İki Cihan Saâdeti İçin: TASAVVUF

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

 

Tasavvuf, özü itibarıyla gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullah ve «muhabbetullah»tan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sayede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir.”1 

 

Tasavvufun, hepsi de birbirini tamamlayacak mahiyette çeşitli tarifleri yapılmıştır. “Bu muhtelif tariflerin ortak yönleri itibarıyla tasavvuf; mü’minlerin iç âlemini düzelterek onları mânen tekâmül ettiren, kulu ahlâk-ı hamîdeye erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve bu sûretle de «mârifetullâh»a ulaştıran bir ilimdir, diyebiliriz.”2 

 

Allah Teâlâ; her an kuluyla beraber (el-Hadîd, 4) ve ona şahdamarından daha yakındır. (Kāf, 16) Bu cümleden olarak; insanın da her an O -celle celâlühû- ile beraber olması iktizâ eder. Bu hususla alâkalı bir menkıbe şöyledir: 

 

“Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek; 

 

«İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..» diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsilâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi: 

 

«–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak: ‘Ey kulum! Ben seninleydim, sana şahdamarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!.’»3 

 

Buradan da anlaşılacağı üzere; tasavvuf; «Her an Allah Teâlâ ile beraber olma; ihsan makamında bir kulluk ve İslâm’ı aşkla yaşama» tâlimidir.

 

“Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.” (Buhârî, Menâkıb, 24) buyuran, her ânı duâ ve niyaz hâli olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizâtihî tasavvufun en mükemmel temsilcisidir. Bu cümleden olarak, ana kaynaktan akan «ilâhî feyz», O’nunla aynîleşme ve O’na fedâ olma gayretindeki selef-i sâlihîn hazerâtı ve teselsülen onları takip eden Hak dostu sâlih kulların teşkil ettikleri altın silsile ile kıyâmete kadar yanık gönülleri ihyâya devam edecektir. 

 

Kalbin kemâlâtı ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“… Kalpler, ancak Allâh’ın zikri ile tatmin olur.” (er-Ra‘d, 28) buyurulur. Bu münasebetle gönül ehlince ihdâs edilen tesbihat esası; kalbin mâlâyânîden kurtulup tasfiyesi ve tekâmülüne yöneliktir. 

 

Bu cümleden olarak «virdi olmayanın vâridi olmaz» denilmiştir.

 

Dünyaya nisbet edilerek çeşitli ithamlara mâruz kalan tevâzu ve mahviyet âbidesi tasavvuf önderlerinin nazarında, dünya saltanatının bir pul kadar değeri yoktur. Allah Teâlâ’ya sâlih bir kul olabilmeyi gaye edinen o mübârek zevât; kendilerini O -celle celâlühû-’nun kullarına hizmete vakfetmişlerdir. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Mevlânâ Hazretleri, bu keyfiyeti şöyle ifade buyurur: 

 

“Ben kul oldum! Kul oldum! Kul oldum! Ben âciz kul, kulluğumu ifade edemediğimden utandım. Ve ben başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim…” 

 

İlâhî aşkla böylesine dolu olan Mevlânâ Hazretleri, ölümü de; «Âşıkın mâşuka kavuşması» yani «Şeb-i Arûs» olarak vasfeder. İnsanı tevâzu, müsamaha, fedâkârlık, diğergâmlık… gibi fazîletlerle kemâlâta erdiren tasavvuf, cemiyette birlik ve beraberliğin harcı, fertte de îman salâbetinin gıdâsıdır. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri bu içtimâî hususiyeti; 

 

“Âlem buğday ben saman; herkes yahşî, ben yaman.” diye hulâsa buyurur. 

 

Siyâsî bir güç olma hırsıyla, yabancı istihbarat teşkilâtlarına âlet olma derekesine düşen kibir kumkumalarının ise tasavvufla hiçbir alâkası yoktur. 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16) buyurur. Mü’min hamâkat ehli değildir; firâseti ile böyle tuzaklara düşmemelidir. Nimete şükür, musîbete sabır ve tahammül mü’minin şiârıdır. Nitekim içtimâî araştırmacılar Sovyetler Birliği diktatörlüğündeki müslümanların; her türlü zulüm ve şiddete rağmen, yetmiş yıl boyunca dinlerini kaybetmeden dayanmalarının tasavvuf sayesinde olduğunu kaydetmişlerdir.

 

Musa TOPBAŞ -kuddise sirruhû- Hazretleri; kulluk idrâkinin ve tasavvuf yoluna mensubiyetin şükrünü, şöyle ifade buyurmuştur:

 

“Cenâb-ı Hak bizi, -elhamdülillâh- kendine kul yapmış, Habîb-i Edîbi’ne ümmet yapmış, bizi bu güzel ve âlî yola sevk etmiş. Bundan büyük bir saâdet mevzubahis olamaz.”4 

 

Tefekkür edilirse; kâinâtın sonsuzluğuna nisbetle, insan bir hiç mesâbesindedir. Ancak, nefs taşıyan insan için bunu idrâk edebilmek hiç de kolay bir mesele değildir. Bu cümleden olarak; kâmil insan odur ki, bu keyfiyetle hâllenebilsin. «Altın Silsile»den Es‘ad Erbilî -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin tevâzu ve mahviyet hâli ile alâkalı bir hâtıra şöyledir: 

 

“Bir müderris efendi, intisâb etmek niyeti ile Es‘ad Efendi Hazretleri’ne gelip; 

 

«–Zamanımızın en büyük kutbu sizmişsiniz; sizden mânevî ders almak istiyorum.» der. Fevkalâde mahcup olan Es‘ad Efendi Hazretleri şöyle cevap verir: 

 

«–Estağfirullah Hocaefendi, siz ilim erbâbısınız. Bu ümmetin en büyüğüne (Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a) bile îmanla ölme garantisi verilmemişken, bu âcizin son nefeste durumu ne ola ki… Nerde kaldı şeyhliğimiz; kutupluğumuz? Oturup hâlimize, âkıbetimize ağlayalım.» der ve cevaptan etkilenen Müderris Efendi ile beraber bir süre ağlarlar.”5 

 

Kelâm-ı kibarda hayatın gayesi, ilâhî murâda atfen; «Kesb-i kemâl edip, seyr-i Cemâl’e ermek» olarak tebârüz ettirilir. 

 

Musa Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri, ibâdetin keyfiyeti ile alâkalı olarak; 

 

İbâdet insanı cennete götürür; tâzimle yapılan ibâdet ise insanı Allâh’a götürür.” buyurur, ibâdetin feyz ve bereketini çoğu zaman tâzîme bağlardı.6 İlim ve teknolojideki büyük gelişmelere rağmen, dünya hızla bir câhiliyye karanlığına gömülüyor; «hevâsını ilâh edinen» muhterisler elinde gittikçe daha yaşanamaz bir hâle getiriliyor. Zâlimlerin cenderesinde kıvranan insanlık, rûhâniyetin huzura kavuşacağı rahmet iklimine muhtaç. 

 

“Kâmil insan modelinin iki fârik vasfı vardır. Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek; şefkat alâ halkillâh, yani Allâh’ın bütün mahlûkatına merhamet ve şefkat göstermek.”7’tir ki; rahmet iklimi, ancak tasavvuf yolunun bir îcâbı olan bu esasla hayat bulabilir. 

 

___________________

 

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Tasavvuf, Erkam Yay. No. 165, s. 13, 16.

Osman Nûri TOPBAŞ, A.g.e., s. 27.

Osman Nûri TOPBAŞ, Altınoluk Dergisi, sa. 358.

Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 76.

Ethem CEBECİOĞLU, Allah Dostları 7, Muhammed Es‘ad Erbilî, s. 51-2.

Osman Nûri TOPBAŞ, Altın Silsile, Altınoluk yay. 14, s. 564.

7 Osman Nûri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yay.