoraba ihtiyacınız var mı?” sesiyle başımı kaldırdım, kapıya dönüp baktım. Kapının kenarına yaslanmış, yaşı altmış yetmişlerde bir teyze. Masum, mazlum ve mahcup bir yüzle karşımda duruyor. Ona bakınca annemi hatırladım, sanki karşımdaki annemdi. Başında beyaz bir tülbent, sırtında basma veya pazenden uzun bir entari, üstünde el örgüsü siyah bir yelek, ayağında topuksuz siyah bir ayakkabı. Ona;

“–Buyur teyze, içeri gel, arkadaşlar derste, teneffüs zili çalana kadar gel otur!” dedim. Bir çay söyledim. Onu rahatlatmak, biraz da tanımak niyetiyle;

“–Nerelisin? Evlâtların yok mu? Sana yardım etmiyorlar mı?” gibi sorular sordum. Durumunu pek açıklamak istemedi. Kısa, kapalı cevaplar verdi. İki oğlunun uzakta vazife yaptığını, burada evli öğretmen bir kızının olduğunu söyledi.

“–Kızın yardım etmiyor mu?” dedim.

İçini çekti;

“–Ah hocam, ben kendimden çok ona yanıyorum. Hayırsız bir kocası var. Kızımın maaşını kendisi alır, kızıma bir kuruş dahî vermez.

«–Böyle birine nasıl düştünüz?» dersen,

«–Kader…» derim.

Çünkü damadın babası âlim, hâfız, sevilip sayılan çok muhterem biri. Ailesi iyi olunca; «oğlu da öyledir.» dedik, ama umduğumuz gibi olmadı.

Yaşlı teyzeden biraz çorap aldım, teneffüs zili çalınca da öğretmenler odasına götürüp döndüm. O günden sonra da bu masum ve mazlum teyzeyi bir daha göremedim.

Aradan iki ay kadar bir zaman geçmişti. Komşumuz olan emekli bir hocamızı ziyarete gitmiştim. Hocamız imam hatip lisesinde uzun yıllar idarecilik yapmış, okul binasının yapılmasında ve öğrencilerin yetişmesinde büyük hizmetleri olan; cami kürsülerinde; heyecanlı, ateşli vaazlarıyla tanınan âlim ve hatip biriydi. Yalnız celâlli bir karakteri vardı. Konuşmaları bazen çok sert ve kırıcı olurdu. Vaaz kürsüsünde yumruğunu sıkar;

“–Anayasanın olmadığı yerde baba yasa devreye girmeli!” derdi.

Onun bu tavrı, insanları kendisinden uzaklaştırmıştı. Zaman zaman beni arar;

“–Hocam, herkes beni unuttu, hiç olmazsa sen unutma!” derdi. Bu sebeple ara sıra ziyaretine gider, gönlünü alırdım.

İşte yine böyle bir ziyaret için gitmiştim. Oturduğu apartmanın önünde bir polis arabası duruyordu;

“–Hocam, aşağıda bir polis arabası var, hayırdır inşâallah!” dedim. Kısaca şöyle anlattı:

“–Bu gece, üst katta bir kadın feryâdı ile bütün apartman ayağa kalktı. Komşular polis çağırdı; adam sarhoş gelmiş, karısını dövüyormuş. Sabahleyin o kızımızı çağırdım; aile dostu âlim, hâfız bir hocamızın gelini. Akşamki durumu sordum;

«–Hocam, dokuz yıllık evliyiz. Bugüne kadar maaşımdan bir kuruş dahî görmedim; ‘Niye vermiyorsun?” demedim. Buna rağmen bazen böyle sarhoş gelir, beni döver.» dedi.

Ben de kendisine;

«–Kızım maaşın var, bu hayırsızın kahrını niye çekiyorsun? Ayrıl, git!» dedim. Ama o;

«–Hocam, üç çocuk var, onların hatırına bu adama katlanıyorum.» diye cevap verdi.”

Hocamın bu açıklamasını dinleyince, çorap satan teyzeyi hatırladım. Onun anlattıklarını düşündüm. Bu kız onun kızıydı.

İçimden Necip Fazıl’ın şu dörtlüğü geçti:

 

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,

Gecenin ardında yine gece var,

Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, 

Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

 

Âlim bir babanın gafil bir evlâdı ve ortada acı bir aile dramı. Huzursuz bir yuva, sorumsuz bir koca. 

Muhterem bir babanın, masum bir ananın vicdan terazisinde bu gafil evlâdı tarttığımızda onun insanlığı kaç gram gelir bilemiyorum… Dünyada kanun önünde hesap verenler, cezasını dünyada çeker. Ama böyle vicdan mahkemesinde yargılananların hesabı, yarın mahşerde görülecektir.

Bütün bu hâdiselerden anlıyoruz ki, insanları haksızlığa sevk eden; cehâlet, hırs, haset gibi vasıflardır. Ve bunlardan daha tehlikeli olanı ise; kalpleri saran, karartan, kör eden gaflettir. Hikmet ehli büyüklerimizin ifadesi ile o gaflet ki;

 

“Anlık zevkler uğruna ebedî zevkleri, geçici güzellikler uğruna sonsuz güzellikleri kaybetmektir.”

 

“Hakikatlere karşı kalbi karartmak, gün ortasında karanlıkta kalmaktır.”

 

“Tamamen dünyaya meyledip ukbâyı unutmak, nûra giden yolu değil nâra giden yolu seçmektir.”

 

“Nefse aldanmak, şeytana kanmak, ömür sermayesini hevâ ve heveslerin yolunda hebâ etmektir.”

 

“İnsanın kendi kuyusunu kazması, kör kuyularda hayat aramasıdır.”

ve Mevlânâ’nın ifadesi ile; 

 

“Kuzunun kurda sevdalanmasıdır.”

Velhâsıl;

“–Gafil bir evlâdın içine düştüğü bu acı duruma; evlâdının bu vefâsızlığına bakıp üzülen; âlim, hâfız, muhterem bir babanın için için kahrolmasına; masum, mazlum, muhtaç bir ananın yanık yüreğine çare nedir?” diye sorsak, cevap;

 

“–İslâm’ı yaşamak, Hakk’ı bilmek, Hakk’a inanmak ve Hakk’a teslim olmak. Hak yolda yürümek, bir ömür hak çizgide kalıp hiç bir zaman haktan ayrılmamak…” olmalıdır.

Sabrın, sevginin, fedâkârlığın timsâli, gönülleri rahmet deryâsı olan analarımız için Efendimiz’in söylediği;

 

“Cennet anaların ayakları altındadır.” hadîs-i şerîfi (İmam Kuzâî, Müsned eş-Şihâb, c. 1, s. 189) bizim için anaların değerini anlatan en güzel sözdür.

Bir evlât acısının ana yüreğinde yer eden ve hiç kaybolmayan derin hüznünü ifade eden; “Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar.” sözü ve eli ayağı öpülesi analarımız için Yûnus Emre’ye mal edilen, ama Niğdeli şair Hüseyin Nail KUBALI’ya ait olan şu dörtlüğü zikrederek konumuzu bitirelim.

 

Ana başa taç imiş,

Her derde ilâç imiş,

Bir evlât pîr olsa da;

Anaya muhtaç imiş.