Sömürgecilerin Hedefindeki Ülke; TÜRKİYE

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bir ulvî dâvânın takipçisi olarak, rahmet iklimini dünyaya hâkim kılmayı gaye edinen şanlı medeniyetimizi zirveye çıkaran Osmanlı’nın, iç ve dış şartların cenderesinde tarih sahnesinden çekilmesi mukadder olunca; güç ve dünya hâkimiyeti «haçlı zihniyeti»ni temsil eden sömürgecilerin eline geçer. Bu artık «insanı yaşatma» düsturunun sona ermesi; «insanı iliklerine kadar sömürme» devrinin başlayarak, dünyanın kan ve ateşler içinde her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilmesi vetîresinin başlaması demektir. Bu kargaşa devri, tarihin tabiî akışı içinde kendiliğinden meydana gelen bir netice olmayıp; hiçbir ahlâkî ölçü ve insânî değer tanımayan sömürgecilerin, tarihî haçlı kiniyle galeyâna gelip güçlerini birleştirerek, fazîletler âbidesi Osmanlı cihan devletinden asırların intikamını alma ihtirasının bir tezâhürüdür. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bu intikam harekâtını; 

 

“Osmanlı durduruldu; dev uyutuldu. Dev uyanırsa kimse durduramaz. Osmanlı, insanlığın geleceğidir…” tespitiyle belirtiyor. (Yusuf KAPLAN, Yeni Şafak, 12.6.2015)

 

Yeniden «Osmanlı kâbusu» ile sarsılmak istemeyen sömürgeciler; tesis ettikleri «yeni dünya düzeni»nin akamete uğramadan devam edebilmesi için, Osmanlı cihan devletinin vârisi olarak gördükleri Türkiye’yi, tarihî mîrâsına sahip çıkamaz hâle getirmek için her türlü çareye başvuruyorlar. Şimdi de Birinci Dünya Harbi sonunda, Orta Doğu’da sınırları cetvelle çizip başlarına kendi bağlılarını getirdikleri ve ektikleri fitne tohumları ile huzura kavuşmaktan mahrum bıraktıkları bölgeyi, yeni şartlara göre yeniden tanzim etme gayretindeler. Burada en büyük oyun da, zaten tabiî sınırlarından ve zengin petrol yataklarından mahrum bıraktıkları Türkiye üzerinde oynanıyor. Zaten yıllardır musallat ettikleri terör teşkilâtları ile ellerinden geldiğince hırpalanan ülkemiz, düşman ülkeler ve yeni kurmayı tasarladıkları terör devleti ile çepeçevre kuşatılıp, hasmâne tasarruflarla nefes alamaz hâle getirilmeye çalışılıyor.

 

Kendi ülkelerindeki ateist gelişmeleri önemsemeyen sömürgeci devletler; dünyadaki, hususiyle de İslâm ülkelerindeki askerî harekâtlarında netice almayı çabuklaştırmak için, misyonerlerden geniş ve tesirli ölçüde faydalanıyorlar. Bunlardan «Rahip Samuel Zwemer» 1935 yılında Kudüs’te yapılan misyonerlik konferansında tutulacak yolu şöyle işaret ediyor: 

 

“Sizin asıl vazifeniz müslümanları İslâm dîninden uzaklaştırmaktır. Doğumlarından ölümlerine kadar haç takmasınlar, kiliseye gitmesinler… Ama hıristiyan gibi yaşasınlar. Bunu çağdaşlık adı altında yapın. Allah ve Peygamber’i tanımayan bir nesil; büyük işlerle, ideallerle uğraşmaz…” 

 

Kezâ, Louis Massignon da 1965 yılında Vatikan’da, faaliyetlerinin neticesindeki tespitlerini şöyle ifade ediyor: 

 

“Müslümanların her şeyini bozduk, yok ettik. Onların millî ve mânevî değerlerini batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslâmiyet’i öğrenmeyi, yaşamayı, ibâdeti suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. 14 asırlık dinlerini, îtikadlarını, ibâdetlerini tartışır hâle getirdik…” 

 

Günümüzde İslâm ülkeleri, derin bir kimlik ve aidiyet buhranı ile malûller. Yeryüzünde adâleti hâkim kılma gibi ulvî bir dâvâyı yüklenen şanlı medeniyetimizin son halkası Osmanlı’dan sonra, dünya, zâlim sömürgecilerin insafsız ve merhametsiz hükümranlığı altına girdi. Cemiyetlerin içtimâî gidişatlarına dair, Tunuslu âlim İbn-i Haldun (1332-1406)

 

“Mağlûplar, galipleri taklit eder.” tespitini yapıyor. Nitekim İslâm beldelerinde; misyonerlerin de faaliyetleriyle, îmânın kazandırdığı kuvvetli içtimâî yapı sarsıldı, çözüldü ve sömürgecilerin taklidi derekesine geriledi; batılı hayat tarzının kabulü ile Avrupalı olma hayali, aydın kesimi âdeta büyüledi. Batı medeniyetinin bütün içtimâî unsurlarının temessülü ile içinde bulundukları çıkmazdan kurtulma ümidi, sömürgeciler tarafından insafsızca kullanıldı. Bu aldanışı ve vicdansızlığı, Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta (1894-1978)

 

“Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp duâ etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.” diye ifade ediyor.

 

Kur’ân-ı Kerim’de, başka kavimlere yanaşma zilleti şöyle yasaklanır: 

 

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 51) 

 

Nitekim bu hususla alâkalı olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; 

 

“Bizden başkasına benzemeye çalışanlar bizden değildir. Yahudi ve hıristiyanlara benzemeyin!” (Tirmizî, İsti’zân, 7/2695) buyurur. 

 

Yine hadîs-i şerifte; bu vahâmetin neticesi ile alâkalı olarak, ümmet şöyle îkaz buyurulur: 

 

“Kim bir kavmin karaltısını artırırsa onlardandır. Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur.” (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, VIII, 319) 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; 

 

“Kim bir kavme benzerse, onlardan olur.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyurması da, aidiyet şuurunun ne kadar mühim bir husus olduğuna işaret bâbındadır. 

 

Geçmişte ve günümüzde bu vaziyetin vahim neticelerine dair, ibretlik pek çok örnek bulunmaktadır. İslâm âleminin bir-iki asırdır dûçâr kaldığı zâfiyet, yerli işbirlikçilerin, zâlim sömürgecileri dost belleyip emellerine râm olmalarının bir tezâhürüdür. Bu vahâmet artık öylesine çığırından çıkmıştır ki; yerli işbirlikçilerin, hasım devletlerin gönüllü askeri olmalarına kadar varmıştır. Nitekim, yakınlardaki mâhut 15 Temmuz darbe teşebbüsü de; böylesine, ibretâmiz bir harekâttır. 

 

Bir medeniyetin mukaddesleri, mensuplarının en kuvvetli aidiyet şuuru unsurlarıdır. Onun için, sömürgeci devletlerin en itibar ettikleri usûl; hedef ülkelerde içtimâî hayatın esasları olan mukaddeslerin kaldırılıp, yerlerine «modernlik, çağdaşlık, ilerilik…» gibi maskelerle, kendi değerlerinin ikāme edilmesidir. Medeniyetimize hayat veren, aklen ve mantıken karalayamadıkları İslâm dîninin ana kaynaklarının gayr-i ahlâkî iftiralarla itibarsızlaştırılmaya ve tartışılır hâle getirilmeye çalışılması; ailenin yozlaştırılması; mahremiyet, iffet ve hayâ mefhumlarının silinip, yerine müstehcenliğin ikāme edilmesi; «sosyal cinsiyet eşitliği ve cinsî davranış serbestliği»… gibi zıvanadan çıkmış düşmanca gayretler, bu neviden faaliyetlerdendir. Şanlı medeniyetimiz, hayra hizmet yönüyle; «vakıf medeniyeti» olarak da vasfedilir. Hâlbuki, sömürgeci devletlerdeki mevcut vakıflar; resmî müesseselerine paralel olarak, hedef ülkelerdeki yerli işbirlikçilerin faaliyetleri için mâlî destek temin eder. 

 

Şanlı medeniyetimiz; dünyaya rahmet iklimini hâkim kılmak gibi ulvî bir dâvâyı takip ederek, tarihteki mümtaz yerini almıştı. Hem bütün dünyaca hem de mazlumlar ve mağdurlar âlemince bu medeniyetin vârisi olarak görülen ve beklenen ülkemiz; müktesebâtı mûcibince, bu hak dâvâyı kaldığı yerden yüklenip devam ettirmek mecburiyetindedir. Bunu bilen bütün sömürgeci devletler, husûmetlerini Türkiye üzerine yönlendirmişler ve içtimâî yapımızı yozlaştırmada da epey mesafe katetmişlerdir. Her medeniyet, kendi mefkûresine sahip fertlerle hayat bulur. İçtimâî bünyemizdeki kayıpların telâfîsi ve aidiyet şuurunun güçlendirilmesiyle dirilip, yüce «Nizâm-ı Âlem» dâvâsına tekrar sahip çıkmak; ülkemizin, adâlete hasret kalmış, bizi bekleyen insanlığa bir borcudur.