Rasûlullah ve Ashâbının KUBÂ’ GÜNLERİ -2-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Evs ve Hazrec kabîleleri arasında uzun yıllardır süren çok büyük bir düşmanlık vardı. O kadar ki; Hazrecliler Evslilerin diyarına, Evsliler de Hazreclilerin diyarına gitmekten korkarlardı.

Bir diğer tarafta da Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın hicret ile Kubâ’ya geldiğini duyan Hazret-i Es‘ad bin Zürâre, O’nun yanına gidemediği için kahrından ölüp ölüp diriliyordu âdeta! Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı her şeyinden çok sevdiği, O da Kubâ’ya kadar geldiği hâlde, yanına gidememenin çilesini çekiyordu! Ne yapıp edip bir an önce gidip görüşmek istiyordu. Ne yazık ki Evs Kabîlesi ile aralarında büyük kan dâvâsı vardı ve bu düşmanlığın da biteceği yoktu.

Rasûlullah -aleyhisselâm-, pazartesi günü gelmişti. Hazret-i Es‘ad pazartesi ve salı günleri gidemedi. Çarşamba günü olmuştu. Bunca düşmanlık ve tehlikelere rağmen daha fazla dayanamadı. Kendini gizleyip, yüzünü-gözünü iyice sarıp sarmalayarak, akşamla yatsı arasında O’nun yanına varmayı başardı.

Peygamberimiz -aleyhisselâm- onu görünce çok memnun oldu:

–Ey Es‘ad bin Zürâre! Evinden şuracığa nasıl gelebildin? Seninle şu kavim arasında geçmişte ne var?1

–Yâ Rasûlâllah! Sen’i, Hak din ve Kitap ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, her şey istemeyerek oldu. İslâm’a girmeden önce, aramızdaki Bu‘âs Savaşı’nda karşılıklı birbirimizin yakınlarını öldürmüştük. Açık bir şekilde kalkıp gelseydim, burada istenmeyen şeyler meydana gelirdi. Sana da bir zararım dokunmasın diye gelemedim. Yoksa Sen’i görmeden nasıl dururum ben?!. Üstelik Sen buralara kadar geldiğin hâlde… Sen bize böylesine yakın bir yerde bulunursun da ben Sen’i selâmlayıp; «Hoş geldin!» demek için, hayatım pahasına da olsa, nasıl kalkıp gelmem?2

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına kadar, kimseye tanınmadan sokulmayı başaran Hazret-i Es‘ad, o gece O’nun yanında kaldı. Hayatı boyunca unutamayacağı bu mazhariyet, onu öylesine mutlu etti ki, bu kan dâvâsına bile şükredecek bir hâle geldi!

Ertesi günü sabaha çıkınca; Peygamberimiz -aleyhisselâm- toplanmış olan ashâbının yanına, Es‘ad bin Zürâre ile beraber çıktı. Bir yandan bütün ashâbına, diğer yandan da özellikle Sa‘d bin Hayseme, Rifaâ ve Mübeşşir bin Abdülmünzir kardeşlere bakıp, Es‘ad bin Zürâre’yi göstererek şöyle buyurdu:

–Es‘ad bin Zürâre’yi kim himayesine alacak?

Bir anda sus pus olan ashab, birbirlerine bakmaya başladılar. Rasûlullâh’ın mesajını alan Sa‘d bin Hayseme, Rifaâ ve Mübeşşir bin Abdülmünzir, öne çıkarak biraz mahcubiyet ve özellikle de edep dolu bir ses ve tavırla şöyle cevap verdiler:

–Yâ Rasûlâllah! Sen onu himayene al. Sen’in himayende olan, hepimizin himayesinde olur çünkü!

–Herkes duysun ve bilsin ki, ben Es‘ad bin Zürâre’yi himayeme aldım!3

Peygamberimiz -aleyhisselâm- böyle buyurunca; kan dâvâlıları olan Hazret-i Sa‘d bin Hayseme, Hazret-i Rifaâ ve Hazret-i Mübeşşir bin Abdülmünzir ileri atıldılar:

–Rasûlullâh’ın himayesine aldığını, biz de himayemize alır, aramızdaki kan dâvâsını da unuturuz! Bundan sonra, Es‘ad bin Zürâre bizim de himayemizdedir artık!4

Bu hâdiseyi gören ve duyan Evsliler hemen Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın yanına gelip, O’nu çok sevindirecek bir güzelliği dile getirdiler:

–Yâ Rasûlâllah! Sen şâhit ol ki, biz Evsliler olarak hepimiz Es‘ad bin Zürâre’nin himayecileriyiz!5

Bununla da yetinmeyen bu seçkin insanlar, birbirlerinin koruyucusu ve yardımcısı olduklarını anlatmak için, onunla el ele tutuşup, Amr bin Avfoğulları mahallesine kadar böyle gittiler. Sonra da Es‘ad bin Zürâre’yi evine bırakıp döndüler. Böylece yıllardır en küçük bir yumuşama olmayan kan dâvâsı, bir anda tarihe karışmış oldu.6

Hazret-i Es‘ad bin Zürâre; bu hâdiseden sonra, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın yanına sabah-akşam gelip gitmeye başladı.7 Yılların nefreti, bir anda muhabbete dönüşmüştü elhamdülillâh…

Kubâ’da yaşayan ensar ile yine Kubâ’da misafir edilen muhâcir sahâbîler; daha ilk günden itibaren Amr bin Avfoğulları’na ait olan hurma kurutma yerini, kendilerine mescid edinmişlerdi. Ensar-muhâcir, o anda orada olanlar namazlarını burada cemaatle kılıyorlardı.8

Daha önce geçtiği gibi, Rasûlullah -aleyhisselâm- teşrif edinceye kadar Hazret-i Sâlim burada namaz kıldırıyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm- hicret edip gelince, bu mukaddes vazifeyi asıl sahibine bıraktı.9

Rasûlullah -aleyhisselâm-, sevgili ashâbının namaz kıldıkları bu güzel yeri mescid için çok uygun buldu. Burada bir mescid yapmak istediğini söyledi. Bu güzel yerin sahibi olan Hazret-i Kulsûm bin Hıdm, hemen ileri çıkıp şevkle atıldı:

–Ben burayı mescid için hibe ediyorum yâ Rasûlâllah! Peygamberimiz -aleyhisselâm-; Hazret-i Kulsûm’un bu samimiyeti ve infâkından çok memnun olmakla beraber, burasının bedelini ödemek istedi.10

Neticede kutlu inşaat başladı. Bir yandan temeller eşilirken, bir yandan da Harre denen yerden taş taşınıyordu. Temeller kazıyıp, yeterince taş da getirilince, Rasûlullah -aleyhisselâm- koca bir taşı alıp besmele ile temele yerleştirdi. Sahâbîlerin hepsi büyük bir şevkle çalışıyor, temele taş koymak için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Rasûlullah -aleyhisselâm-; temele ilk taşı koyduktan sonra, hemen dönüp Hazret-i Ebûbekir’e, taşını yanına koymasını söyledi. Hazret-i Ebûbekir de elindeki koca taşı, Rasûlullâh’ın taşına bitiştirip güzelce yerleştirdi. Peygamberimiz -aleyhisselâm-; bu sefer Hazret-i Ömer’e söyleyince, o da yine koca bir taşı alıp, Hazret-i Ebûbekir’in taşının yanına güzelce yerleştirdi. Rasûlullah -aleyhisselâm-; bu sefer de Hazret-i Osman’a söyledi. O da aynı büyüklükte taşı alıp, Hazret-i Ömer’in taşının yanına güzelce yerleştirdi. Bu ilk dört taş konulduktan sonra Rasûlullah -aleyhisselâm-;

“–Şimdi sizler de taşlarınızı koyunuz!” buyurdu.11

Mescid-i Kubâ’nın ilk şekli, kare tarzında bir düzlüğü çevreleyen dört duvardan ibaretti. Üstünün bir kısmı açık, bir kısmı da hurma dalları ile kapatılmıştı.12

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın bizzat çalıştığı Mescid-i Kubâ’nın inşaatı esnasında, çok güzel şeyler yaşanıyordu. Sahâbîlerin kimileri taş taşıyor, kimileri su getiriyor, kimileri harç karıştırıyor, kimileri de duvar örüyorlardı.

Hazret-i Abdullah bin Revâha, büyük bir coşkuyla şiirler söylüyor, sahâbî kardeşlerini iyice coşturuyordu:

–Mescidlerin inşâsında çalışmaya koyulanlarla, ayakta veya otururken Kur’ân okuyanlar ve bütün gecelerini uyku ile geçirmeyenler felâh bulurlar!13

Rasûlullah -aleyhisselâm- çocukluğundan bu yana, özellikle de gençliğinde en çok «el-Emîn» yani «güvenilir» sıfatıyla anılırdı. Bu yüzdendir ki; birçok varlıklı ve ileri gelen insan, kıymetli eşyalarını O’na emânet ederlerdi. İslâm’dan önce böyle olduğu gibi, İslâm’dan sonra da bu böyle devam etti. O’na îmân etmedikleri hâlde, güven ve itimatları asla sarsılmamıştı. Kıymetli eşyalarını koruyup kollaması için yine O’na emânet ediyorlardı. Hattâ o kadar ki; O’nu öldürmek için evini kuşattıkları zaman bile, O’nda yine çokça emânetleri vardı. Mekke’den Medine’ye hicret edeceği zaman; bu emânetleri Hazret-i Ali’ye bırakıp, onu kendi yerine yatırarak hicret etmişti.

Hazret-i Ali de Rasûlullâh’ın hicretinden sonra, bu emânetleri sahiplerine vermek için Mekke’de üç gün üç gece daha kaldı. Ortalık kısmen de olsa durulunca;

“–Rasûlullâh’ın yanında kimin bir emâneti varsa bana gelsin, ona emânetini teslim edeceğim.” diye seslendi. Bu sesleniş üzerine mal sahipleri hemen yanına vardılar. O da bütün emânetleri sahiplerine iade ettikten sonra Medine yoluna düştü. Her an bir müşrik grupla karşılaşma tehlikesi olduğu için; geceleri yol alıp, gündüzleri saklanarak, nihayetinde Rebîulevvel ortalarında Kubâ’ya geldi. Fakat ayaklarının altı kabarıp, şişmiş, yarılmış ve kanıyordu.

Rasûlullah -aleyhisselâm-, Hazret-i Ali’nin geldiğini haber alınca;

“–Ali’yi bana çağırın!” buyurdu. Sahâbîler de;

“–Ali’nin ayakları yaralanmış, yürümeye bile tâkati yok yâ Rasûlâllah!” deyince, hemen kalkıp onun yanına vardı. Hâlini görünce rahmet ve şefkatinden gözleri yaşarıp onu kucakladı. Sonra da ayaklarının altını eliyle meshettiği gibi, hemen iyileşmesi için Allâh’a duâ etti. Bu duâ hürmetine Hazret-i Ali’nin hiçbir acısı kalmadı.14

Peygamber eli değer de acı kalır mıydı hiç!

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________________________________________________________________

1 Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ; c. 1, s. 249-250.

2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 608-612; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 1, s. 82-84; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 86-87; Zehebî, Siyer-u A‘lâmi’n-Nübelâ, c.1, s. 299-304; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 34-35.

3 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 99.

4 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 218-219, c. 2, s. 604, c. 4, s. 384-385; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 1, s. 671, 677-678, c. 2, s. 95; İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, c. 10, s. 111-112.

5 Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâr-i Dârî Mustafâ, c. 1, s. 166, 172, 195.

6 Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 292; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 159-160.

7 Cevâd Ali, el-Mufassal, c. 4, s. 138-140; VI, 536; Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, c. 1, s. 159-170; 198-199; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 3, s. 13-14.

8 İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîneti’l-Münevvere, c. 1, s. 68; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, 169, 182-183; Halîfe bin Hayyât, et-Târîh, s. 29, 75, 191; Kalkaşendî, Nihâyetü’l-Ereb, s. 259; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâr-i Dârî Mustafâ, c. 1, s. 256.

9 Vâkıdî, el-Megâzî, c. 1, s. 245, c. 3, s. 1021; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 226, c. 2, s. 45; İbn-i Kuteybe, el-Maârif, s. 155-156; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 3, s. 288, 291-292; Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 225-227.

10 Bazı rivâyetlerde Hazret-i Kulsûm ısrarla infâk etmek istediği hâlde, bu yerin bedelini ödedi kaydı varken, bazı rivâyetlerde de onun infâkının kabul edildiği geçmektedir. Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâr-i Dârî Mustafâ, c. 1, s. 250, c. 3, s. 809.

11 Dikkat edilirse burada çok derin bir mânâ vardır. Rasûlullah -aleyhisselâm-’dan sonra, devlet yönetimine gelecek zevâtın sırasını belirliyor âdeta. İster istemez Hazret-i Ali’yi arıyor gözlerimiz. O da burada olsaydı, muhtemelen ona da aynı şey söylenecekti. Fakat o, Rasûlullah -aleyhisselâm-’a bırakılmış olan emânetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye gelecekti. Peygamberimiz -aleyhisselâm-’dan sonra, üçüncü gün ancak Kubâ’ya gelebildi.

12 Hicretten on sekiz ay sonra kıble, Mescid-i Harâm’a çevrilince, Rasûlullah -aleyhisselâm- da Kubâ’ Mescidi’nin kıblesini Kâbe’ye doğru çevirerek, bazı yerlerini yeniden yapıp, bir de yedi sütun üzerine tavan inşâ etti. İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 257; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 271.

13 Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ bi Ahbâr-i Dârî Mustafâ, c. 1, s. 125.

14 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 138; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 22; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 96; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 233; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 22-23.