GENÇLİK ve SERBESTLİK

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

 

Tesettür konusuna, gençlik çağının özellikleri açısından bakalım; diye niyet etmiştik. Çünkü zamanımızda; bazı ailelerin, ergenlik çağına girmiş kız evlâtlarıyla yaşadığı ciddî çatışmalar ve sıkıntılar var. 

 

Gençlik basitçe, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemi diye tarif edilir. Çocukluk çağı; vazife, mes’ûliyet beklenmeyen, oyunla, eğlenceyle geçirilmesi normal karşılanan bir dönem. Bir çocuk için; hep hoşuna giden şeyleri yapmak istemek, sınır, kaide, vazife gibi şeyleri sevmemek tabiî sayılabilir. Ama bu hâl üzere bırakılmaz. Bilhassa ergenlik çağı yaklaşırken, çocukluk sıfatlarından sıyrılıp yetişkinliğe hazırlanması beklenir. 

 

Bu dönem, bilhassa kızlar için daha da erken yaşlarda başlar. Henüz 11-14 yaşları arasında hızla boy atıp serpilen kız çocuğu, görünüş olarak gençlik çağına ânîden giriş yapar. Hâlbuki duygu ve düşünce yapısı olarak hâlâ çocuktur. Bunu; parklarda patenleriyle kayan, hoplayıp zıplayan ergen kızlarda görebilirsiniz. 

 

Eski zamanlarda evler bahçeliydi. Etraflarında geniş avlular vardı. Hattâ büyük annelerimizin Konya’daki evlerinin sokağa bakan duvarları yüksekti, mahremiyeti sağlardı. Kadınlar, kızlar ekseriyetle konu komşuya, arka bahçe kapısından geçiverirdi. Sanki sokaklar erkeklere ayrılmış; bağa, bahçeye açılan arka kapılar ise kadınlara tahsis edilmişti. 

 

Kızlar annelerinin çırağı gibiydi. Ev işlerinde, kardeşlerinin bakımında yardımcı olurlardı. Hattâ konu komşuya yardımcı olurlardı. Eskiden işler elbirliği ile yapılırdı. Tandır ekmeği yapılacağı zaman, samimî komşular veya akrabalar birbirine yardıma giderdi. Birisi doğum yapınca lohusaya yardım edilirdi. 

 

Kızlar annelerinin, erkekler babalarının yanında hayatı öğrenirlerdi. Modern zamanlarda, çocuklarımızı akranlarıyla birlikte sınıflara dolduruyoruz. Çocuğun günü, arkadaş çevresi içinde geçiyor. Onların sevgisini, beğenisini kazanmak en mühim şey hâline geliyor. Sonrasında toplumda yer edinme, ekonomik hürriyetini kazanma gibi hedefler önüne konuluyor.

 

Eskiden belki ancak erkek çocuklarına;

 

“–Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulurdu. Birçoğuna da sorulmazdı. Çoğu babasının mesleğini devam ettirirdi. Hele kız çocuklarından beklenen bir şey değildi; imtihanlar kazanmak, okumak, meslek edinmek. Önce hak diye sunuldu, ama gitgide mecburiyete dönüşecek gibi görünüyor. 

 

Zamanımızda toplumda o derece bir rekabet var ki, daha anaokulunda çocukların annesini çağırıp;

 

“–Çocuğunuzu psikiyatra götürün. Dikkat eksikliği var gibi. Aman erken teşhis edilsin, ileride yaşıtlarından geri kalır. Hayatı mahvolur!” diyorlar. 

 

Rekabetçi toplumda herkes; avantajlarını öne çıkarmaya, dezavantajlardan kurtulmaya çalışıyor. Böyle bir toplum yapısının içine bırakıverdiğimiz bir genç; birden çok çelişkili, çok farklı beklentilerin arasında kendini buluyor. 

 

Gençlik dönemi, kendi kimliğini inşâ etme devri. Zaten mevcut düzende gençler için gelecek sisli. Önlerinde başarması gereken zor hedefler var. Böyle bir zamanda işini çok zorlaştıracak bir kısıtlama gibi görünüyor tesettür. 

 

Tesettür maddesi açıklanırken şöyle özet bir tarif yapılıyor: 

 

“Terim olarak ilgilileri ve ölçüleri dînen belirlenmiş örtünme yükümlülüğünü ifade eder.” (TDV İslâm Ansiklopedisi; tesettür maddesi) 

 

«İlgilileri»nden kasıt, İslâm fıkhına göre mükellef olan yani âkil ve bâliğ olarak dînî emir ve nehiylere muhatap olan müslümanlar. 

 

Dînimiz bülûğ çağına girmiş, aklî dengesi yerinde olan insanı; yapıp yapmadıklarından mes’ûl tutulacak bir yetişkin olarak görmemizi öğretiyor. Bu sebeple altı yaş gibi erken çocukluk çağından itibaren, dînî emirlere alıştırma çalışmalarına başlanmasını tembihliyor. Çünkü dînimiz bize, bu dünya hayatına bir vazife ve imtihan âlemi gözüyle bakmayı öğretiyor. 

 

«Asıl hayat, âhiret hayatıdır.» ifadesi; bu fânî dünyanın bir gurbet diyarı olduğunu, asıl hayata sevap kazanıp biriktirmek için bir mânevî ticaret seferi gibi olduğunu işaret ediyor. Asıl yurdumuza ânîden çağırılıp, paydos zili çalıp, apar topar dönüş yoluna girmeden önce «fırsat bu fırsat» diyerek mânevî kumbaramızı sevaplarla dolduracağımız geçici bir konak. 

 

«Dünya» görüşümüz bu şekilde olunca, vakit kaybetmemek lâzım. Bilhassa ömrün en kıymetli zamanını, gençliği iyi değerlendirmek elzem. Bu sebeple; gençlik çağını sersemce bir mahmurlukla harcayıp ziyan etmemek için, çocukluk çağından itibaren iyi bir hazırlık yapmak lâzım. 

 

Zamanımızda ise bunun tam zıddına bir dünya görüşü hâkim. Hayat, bilhassa hayatın en tatlı devri olan gençlik, hoşa giden şeylerle geçirilebilir. Hattâ evlilik yaşı ileri atılarak, gençlik çağının büyük bir kısmı mes’ûliyet altına girmeden, bekâr olarak geçirilir ki; kafelerde, sinemalarda, gezilip tozulacak uzun bir zaman olsun. Aslında modern dünyanın da yüklediği vazifeler, kısıtlamalar var ama hepsinin maksadı dünyevî. 

 

Bir gün bir sohbet öncesinde çilekeş bir teyzemiz birden koluma yapışıp demişti ki: 

 

“–Kızım, sabrı anlat, sabrı. Şimdiki gençler sabrı hiç bilmiyor.” 

 

Sabrı bilmemek mümkün değil aslında. Çünkü dünyevî gayeler, hattâ arzu ve istekler de sabır istiyor. «İmtihanı kazanayım, mezun olayım, mesleğimde başarılı olayım…» diyen kişi de kendini, hoşuna giden oyun ve eğlencelerden alıkoyup, hoşlanmadığı ders çalışmak gibi şeylere sabrediyor. Hattâ; «Giydiğim yakışsın, zayıf, genç, güzel görüneyim!» diyen biri bile bir ömür boyu yediklerine dikkat etmeye, bazen çok sıkı perhiz yapmaya sabretmek mecburiyetinde. Yani sabırsız hiçbir şey yok. Demek ki âhiret yolunda sabretmek için de, âhirete kuvvetle îmân etmek gerekiyor. 

 

İnançsız, seküler dünya görüşü, hayatın ötelere dair bir gayesi olduğunu inkâr ettiği veya en azından sırt çevirip ilgisiz kalarak yok saydığı için; bütün hedef olarak, dünya hayatını, mutlu, başarılı ve bilhassa serbest bir şekilde yaşamak şeklinde kabul ediyor. 

 

Özgürlük âdeta putlaştırılıyor. Bu biraz da kapitalist dünya düzeninin işine geliyor. Gençler kolayca etkilenen, rahatça para harcayan bir müşteri kesimini oluşturuyor. Birtakım rol modellerle, bir şeyleri moda, trend vs. hâline getirip kolayca pazarlayabiliyorsunuz. 

 

Bugün şehir meydanları, caddeler, AVM’ler; kapitalist dünya düzenine gönüllü modellik yapan gençlerle dolu. Bu manzaralar; özgür yaşamak, eğlence, zevk ve mutluluk kelimeleriyle pazarlanıyor. Peki acaba gerçekten öyle mi? 

 

Bazen yolda yürürken karşı taraftan gelen insanların yüzüne bakıyorum. Hayatının çoğunu nefsinin istediği gibi yaşamış, arzularına göre giyinmiş, hiçbir kısıtlama kabul etmemiş kişilerin yüz ifadelerinde hiç de öyle mutluluğun resmini görmüyorum. Tam tersi yüzlerinde; öfke, endişe, huzursuzluk ve hattâ ümitsizlik izleri görünüyor. Bazıları elindeki telefonla veya yanındaki arkadaşıyla konuşurken; içindeki acıyı, öfkeyi, çaresizliği dışa döküyor. Hani hür ve serbest olunca mutlu olacaktı? 

 

Hür olmak ancak ve ancak Allâh’a mahsus olabilir. Çünkü Allâh’ın varlığı «Kendi Zâtı»yla kāimdir, es-Samed’dir, kimseye muhtaçlığı yoktur. O yüzden kimseye hesap verecek de değildir, kimseye kendini beğendirmesi de îcap etmez. Ama Allah Teâlâ dahî kendine zulmetmeyi haram kılmış, rahmeti kendine umde edinmiş. Her işinde hikmetli, çoğu zaman çok sabırlı, affedici. Hâlbuki keyfî davransa kimse hesap soramaz ama O, «Kendi Zâtı»na bazı sınırlar çizmiş. Çünkü üstünlük ve kemâlât bunu gerektiriyor. 

 

İşte bunu bilen mü’minler; 

 

“Allah -Zülcelâl- niye bize kısıtlama koymuş?” diye itiraz etmezler. Allâh’ın indirdiği hidâyet ve rehberliğe uymanın fazîlet getireceğine îmân ederler. Nitekim de öyle olur. 

 

Özgürlük adı altında; başıboş, kimsesiz, pusulasız, ne yapacağını bilemez hâlde kalakalmak yerine, rehbere güvenmeyi seçen kişilerin yürekleri, îmânın verdiği tevekkülle doludur. 

 

Elbette dünya ile âhiret arasında bir tercihe zorlanacağız. «Korkuyla, açlıkla…» imtihan olmuyorsak bile, hiç değilse bazı mahrumiyetlerle imtihan olacağız. 

 

Benim bazı arkadaşlarım var, yüzlerini de peçeyle kapatıyorlar. Hattâ dışarıda ben bile kız kardeşinden ayırt edemiyorum. Bir keresinde dedi ki; 

 

“–Benim için hayatın hiç tadı yok. Evden çıkmayı canım istemiyor.” Bazı seferler anlatmıştı, evine en yakın markette bile; 

 

“–Ay bu ne! Ödüm patladı!” diyorlarmış. Bazı yerlerde daha fazla hakarete uğradığı oluyormuş. 

 

Çarşaflı bir arkadaşım da bir ara ortopedik bir problemi sebebiyle ameliyat olmuştu. O dönemde koltuk değneği kullanıyordu. Şakayla karışık diyordu ki: 

 

“–Cami önünde bir arkadaşla buluşmak için sözleşmiştik. Beni dilenci zannettiler. Önüme para attılar.”

 

Şu anda; uzun, bol pardösülü veya feraceli, başörtüsü omuzlarından aşağı inen bir hanım, iş başvurusunda bulunsa, işverenler nasıl bir tepki verir? 

 

“–Niye işe almıyorsun?” diye sorsanız o da kendince haklıdır: 

 

“–Bu kadar takvâlı ise nasıl çalışacak? Bütün gün erkeklerle nasıl muhatap olacak?” 

 

Zaten işe alınsa da bir süre sonra aynı çizgiyi koruyamaz. İnsan uzun bir zamanını geçirdiği yerde, evi gibi rahat davranmaya başlar. Aynı ciddiyeti sürdüremez, mesafeyi koruyamaz. Giyim kuşamı, davranışları ister istemez değişir. Bu durumda da haklı olarak; 

 

“Öyle tesettür olmaz!”, “Tesettürlü kızlar böyle şeyler yapmaz!” denilir. 

 

Kız çocuklarımızı ve genç kızlarımızı ayıplamadan önce biraz da kendimize bakalım, biz ne yaptığımızın farkında mıyız? Kızlarımızdan çelişkili şeyler istemeyi bırakmamızın zamanı gelmedi mi? 

 

Diyanet TV’de bir tartışma programında bir akademisyen şöyle bir tespit dile getirdi: 

 

“Türkiye’de modernlik ile muhafazakârlık çatıştı ama yenişemedi.” 

 

Bu çatışma en çok da kadın ve aile üzerinde belirginleşti. Çünkü eğitim, iş, kamu vs. alanlarını zaten batıya göre düzenledik. Bir aile kaldı elimizde, onun üzerinde savaş veriyoruz. 

 

Şimdi biraz düşünelim. Biz âhireti tercih etme husûsunda, gençlerimize ne kadar örnek olabiliyoruz? Onlara karşı cömert davranabiliyor muyuz? «Torunlarımızı güzel yetiştirsin, huzur içinde yaşasın, ibâdetini yapsın, yeter!» diyor muyuz? 

 

Hepimiz üstümüze düşeni yapmalı ve tatlılıkla nasihat etmekten de geri durmamalıyız. Çünkü mü’mine nasihat fayda verir, inşâallah.