HAZ ve HIZ ÇAĞINDA İSTİKAMET ÜZERE OLMAK

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

Blurred scene of crowded people are walking in rush

 

İçinde bulunduğu yaşın üçte birini, köyde geçirmiş biri olarak müşâhede ettim ki;

Köy ve şehir, aynı yörede olsa dahî farklı dünyaların birer parçasıymış.

Köyde yaşayan bir insan ile şehirde yaşayan insan; hâdiselere çok farklı mânâlar yükleyip, farklı hissiyata sahip olabiliyormuş.

Köydeki insan, yağan yağmurun ve karın, ona getireceği bolluk ve bereketi düşünüp şükrederken; şehirde yaşayan insan, yağan yağmur ve karın haberini bile bir felâket olarak idrâk edebiliyor.

Köyde yaşayan insanın zaman mefhumu; her şeyin bir olgunluk zamanı olmasından dolayı, vakti gelince ekimi, bakımı ve hasadını yapabiliyor. «Vakti gelmeden yapayım bitsin» diye bir çalışma yaparsa da fayda yerine zarara uğrayabiliyor.

Şehirde yaşayan insan için zamanın her saniyesi kıymetli olduğu için, onu dolu dolu yaşamak ve değerlendirmek mecburiyeti var.

Hâsılı;

Zaman ve mekân, insanların yaşadığı çevreye göre değişebilmekte ve ona göre kıymetlenebilmektedir.

 

Yaşadığımız çağı tarif edenler, haz ve hız çağı diye tarif ediyorlar. Gelişen teknoloji ve imkânlar, insanı tıpkı bir yarış içerisindeymiş gibi sürekli bir koşturmaca ve telâşa sevk ediyor. Eğitim sisteminden tutun, hayatın her alanında bu koşturmaca ve yarış hâkim. Artık gideceğimiz yere en hızlı, en kısa, en kestirme vasıta ve yol hangisiyse onu tercih ediyoruz. Modern dönemin gönüllerimize ve zihinlerimize işlediği; «Zamanım yok!» hastalığı her yanımızı sarmış durumda. Kestirme yoldan gideceği yere varmak, insanların maddî hayatlarına dahî sirâyet etmiş, kısa ve kolay köşe dönmek diye bir felsefe gelişmiş, bunun için her türlü film, fırıldak çevirmek mubah görülür hâle gelmiştir.

Kadîm kültürümüzde ve geleneğimizde; insanın sadece kendisine değil, Yaratan’ına, yaşadığı çevreye, sahip olduğu eşyaya, kullandığı âlete, binek olarak kullandığı veya yük taşıdığı hayvana karşı bile vazifeleri vardır. Bu pencereden bakınca, sahip olduğu ve kendisine emânet verilen her şeyin o insanda hakkı vardır. Ağacın gölgesini kullanırken, yaprağını incitmekten imtinâ eden; «Toprağı incitmemek için, ölmeden evvel temizlenip öyle mezara gir!» diyen bir kültürden, bir irfandan beslenmişiz.

Heyhat ki; bu kültürün, bu irfânın artık esâmesi dahî okunmuyor. Bırakın ağacın yaprağını incitmemeyi; meyvesini topladığı ağacı bir daha meyve veremez hâle getiren; onun dalını, budağını kıran, sahip olduğu hayvanın canını çıkarırcasına ve bayılana kadar çalıştıran, kendinden başka hiç kimseyi hak sahibi tanımayan, hodbin ve hod-endiş bir cemiyet hâline geldik.

Öylesine hızlı yaşamaya mecbur ediliyoruz ki; çevremizdeki sayısız nimeti müşâhede etmekten, o nimetleri vereni tefekkür ve tezekkür etmekten mahrum bırakılıyoruz. Yaşadığımız çağ; ruhlarımızın ayrı, bedenlerimizin ayrı yerde olduğu bir hayat teklif ediyor bize. Her yerde olmaya çalışan, ama hiçbir yerde olamayan garâbet mahlûklara dönüştük.

Hâlbuki varlık âlemine ibretle biraz baksak; etrafımızda dönen âlemin mânâsını, nedenini ve niçinini tefekkür etmek için biraz zaman ayırsak, belki de derûnî mânâları idrâk edecek ve bu koşturmacanın dışına çıkıp, derin bir nefes alıp yaşadığımızın farkına varacağız.

Bir mütefekkirin ifadesi şöyledir:

“Bilgisayardan önce bilgiyi, saatten önce zamanı; otomobilden önce yolu, hızı, mesafe almayı, ilerlemeyi; evden önce yuvayı, somuttan önce soyutu, maddeden önce rûhu-mânâyı, medeniyetten önce insanı düşünseydik, yani gerçekten düşünmeye başlasaydık ve bütün âletlerin, malzemelerin, eşyanın, vasıtaların insan için, insanın «mânevî-maddî» sıhhat dengesi ve bin-netice mutluluğu için olduğunu bilseydik, onlardan tesellî beklemez, onları en verimli, mantıklı ve etkili biçimde kullanırdık.” (Ahmet Selim)

 

Bu şuura ulaşmış, bizden evvelki insanların istifade ettiği, büyük bir nimet varmış. Bu nimet, zamanın en kıymetli bölümü olan seher vakitleriymiş. Bu bereketli vakitlerde erken uyanmak ve her tarafı karanlığa gömen gecenin ardından, sükûneti ve rahmeti müşâhede etmek, güneşin o ilk hâlelerinin üzerimize getireceği rahmet ve bereketinden istifade etmek diye bir nimet varmış. Bu insanlar; işine gitmek için erken kalkan insanların fark edemediği güzellikleri, tatlı uykularından ve sıcak yataklarından ferâgat ederek müşâhede etmişler ve hem dünya hem ukbâya ait heybelerini doldurmuşlardır.

Modern zamanlar, her ne kadar hızlı yaşayan ve hızlı gidenin menziline ulaştığını zannetse de asıl menzillerine varanlar; hakikatte zaman ve mekânın farkında olan ve bu nimetlerden tam mânâsı ile istifade edenlerdir. Modern çağın insanı; bilimde, teknolojide ve nefsinin arzu ettiği bütün imkânlara ulaşma noktasında zengin, ama zamandan yana yoksul bir topluluk. Bu çağın insanı; elindeki vasıtaları kendi ihtiyacı için kullanmak yerine, maalesef bu vasıtalar tarafından kullanılmaktan imtinâ etmiyor.

Ehl-i kelâm;

“Düşünmek için durmak lâzım.” demiş. Haz ve hız çağında kendimize gelip durursak, çevremizde dönen âlemi ve onu yaratanı tefekkür edebilme fırsatını yakalayacağız. 

Rabbimiz; yarattığı bütün nimetlerin farkına vararak, bu nimetleri hakkı ile kullanabilme şuuru versin. Haz ve hız çağının olumsuzluklarından bizi muhafaza buyursun. Verdiği emânetleri zâyî etmeden huzûruna tertemiz varmayı nasip etsin. Âmîn.