İKİ YÜZ

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Bundan kırk yıl kadar önce; Çukurova’nın nemli, bunaltıcı sıcakları, şimdiki sıcaklardan daha kuvvetli olurdu. Yaz mevsimi gelince göç hazırlıklarını tamamlayan aileler, yaylanın yolunu tutardı. Üç-beş komşu bir olur, tutulan bir kamyonla göçerdi. Bir kamyona bazen yedi-sekiz ev yüklenirdi.

O zamanlar evler çok sade idi, fakirlik, yoksulluk vardı. İlçemizde zengin sayılacak kişiler, bir elin parmakları kadar azdı. Lüks ve israfın adını bile kimse bilmiyordu. Mobilyanın, buzdolabının, çamaşır ve bulaşık makinelerinin olmadığı; hattâ halı ve kilimlerin dahî alınamadığı yıllardı. Evlerde olanlar; yatak, yorgan, savan, hasır, tencere, tabak gibi her evin zarûrî ihtiyacı olan eşyalardan ibaretti.

Şehirde sadece birkaç tane kamyon vardı. Taksi ve minibüs ise henüz yoktu. Şehir içinde faytonlarla, yaylaya yolculuklar da kamyonlarla yapılırdı. Tozlu, taşlı, dar toprak yollarda yapılan yolculuklar, çok sıkıntılı geçerdi. Her yolculukta, insanların yüzü gözü değirmenden çıkmış gibi tozdan bembeyaz olurdu.

Yaylamız yüce dağ başlarında, yemyeşil ormanların arasında kurulmuş, o zamanlar özelliğini yitirmemiş şirin bir yerdi. Beton binaların, demir kapıların olmadığı, villâların yapılmadığı, sadeliğin, sakinliğin, tabiîliğin hâkim olduğu yıllar…

Çarşıda bir kısmı baraka tipi on-on beş dükkân. Yol kenarlarında, pınar başlarında, dağ yamaçlarında da küçüklü, büyüklü tahtadan yapılmış, üzeri çinko çatılı basit, sade yayla evleri bulunmaktaydı.

O zamanda dahî burası, bölgenin en tanınmış ve en kalabalık yaylası idi ve her yıl da yaylacı sayısı artıyor, yayla şenleniyordu. Ama bazı sıkıntıları da beraberinde getiriyordu. Su dağılımı düzensiz, yollar yetersiz, yerleşim plânsız bir şekilde sürüp gidiyordu.

«Yayla Güzelleştirme ve Koruma Derneği»nin de bu dağınıklığa müdahale edecek gücü yoktu. Belediye sınırları dışında olduğu için, onların yapacağı hizmetler de çok azdı.

Bu zor şartlarda, bütün eksik ve sıkıntılara rağmen yayla geleneği devam ediyordu. Daha doğrusu devam etmek zorundaydı. Çukurova’nın kavurucu sıcağından kurtulmanın başka yolu yoktu.

Yazın bunaltan, bayıltan sıcaklarından kurtulmak için Çukurova insanının göçtüğü bu yaylada yaşanan, benim unutamadığım ibret alınacak iki hâdise, insanların da ibret alacakları iki hâtıra…

Hâfızamdan silinmeyen, her yaz yaylaya göçtüğümüzde hatırladığım, unutamadığım iki esnaf, iki farklı insan, iki yüz…

Bunlar biri iyi, biri kötü iki şahsiyetti. Yahut da biri güzel, biri çirkin diye ifade edebileceğimiz iki karakter. Altmış-yetmiş yaşlarında, yaşını başını almış iki insan…

Aynı havayı soluyan, aynı pınarın sularını içen, aynı yollarda yürüyen ve aynı toprakların üzerinde yaşayan; fakat duyguları, düşünceleri, arzuları, hedefleri farklı olan iki yayla sakini…

Biri tok göz, diğeri açgözlü. Biri doğru ve dürüst, öbürü sinsi, hilekâr. Biri sabırlı, kanaatkâr, tevekkül ve teslîmiyet ehli; diğeri gözünü hırs bürümüş bir haramzâde…

Bunlar; «kimdir, isimleri nedir, aslı nerelidir?» bilmediğim, birisi semerci diğeri de kasap olan iki insanımız.

Nüfus arttıkça yayla şenleniyor; çarşı, sokaklar, cami yaylacıya dar geliyordu.

Cemaat çoğaldıkça; yaylanın merkezinde, çarşının üst kısmında bulunan eski ahşap cami ihtiyaca cevap veremez oldu. Bilhassa cuma ve teravih namazlarında; cemaat dışarılara taşmaya, soğuk ve yağışlı havalarda ise sıkıntı daha da artmaya başladı.

Bunun üzerine muhterem bir hocaefendinin teklifi ve teşvikiyle, cami derneği yeni bir cami yapma kararı aldı;

“–İki-üç aylık bir yayla mevsimi için, büyük bir camiye ne gerek var!” diyenler çıksa da cemaatin çoğu bu karardan memnun oldu.

Ahşap cami sökülüp yeni caminin temeli atıldı ve hızlı bir şekilde de inşaat devam etmeye başladı. Herkes gücü yettiği kadar yardımını esirgemiyordu.

Camiye yardım etmek isteyenlerden birisi de çarşının girişinde baraka tipi dükkânında elinin emeği ile geçinen yaşlı bir semerci idi.

Yok olmaya yüz tutmuş bir mesleğin belki de son temsilcilerinden biri olan bu ihtiyar, yalnız çalışmaktadır.

Yanında bir çırak veya kalfası yoktur. Çünkü meslek artık geçerliliğini yitirmektedir. Şehirlerde at, eşek, katır türü hayvan kalmamıştır. Yıllar geçtikçe motorlu taşıtlar artmaktadır. İnsan ve yük taşımacılığı da motorlu taşıtlarla yapılmaktadır.

Durum bu hâle gelince, semerciler ancak dağ köylerinden birkaç müşteri bulabilmektedir. Semercilik mesleği ile birlikte nalbantlık da ömrünü tamamlamak üzeredir.

İhtiyar semerci; yeni yapılan camiye yardım etmek ister ama mesleğinden elde ettiği geliri, geçimini sağlayacak kadar bile değildir. Bu gönlü bol, temiz yüzlü, iyi niyetli ihtiyar; dükkânının önündeki büyük kavak ağacını satıp, camiye yardım etmeye karar verir.

Kavak ağacı kalın gövdesi ve uzunluğuyla çarşının girişinde âdeta yaylanın sembolüdür. Yaylaya ilk girişte bütün gözler bu ağacı görür. Minare boyunda olan bu kavak ağacında, «Yayla Koruma Derneği»nin; «Güzel Yaylamıza Hoş Geldiniz» yazılı bez afişin bir tarafının bağlı olması da ağaca dikkatleri daha çok çekmektedir.

Bir yandan nur yüzlü ihtiyarın camiye yardım yapma isteği konuşulurken; diğer yönden de yaylanın sembolü olması sebebiyle, kavağın kesilmemesinin çareleri tartışılır. Dernekçilerle cami cemaatinin konuşmaları sonucunda ortaya güzel bir karar çıkar.

Çarşı esnafından ve cami cemaatinden kavak için para toplanacak ve ağaç satın alınacaktır. Bu şekilde hem ağaç yaylanın malı olacak, hem de ihtiyar semerci, kavağın parasını camiye vererek arzusuna kavuşacaktır.

Nitekim alınan bu karar yerine getirilir. Kavağın parası toplanıp, ihtiyar semercinin isteği üzerine de camiye teslim edilir.

Bu sayede senelerce, uzun ve kalın gövdeli görkemli kavak ağacı, yaylacıları çarşı girişinde karşılar…

O günkü şartlarda kasaplık da yaylada en çok iş yapan, müşterisi çok, kazancı bol, geçerli bir meslektir. Hele de semercinin kazancıyla kıyaslanamayacak kadar çok geliri olan bir meslek.

Yaylaya giriş yönünden baktığımızda, çarşının son kısmında bulunan bir kasap vardı. Diğer kasaplara göre en çok iş yapan da o idi. Semerci kadar yaşlı değildi. Saçının sakalının beyaz olmasından altmış yaşlarında olduğu tahmin ediliyordu. Camide de hiç görülmemişti. Yeni cami için çarşı esnafının yardımları anlatılırken ondan hiç bahsedilmemişti.

Hayır işi gönül işi idi, kimseden zorla hayır yapması istenemezdi. Atalarımızın dediği gibi; «Hayrın önü yokuş»tu. Herkese nasip olmazdı. Kimseye; «Niye yapmıyorsun?» diye de sorulmazdı. Fakat insanlar kul hakkını gözetmek, hiçbir kişiye haksızlık etmemek mecburiyetinde idi.

Bir gün bu kasabın önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Merak edip yanlarına vardım. Jandarmalar kasabı sorguya çekiyorlardı. Konuşulanları dinledim:

Müşterilerden bir tanesi et almış, kasabın hareketlerinden içine şüphe girmiş. Aldığı eti başka esnaf da tartmış, noksan olduğunu görünce de gidip jandarmaya bildirmiş. Onlar da gelip terazinin bir kefesinin altına sıkıştırdığı yüz gramı bulup, kasabı suçüstü yakalamışlar…

Hâdise buydu.

Kalabalığın içinde, yaptığı yanlıştan dolayı rezil olan kasabın hâli ise çok acıklıydı. Eliyle alnına vuruyor;

“–Ben ne yaptım!” diye mahcup ve mahzun hâlde dövünüyordu.

Jandarmalar alıp götürdüler. Çarşı esnafı olanları görmüştü. Hâdise dilden dile yayıldı. Bütün cami cemaati ve yaylacılar da duydu.

Yaşlı kasap bir daha dükkânına gelemedi, yaylada da gören olmadı. O, bu dünyada cezasını buldu. İşinden ve itibarından oldu.

Ya âhirette durumu nasıl olacaktı? Eksik tarttığı yüzlerce müşterisinin hakkını nasıl ödeyecekti… Kul hakkının affı yoktu.

Yıllar gelip geçti, yayla büyüdü, kalabalık o zamana göre on kat arttı. Beton evler çoğaldı. Villâlar yapıldı. Yollar asfalt oldu, özel arabalar çoğaldı.

Eski ahşap camiye göre, minareli, kubbeli, geniş daha güzel olan yeni cami; dolup taşmaktaydı. Hafta sonları aşırı kalabalıktan dolayı çarşıda ve yollarda yürümek bile zor oluyordu. Yayla değil de sanki bir şehir görünümü oluşmuştu.

Bütün bunlara rağmen; soğuk suları, serin havası, yemyeşil çam ormanlarıyla insanların dinlendiği bir yerdi…

Şimdi ise yaylanın girişinde ne kavak kaldı ne de semerci. Ne de o günkü hâdisenin fâili kasap. Dünya dedikleri handa onlar da konaklayıp göçtü…

Bu hâdiseleri hatırlayan çok az kişi kaldı. Bir gün gelecek onlar da gidecek. Herkes unutacak, her şey unutulacak…

Ama öyle bir gün gelecek ki; herkes kendisiyle yüzleşecek, herkes orada kendi yüzünü, kendi gönlünü, kendi amelini görecek. Semerci de, kasap da bu dünyadan götürdükleri yüzlerine orada bakacaklar…

Kimi yüzler ak, kimi yüzler kara…

Eline bir defter verilecek ki; bir hayat defteri, bir amel defteri. Dünyada yaptıkları en küçük bir şeyi bile bulacakları bir hesap defteri.

İnsan bu dünyadan hangi yüzle giderse, öbür âlemde aynı yüzle çıkacak huzûra.

Yüzü kara olanların vay hâline!