EVRİM ve İNANÇ DÜNYAMIZ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Dünyanın her yerinde, muharref ve bâtıl dinlerde dahî kâinâtı ve insanı yaratan bir yüce varlık inancı mevcuttur.

Aklın ispat için delil bile aramadığı, o kadar bâriz, o kadar âşikâr bir hakikattir bu:

•Bu cihanın bir hâlıkı olmalıdır. Bu mükemmel çiçeklerin, bu muhteşem mahlûkatın bir Bâri’i bir Musavvir’i olmak zorundadır. Bu nizamın bir tanzim edicisi olmak zorundadır. Kâinat, gayeler etrafında dönmektedir. Mânâsız, hikmetsiz ve abes değildir.

Bu apaçık hakikati, yüce Yaratıcı; ödülü en büyük bir bilmeceye, bir imtihana, bir yarışa döndürmüştür. O’nun sonsuz rahmeti, kolay suâle, büyük ödül verir. Tevhîdi tasdik edene cennet vardır.

Lâkin biraz çeldirici, biraz şaşırtıcı şıkların bulunması da yarışmanın, imtihanın ve bilmecenin şânındandır. Hele, o Yaratıcı’nın varlığını kabul etmek; arkasından O’nun gönderdiği kitapları, rasûlleri, emirleri ve yasakları da kabul etmeyi gerektirdiği için, o bâriz hakikat güneşini balçıkla sıvamaya çalışanlar zaten olacaktır.

Ateizm ve agnostisizm gibi küfür cereyanları, inkâr akımları bu cihanın «kendiliğinden» olduğunu, bir Fâil elinden vücuda gelmediğini ileri sürmeye çalıştılar. Sâlim bir aklın delil bile aramadığı hakikati inkâr etmek için sebepler aradılar.

İmtihanın çeldiricileri olmalı demiştik: İnsan nefsinde bulunan yıkıcı şüpheyi tahrik edecek, âmiyâne tabirle, inançsızlık tarafına yontturacak bir gizlilik.

Allah Teâlâ’nın çift yönlü isimleri vardır: Zâhir ve Bâtın… Cenâb-ı Hak, kalb-i selîm ile, akl-ı selîm ile yaklaşana ne kadar Zâhir (âşikâr) ise, şüpheci nefis ile yaklaşana o kadar Bâtın (gizli)dir.

Niçin Bâtın? Çünkü Allah, kalb-i selîm ile gelinmesini istiyor. İçi çıfıt gibi; şüphe, tereddüt, kin ve gayz dolu kişilere göstermiyor hakikatini.

Cenâb-ı Hakk’ın; hakikati, kem gözlerden kasten gizlediğini şu âyetten de anlıyoruz:

“Eğer dileseydik, onlara gökyüzünden bir âyet indirirdik de ister istemez ona boyun eğerlerdi.” (eş-Şuarâ, 4)

Görene öyle zâhir ki, zuhûrunun şiddetinde gāib. Yani her yerde O ve O’nun eserleri olduğu için, denizdeki balığın her tarafını saran suyu ayrıca idrâk edememesi gibi bir görünmezlik veriyor.

Köre ise, körlüğünü gidermedikçe, en ufak bir ışık yok. Zaman zaman şimşek gibi tecellîler olsa da, hidâyet mahrumiyetine götüren menfî duygular; şüphe, kin ve itiraz kılıfında o nûru karanlığa gömüyor. Devâsâ dolunayın ışığını, biz fânîlerden engellemeye bir kara bulut parçası yeter.

Evet, kâinâtın bir Yüce Kudret’in eseri olduğunu ispat için daha nasıl bir açıklık lâzımdır? Kişi; hücreye mikroskopta bakınca, Arapça orijiniyle «الله» Allah imzası mı görmelidir, O’nun eseri olduğunu idrâk edebilmek için?

Milyonlarca peş peşe isabetli mutasyonu, ihtimal hesaplarını çökerten sayıda üst üste tutarlı tesadüfü kabul edecek de;

“–Bunu bir var eden olmalı.” demeyecek.

Üstelik, O Var Eden çok da gizlemiyor kendini. Binlerce yıldır insanoğluna peygamberler göndererek, vahiyler, kitaplar inzâl ederek kendisini «Zâhir» kılıyor.

Fakat o şüpheci, o kindar, o alaycı bakış; bu sefer, peygambere yalancı diyor, vahye iftira atıyor. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz’in risâletine inanmak için müşriklerin ileri sürdükleri talepler bildirilir:

•Çölün ortasında bir nehir fışkırtmalısın.

•O da yetmez! Yine o çölde her türlü meyvelerin olduğu bahçelerin olmalı, içi derelerle kaynamalı.

•O da yetmez! Göğü tepemize parça parça indirmelisin!

•O da yetmez! Allah ve melekler şöyle karşıdan gelmeli, bize görünmeli, apaçık görmeliyiz!

•O da yetmez! Altın madeninden yapılmış bir evin, bir sarayın olmalı!

•O da yetmez! Göğe doğru yükseldiğini görmeliyiz.

•O da yetmez! Gökten de elinde müşahhas semâvî bir kitap ile inmelisin! (Bkz. el-İsrâ, 90-93)

Evet bin dereden su getirerek, Yaratıcı’yı inkâr etmeye uğraşanlara, kâinattan bizim sunduğumuz deliller de inandırıcı gelmiyor.

İstifade ettikleri meyveleri; akl-ı selîm sahibi, şükür ehli bir insan gibi, Rezzâk’ın rızkı olarak görmüyorlar da;

“–Bunlar; ağacın, neslini çoğaltmak, tohumlarını ulaştırmak için var olan uzuvları. Bunlarla beslenmeyi biz düşündük. Karşılıklı bir yararlanma oldu.” deyip Rezzâk’a borçlanmaktan kurtuluyorlar(!).

Sıhhat ve afiyet içinde yaşadıkları kendi bedenleri için bir yaratıcıya şükretmek yerine;

“–Aslında insan bedeni kusurludur. Bedenimizde körelmiş organlar vardır.” gibi hezeyanlarla, nankörlüğün zirvesini yokluyorlar.

Her şeye zâhir perdesinden buna benzer kılıflar bulabiliyorlar. Bu anlayışın bayraktarlığını ise Evrimcilik levhası altında yapıyorlar. Bizzat Darwin’in ilâhiyat sahasına kafa yorduğu, 40 yaşına kadar hıristiyan kaldığı, sonrasında kendi ifadesiyle agnostik olduğu biliniyor. Yine kendisi agnostisizmi, ateizmin kibarcası olarak tarif ediyor.

Yani evrim teorisinin ortaya atılmasındaki itici güç, hayâtiyetin bir yaratıcı olmadan meydana gelmiş olabileceğinin ispatlanma gayreti.

Canlıların çevreye uyumları, adaptasyonları, soylarından tevârüs ettikleri genetik yapı, bunlar elbette günden güne gelişen, ilerleyen, araştırılan bilim meseleleri. Fakat yüz binlerce yıl öncesine dair bir iddianın döne döne ispatlanmaya çalışılmasında bir kastın olduğu açık.

Biraz daha îzah etmek isterim. Bugün her inançtan insan; doktor, veteriner, cerrah ve benzeri, biyolojiyi alâkadar eden sahalarda ihtisas yapıyor, başarılı işler ortaya koyuyor. Fakat inanç dünyası ile yaptığı iş arasında bir çelişki yaşamıyor. Lâboratuvara girdiğinde kâfir olmuyor. Çünkü şahâdet âleminde; yaşadığı, içinde olduğu âlemdeki oluşlara dair elindeki bilgilerle çalışıyor.

Oturup ilk insan, ilk canlı üzerine iddialara giriştiğinde ise, aslında tahminlerin, spekülâsyonların ve iddiaların içinde ilerliyor. Çünkü bilinmeyen geçmiş de gaybdır. Gaybı insanlar ancak birtakım delillerle aydınlatmaya çalışabilirler. Biyolojinin geçmişi araştıran sahası paleontoloji. Fosil bilimi. Bu sahada bulunan kemikler, kalıntılar üzerine tahminler, spekülâsyonlar geliştiriliyor.

Kaybolmuş 300 sayfalık bir romanın 30’uncu sayfasından üç satır, 92’nci sayfasından beş satır, 150’nci sayfasında üç kelime, 211’inci sayfasından bir dipnot bulup romanı hayalinizde inşâ edebilir misiniz?

Hayal gücü elbette denemek ister. Hele de o roman hakkında birtakım peşin kabullere sahipse…

Fakat ortaya koyduğu kurgu, gerçek romana ne kadar mutâbık olur?

Nitekim evrimcilerin de boşlukları doldurma adına söylediklerini sık sık revize etmeleri gerekiyor. «Zaten bilim böyle çalışır!» diyerek, bu tür geri vitesleri hiçbir zaman reddetmiyorlar.

Diğer taraftan daha karanlık bir nokta, o roman hakkındaki peşin kabullerin onları delil uydurmaya da sevk edip etmediği. Geçmişte birtakım kemiklerin uydurulduğu tarihe geçmiş bir gerçek. Bugün bunların daha niteliklilerinin yapılmadığı hususundan şahsen ben emin olamıyorum. İçimizdeki Balık adlı evrimci belgeli çalışmada, araştırmacı, kaç milyon yaşında bir fosili, otoban kenarındaki bir kazıda, eliyle koymuş gibi buluveriyor.

Evet evrim bu. Darwin’den beri, genetik ilerledi, insan genomu çıkarıldı. Binlerce hekim, binlerce araştırma, yeni yüzlerce fosil… Araştırmalar devam ediyor.

İşin uzmanları; ekonomi çevrelerindeki fâiz lobisi, sanat (!) ve psikiyatri çevrelerindeki LGBT lobisi gibi, ilim çevrelerinde de bir Evrim lobisinin olduğunu ifade ediyorlar.

Bu lobi o kadar güçlü ki;

Çinli bir araştırmacı; insan elinin, ne kadar mükemmel, âhenkli, çok fonksiyonlu bir uzuv olduğunu anlattığı makalede, hattâ sadece o makalenin tercümesinde, Tanrı’ya ufacık bir takdir yer aldı diye âdeta bilim çevrelerinden aforoz ediliyor. Makalenin yazarı, kendisinin tanrıdan bahsetmediğini, bunun tercümede yapılan bir hata (!) olduğunu yana yakıla ifade etmek zorunda kalıyor.

Hem bir bilim adamı, hem İslâm âlimi olan İyad Kuneybî, bu lobinin daha birçok hilesini video serilerinde anlatıyor.

Meselâ birçoğumuzun duyduğu, insan ile şempanze genlerinin % 98,5 aynı olduğu iddiasının yanlış olduğunu, gerçek benzerliğin % 70’lerde olduğunu bildiriyor. Çünkü bu çalışmayı yapanlar, işe, benzemeyen % 30’a yakın noktayı araştırma dışı bırakarak başlamış. Acaba neden? % 70’lik benzerlik ise, aynı dilde yazılmış iki kitabın aynı harflerden, benzer isim ve fiillerden oluşması kadar tabiî…

Aynı ilim adamı;

•Evrimcilik lobisinin sıkıştığı yerde, Yakınsak evrim, Paralel evrim gibi yeni kavramlar uydurup durumu kurtarmaya çalıştığını ifşâ ediyor.

•İlmî bakımdan çürütülen birçok evrim iddiasının çizgi filmlerde, bilim kurgularda işlenmeye devam edildiğini vurguluyor.

•Körelmiş organ iddialarının asılsız olduğunu, bu uzuvların fonksiyonlarının kasten gizlendiğini bir bir anlatıyor.1

Evrimci lobi bu kadar güçlü. Bu sebeple, evrimin artık ispatlanmış, kesinleşmiş bir tabiat kanunu olduğu yönünde bir baskınlık oluşturmaya çalışıyorlar.

Hâlbuki geçmişin biyoloji kitabının daha binlerce sayfası hâlâ kayıp yani gaybın koynunda.

“–Evrim artık kesinleşti, hâlâ bunu reddeden bağnazlık, yobazlık etmiş olur!” propagandası maalesef, kendini din adına konuşma mevkiinde gören birtakım ilâhiyatçıları, yazarları ve bilim anlatıcılarını da tesiri altına alıyor. Onlar;

“–Aman matbaada geç kaldık! Teknolojide geç kaldık! Burada geç kalmayalım!” tarzında masum görünen bir düşünce ile kolları sıvayıp, Evrim ile İslâm’ı te’lif etmeye / bağdaştırmaya çalışıyorlar. “Evrimin İslâm’a uymayan bir tarafı yok ki!” diyorlar. Hâlbuki ifade ettik:

Evrimcilikteki temel motivasyon, itici güç, canlılığın nasıl meydana geldiğini «Tanrı yarattı.» dışında bir cevapla vermeye dayanıyor.

Bizim (!) Evrimciler ise, «Allah yarattı» ama nasıl yarattığının ayrıntılarını bize söylemedi. İşte evrim, yaratılışın keyfiyetini, nasıllığını anlatıyor, demek istiyorlar.

Açık söyleyelim: Evrim gerçekten ispatlanmış olsa, bunların yaptığını bütün âlimler yapar.

Çünkü Allâh’ın kitâbı ile yaratışı, teşrîî âyetleri ile tekvînî âyetleri tenâkuza düşmez.

İnsan dışındaki varlıkların yaratılışı hususunda, Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli sebep perdelerini kullanarak, yüz milyonlarca yıla yayılmış bir yaratış sanatı sergilediğini düşünmek akla uzak değildir. «Ol der olur.» sırrı, «Emir âlemi»nde bir anda gerçekleşse de, «Halk âlemi»nde onun tezâhürü zamana yayılabilir.

Fakat burada dahî, evrimde dile getirilen canlılığın oluşma ve türlerin meydana gelmesine getirilen îzah tarzı, dînin ifadesine bütünüyle ters düşüyor. Çünkü yapılan îzahlarda, «kastı, niyeti olmayan mutasyonlar» şart koşuluyor. Bizzat Darwin, sisteminin yaratılışla te’lif edilmesine karşı çıkıyor.

Dolayısıyla, İslâm’ı «geri göstermemek» adına evrimi kabule koşanlar, İslâm’ın en temel meselesi olan Yaratıcı Allah akîdesine gölge düşürme tehlikesine yuvarlanabiliyorlar.

İlk vahyedilen âyetin ilk kelimesinin; «Oku!» olması üzerine çok düşünür ve bu hakikati dile getiririz. Aynı âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın nasıl tarif edildiği de dikkat çekici bir husustur:

Yaratan Rabbin adıyla oku!”

Meselâ; “Allâh’ın adıyla oku!” değil; “Aziz, Rahîm, Kerîm vs. Allâh’ın adıyla.” değil!

Yaratan ve Rab… İlk vahiyde, Allah; insan için en önde gelen, en kuvvetli tarifle tebârüz ettiriliyor:

“Yaratan Rabbin.”

İster iç âlemde okuyuş, ister dış dünyaya tebliğ ediş olsun, Allah önce Yaratıcı’dır, Rab’dir.

İnsanın varlık sebebinin Allâh’a kulluk etmek olduğunu bildiren âyet de; «Yarattım!» diye başlar. Rızık mevzuunu dile getirerek devam eder. (ez-Zâriyât, 56-58)

Yine insanın mevcudiyetinin gayesini; «Amel / davranış bakımından hanginizin en güzel, en iyi olduğunu imtihan etmek için» diye açıklayan âyetlerde de ölüm ve hayatın, yer ve göklerin «yaratılışı» ifade edilir. (Hûd, 7; el-Mülk, 2)

«Kendiliğinden» oluşu bu kadar vurgulayan bir sistemi, Fâil-i Mutlak’ı bu kadar tebârüz ettiren semâvî kitapla buluşturmaya, kaynaştırmaya çalışmak ne kadar başarılı olacaktır? Muhataplarınızın zihninde sonunda kim kazanacaktır?

Bu söylediklerimiz umumî biyolojik varlık için. İş; insana, Hazret-i Âdem’e geldiğinde, gerek nasslar gerekse bilim daha derin problemlerle karşılaşıyor.

Bir tıp profesörünün mânâlı bir suâli:

–Eğer canlılar ihtiyaçlar ve tabiatın gerektirdiği şartlara göre zaman içinde gelişiyorsa, Afrika’nın bir köyünde doğan bir çocuk nasıl oluyor da iki ilâ dokuz dil öğrenebilecek, Kuantum fiziğini idrâk edebilecek bir zekâya sahip olarak doğabiliyor?2 İnsanın medeniyet, ilim, sanat, felsefe ve kültür gibi uğraşları, gezegendeki diğer canlılarda neden asla görünmüyor?

Fermi paradoksu ortada. Eğer canlılık, böyle kendiliğinden meydana gelmeye temâyüllü idiyse, milyarlarca galaksiyle dolu kâinatta, daha nice biyolojik varlık görmeli değil miydik? Onlar çoktan bizimle irtibata geçmiş olmalı değil miydi?

Evrimle İslâm’ı barıştırmaya çalışmak, Âdem ve Havvâ kıssasını bir masal seviyesine düşürüyor. Birçok hakikati, herhangi bir karîne olmadığı hâlde mecâza hamletmek mecburiyetine itiyor. Bu da hermenötik, tarihselcilik ve benzeri tahriflerin kapısını ardına kadar açıyor. Son yıllarda bütün faaliyetini yeni nesil müslümanlara evrimi kabul ettirmek üzerine kuran bilim anlatıcılarının hep bu modernist zümrelerden yoldaşlar edindikleri de dikkatlerden kaçmamaktadır.3

Evrimle İslâm’ı bağdaştırmaya çalışmak; insan bedenini hayvandan farksız addederek, hıristiyanlarda olduğu gibi sadece rûha istinâd edilen, sadece ona tutunulan bir anlayışa sürüklüyor. Hâlbuki ruh, bilim çevrelerinde kabul edilmediği için; bugün sizi materyalizme ve natüralizme beden noktasında râzı eden inkârcı çevreler, yarın rûhun «yokluğu» hususunda da sizi tatmin etmekte pek zorlanmayacaktır. Materyalistlere göre; ruh, beynin bilinç (şuur) fonksiyonundan ibarettir. Yani ruh yok bilinç vardır.

Evrimle İslâm’ı uzlaştırmaya çalışmak; insanın mükerremliği, ilâhî nefha, ahsen-i takvîm, her şeyin insana müsahhar kılınması, ilâhî emâneti yüklenmek ve yeryüzünde Hakk’ın halîfesi olmak gibi bütün insana vazife yükleyen değerlerin altını oyacak, insanı beyni ve zekâsı gelişmiş bir hayvan türü olarak gören natüralizmin, hedonizmin ve sekülerizmin ekmeğine yağ sürecektir. Dünyanın bugünkü âhirzaman manzarası; insanın farksızlığını değil, farklılığını vurgulamayı gerektirmez mi?

İslâm’ı evrime uydurmaya çalışmak, temelinde deistik bir tanrı anlayışına da sürükler. Sadece birtakım kanunlar koyan, gerisine karışmayan bir tanrı.

Bizzat Darwin;

“Kendimi her şeye gücü yeten ve yarattıklarını çok seven bir Tanrı’nın, parazitik eşek arılarının canlı tırtılların bedenlerine yerleştirdikleri lârvalarını özenle tasarladığına inandıramıyorum.” diyerek, var olsa bile cüz’iyyâta karışmayan bir tanrı tasavvurunu ileri sürer.

Yani kötülük problemini kullanarak; «Allâh’ın vahşî, yırtıcı, başka mahlûklara daha bebekken zarar veren canlıları bizzat plânlayarak yaratmasını aklen kabul edemem.» diyor. Günümüzde kötülük problemi;

“Allah, tecavüzlere, zulümlere niye izin veriyor?” gibi çeşitli şekillerde de karşımıza çıkıyor.

Hâlbuki biz müslümanlar, Allâh’ın ed-Dârr (zararı halk eden), el-Mümît (canları alan), el-Hāfid (alçaltan), el-Müzill (zelil kılan) gibi esmâsının da olduğunu biliyoruz. Çünkü tevhid nizamında; kötülüğü, zararı ve zulmü yaratan ayrı bir tanrı tasavvur olunamaz. Onları da Allah yaratır. Fakat zulmetmez; adâlet, hikmet ve rahmet sıfatlarıyla telâfi eder. Bu sırf kötülük müdür; karanlığın ışıksızlık olması gibi, iyiliğin derece olarak azalması mıdır, hikmetleri nelerdir, bu noktaları «Kelâm» âlimlerine bırakırız.

Fakat Allâh’ı parazit yaratmaktan âzâde edeceğim derken; O’ndan başka yaratıcı varlığını kabul etmek veya O’nun kontrolünün, bilgisinin dışında bir yaratılışın var olduğunu kabul etmek gibi açmazlara İslâm ilâhiyatı düşmemelidir.

Çünkü Kur’ân’da tarif edilen Allah; değil bir canlının var oluşunu, bir kuru yaprağın yere düşmesini bile Kendi ilmine, önden belirlenmiş bir kadere, kayda, ölçüye bağlıyor.

Bütün bunlara değer mi? Bir hayatî sual daha:

•Evrimi kabul etmek ne kazandırır, reddetmek ne kaybettirir?

İnanç dünyasında evrimi kabul etmediği yahut ona karşı «tevakkuf / durup bekleme» diyebileceğimiz bir tavır sergilediği hâlde, biyoloji temel ilminin mutfak neticeleri diyebileceğimiz tıp, veterinerlik, cerrahi ve farmakoloji gibi sahalarda yüksek başarılar sergileyen müslüman (veya diğer dinlere mensup) kişilerin azımsanmayacak kadar çok olduklarını görüyoruz. Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz SANCAR da Allâh’a inandığını ve evrim tartışmalarını gereksiz bulduğunu ifade etmişti.

Onların bu sahadaki suskunluğunu, tevakkuf / bekleme tavrına verebiliriz. Ama bu suskunluğu, tamamıyla kabul olarak değerlendirmek yanlıştır.

Öyleyse; «aman evrimi reddedersek şöyle olur, böyle olur» şeklindeki vehimler de boştur.

Bilâkis; «liseli bir gencin, Evrim lobisinin ürettiği onca film, kitap, bilim-kurgu vb. propagandayla dolmuş zihnine, Kur’ân’ın âyetlerini de aslında evrime göre uyarlayıp anlayabiliriz» dediğinizde ne elde etmiş olacaksınız? Bu işin faydası yok, zararı var.

Doğru tavır:

•Kur’ân’ın nasslarını olduğu gibi kabul…

•Bilim hususunda, hakikatin ortaya çıkması hususunda gayret ve yarış…

•Gaybî geçmiş hususunda tevakkuf…

Bu kardeşlerimiz; evrimi müslümanlara kabul ettirmeye harcayacakları eforu, bilim anlatıcılığını, tabiattaki mükemmelliğin ifadesini, münkir ve ateist tekelinden kurtarmaya sarf etseler keşke!.. Fakat o lisan, ilhâmını Kur’ân’dan almalı. Zâhir perdesinde şu veya bu sebebe bağlı olsa da, Yaratan Allah’tır. Rızık veren Allah’tır. Can bağışlayan Allah’tır. Canı alan Allah’tır. İnsanı Zâtına kulluk edip etmeyeceği ve nasıl kulluk edeceği yönünde imtihan etmek için yaratan Allah’tır.

Hakikat budur, gerisi kemiklerle oynanan bir çelik çomaktır!

___________________________________________________________________________

1 https://www.youtube.com/c/eyadqunaibi

https://www.youtube.com/c/DrEyadQunaibiGlobalChannel

Ayrıca Dr. Kasım TAKIM’ın videoları evrimin iddialarının kimya ilmi açısından ne kadar gerçek dışı olduğunu tebârüz ettiriyor. https://www.youtube.com/results?search_query=dr.+kas%C4%B1m+tak%C4%B1m

2 https://youtu.be/74Ims-YlefY

3 Misal: Evrimci Sinan CANAN ve tarihselci Mustafa ÖZTÜRK dostluğu…