RÛHÂNÎ BİR RAMAZAN

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Üç ayların başından itibaren duâmız şu oldu:

–Yâ Rabbî, bizi Ramazân’a ulaştır!

Maksat;

Hem ona kavuşmak aşkıydı, hem gönüllerimizi Ramazân’a güzelce hazırlamak şuuruydu, hem de her bakımdan onun rûhâniyetine bürünmekti.

Çünkü Ramazân-ı şerîfin rûhâniyeti;

Özde oruç vesilesiyle içimizi-dışımızı yıkayan, zâhirimizi ve bâtınımızı pırıl pırıl eden bir rahmet deryâsı. Allâh’ın ahlâkını yaşadığımız husûsî bir lütuf. Nasıl ki Hazret-i Mevlâ yemekten ve içmekten münezzehtir, îmanlı kullarına da bu sıfatından bir nasip yaşatmaktadır. Bu bakımdan hadîs-i kudsîde;

“Oruç Ben’im içindir, onun mükâfâtını bizzat Ben vereceğim.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163) buyurmaktadır.

Bunun sırrı şu âyette zâhir:

“Ey îmân edenler!

•Oruç;

•Sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi,

•Size de farz kılındı.

Umulur ki;

•Korunursunuz / takvâ üzere olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Temel gaye:

Takvâ üzere yaşayış özelliğinin kazanılması.

Demek ki;

Oruç, takvâ fırsatı. Kalbe takvâyı yerleştiren bir ibâdet. Takvâ, îmânın da ibâdetlerin de kabul noktası. O olmadan makbuliyet gerçekleşmiyor. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, oruçtan hâsıl olması gereken neticeyi de takvâ olarak ifade buyuruyor.

Hakikaten oruçlu kimsenin kalbi açlıkla bir başka incelir, incelir ve en güzel duygular onda devreye girer. Merhamet ve Allah korkusu o kalbe yerleşir. Fakat açlık nedir bilmeyen kimsenin gönül damarları ve vicdanı daima tıkanık olur. Ondan, merhamet ve şefkat pınarları fışkırmaz. Takvâya karşı soğuk ve uzak yaşar. Böyle bir gaflete düşülmemesi için oruç, büyük bir çaredir.

Takvâ eğitimidir.

Yani Allah bizi oruçla eğitiyor, olgunlaştırıyor ve inceltiyor. Niçin? Takvâlı olalım, diye.

Çünkü takvâlı olunca;

Oruçla birlikte devreye giren nice güzel hasletler var. Allah onları da kazanmamızı ve muhafaza etmemizi istiyor.

Oruçla beraber;

Başta takvâ olmak üzere; merhamet, cömertlik, diğergâmlık, Hakk’a rızâ, tilâvet, içtimâî gayretler, daha fazla ibâdet, güzel münasebetler ve nice mânevî husûsiyetler hepsi zirvede olur.

Böylece;

Oruç vesilesiyle bedenler açlıkla tedavi olurken ruhlar ve gönüller de muhtaç oldukları ruhânî ve mânevî gıdâları daha ziyade almaya başlar. Hani oruç olmasaydı, aklı ve kalbi de doyurmak gerektiğini insanoğlu fark etmezdi bile.

Demek ki oruç terbiyesi, bu kadar ehemmiyetli.

Unutmamalı ki;

Dünyevî cihet itibarıyla nefsâniyet merkezli bir hayat yaşamayı seven bir yönü de vardır insanın. Bunu «güzel bir hayat» şablonuyla savunur ki; aslında nefsî bir rahatlık, rehâvet, oyun, eğlence, keyif ve zevki öne çıkaran bir gaflettir bu. Buna kapılan kimse; aklını da fikrini de mantığını da felsefesini de hep bunun üzerine kurar. Bütün kavgası bu olur. Dünyayı kasıp kavuran zulümler hep bu yüzdendir. Mazlumların feryatları bu yüzdendir. Doymak bilmeyen hırslar bu yüzdendir. Felâketler ve âfetler bu yüzdendir. Hazin âkıbetler bu yüzdendir. Heyhat, gafil kişi bunları hiç görmez. Gördüğünü zannettiği şeylerin hayal perdelerinde zekâ kıvraklığı yaparken düştüğü bir tabutun içinde anlar ki, sadece aldanmış! Zira hayat fânîdir, şıp diye geçiverir ve insan ebedî gerçekle karşı karşıya kalır.

Dolayısıyla;

Mü’min de olsa dünyaya dalan insan; âhiret gerçeğini hakkıyla anlayamayacağı için, yüce Allah bu fânîyi, kıyâmete ayna tutacak ve anlamayı sağlayacak sayısız hikmetlerle ve ibret tablolarıyla doldurmuştur.

Meselâ;

Yediğinde sıhhatli olmayı değil de zevki ve keyfi, yani nefsâniyeti ön plâna çıkaran kimsenin vücut dengesi ne oluyor? Bozuluyor. Tansiyon patlıyor, şeker patlıyor, damarlar tıkanıyor, kalpler tutukluk yapıyor, akıllar bulanıyor, fıtıklar patlıyor, iç organlar çatlıyor, bilinen ve bilinmeyen kötü kötü hastalıklar devreye giriyor ve her biri dört bir koldan insanın iflâhını kesiyor. Hepsi de bir sürü mahrumiyet ve mahkûmiyetlere dûçâr oluyor. İnsan; nefsine kapılınca, daha rahat ve alabildiğine hür, baskısız ve sınırsız bir ferahlık yaşayacağını zannederken tam tersi bir tabloya dönüşüyor gidişat. Önce kısa bir nefsâniyet; sonra ölene kadar türlü mahrumiyetler, sancılar, ilâçlara ve darlıklara mahkûmiyetler, yani her taraftan bir kıskaç, her taraftan bir esâret. Bu noktada insan; gıdâsında sıhhate riâyete değil de hâlâ nefsâniyetine göre hareket ediyorsa, hayatın bütün ihtimalleri tek şıkta toplanıyor: Elvedâ.

İbret çok açık:

Önce türlü gafletler, nefsin gider hoşuna,
Sonra patlar âfetler, ömür gider boşuna! (Seyrî)

Yani;

İnsanı gerçekte memnun edecek şeyler, nefsin hoşuna gidenler değil, tam tersine nefsin hoşuna gitmeyen ve onu dengede tutan hakikatler ve takvâ hayatı.

Oruç bize bunu anlatıyor.

Anlayarak tefekkür etmeli. Sormalı:

Bugün gencin de ihtiyarın da dilinde dolaşan şu tip lâkırdılar ne diye?

–Canım istemiyor!

–Zevkime uymuyor!

–Nefsime ağır geliyor!

–Bana göre değil!

Bunlar;

Çok mâsumâne bir mantık gibi kendi şahsiyet çerçevesini bunlarla örmek, kendi varlığını başkasına bu şekilde hissettirmek ve kabullendirmek gibi görünse de;

Aslında nefsi putlaştıran tuzaklar.

Kaldı ki;

Eksi derecesi kırkı bulan bir soğukta dışarı çıkarken, üzerine palto giymek gibi bir doğruyu bu cümlelerle çöpe atarak davranmak neye mâl olur? Besbelli. İşte ebedî doğruları, gerçekleri, sonsuz felâket veya mükâfatları da bir kenara koyarak hayatı bu cümleler ile yaşamanın sonu da aynı olmaz mı? Elbette aynı olur.

Öyleyse unutmamalı:

En tuhaf keyfe dalar kahpe nefis put kesilir!
Özde İbrâhim olan gönle de, Nemrut kesilir!

Kötülük gördüğü şeytanlara her türlü vefâ,
İyilik gördüğü insanlara haydut kesilir!

Bülbülün gül şakıyan ağzına kızgın pençe,
Can yutan bir ayının ağzına armut kesilir!

Sert olan huylara, tüyden yumuşak bir halıdır,
Yumuşak huylu olan şahsa ceberrut kesilir!

Hep şaşar, keyfine uymazsa, ne sorsan bilmez,
Keyfe uygun ise, Hârût ile Mârût kesilir!

Zor günahlarda da bir cin gibidir, öyle topaç,
Her sevaptan yana heyhat, yeni angut kesilir!

Dut yedim derse de meydanda suçundan ötürü,
Önce mûnis görünür, sonra da korkut kesilir!

Terleten bağda yatar kābiliyet yok diyerek,
Zevkinin uğruna çöllerde fakat kut kesilir!

Çâre Seyrî, bize dünyâda oruç terbiyesi,
Bu nefis böyle erir, ruh yine yâkut kesilir!

İşte bunun için;

Cenâb-ı Hak, oruç tutmanın kazandırdığı takvâyı istiyor bizden. O takvâ ki; uyanmak onda, irfan onda. O takvâ ki, kurtuluşumuzun formülü onda. Şayet oruç emrindeki takvâ noktasını bu şekilde idrâk etmezsek, ondan pek bir şey anlamış olmayız.

Cenab-ı Hak âdeta diyor ki:

–Benim oruçtan maksadım, sizi takvâlı yapmaktır.

Niye?

Her şeyde o lâzım.

Îmandan ibâdete her hususta şart olan gerçek;

İlle takvâ

Çünkü İslâm inancı bizi nice hakikatlere mazhar ediyor, fakat bunları şaşırıp sapmamak için ille takvâ. İbâdetlerin özü olan namazın çok yönü var, fakat bir ömür edâ için ille takvâ. Tefekkürde de çok incelikler var, fakat akıl ve kalp bütünlüğü için ille takvâ. Bütün muâmelâtımızda çok edepler var, ille takvâ. Çarşı-pazarda, ticârî hayatta da çok ölçüler var, ille takvâ. Aile hayatında da lâzım olan çok formüller ve dengeler var, ille takvâ.

Öyledir;

Eğer bir yuvada takvâ yoksa, problemler ve olumsuz hâdiseler patlak verdiği anlarda her şey târumâr oluyor. İçinde takvâ olmayan hâneler; vîrân oluyor, altüst oluyor.

Takvâ olunca bunlar olmaz mı? Olmaz. Türlü türlü imtihanlar yine olur, ama bunlar olmaz. Çünkü takvâ / Allah korkusu; bizleri, karşılaşılan her imtihanı kazanmanın gayreti içinde yaşatır ve sonsuz mükâfatlara mazhar eyler. Fakat takvâsızlık, sadece nefsâniyetleri hortlatır ve; «Yemişim imtihanı, bu kadar da olmaz ki, insanı çileden çıkarmanın ne mânâsı var!» şeklinde mantık lâkırdıları içinde dünyayı da âhireti de perişan eder. Bu yüzden;

İlle takvâ

Günahlardan temizlenmek de buna bağlı. Gaflet ve kötülüklere bulaşmamak da buna bağlı.

İdrâk etmeli ki;

Takvânın dışında hiçbir şey, insanı nefsinin hezeyanlarına karşı engelleyemez. Çünkü takvâsız olan kişi, ilmin zirvesine de çıksa aklının ve kalbinin gözü onca ilmine rağmen bile kapalı kalır; ne kahrı görür ne lutfu anlar. Fakat takvâ ona göz olduğunda Allâh’ın ilâhî kahrını da gazabını da azâbını da görür, cehennemi de görür ve titreye titreye Hakk’a sarılır. Kezâ rahmetleri de cennetleri de görür ve şevk ile kulluğa yönelir, vecd ile ilâhî aşka sarılır. Bir gönülde takvâ olunca; Allah, ona dünya ve âhirete dair bütün perdeleri açar. Cenneti de seyrettirir, cehennemi de. O kimse; büyük-küçük demeden bütün günahlardan kaçan ve yine büyük-küçük demeden bütün sevaplara koşan samimî bir mü’min, ârif bir muvahhid, her hâlükârda güzel bir kul olarak yaşar. Bu yüzden;

İlle takvâ

Her hususta dürüst bir kimse olabilmek de buna bağlı. Dürüst bir talebe olabilmek de buna bağlı. Dürüst bir hoca olabilmek de buna bağlı. Dürüst bir idareci olabilmek de buna bağlı. Dürüst bir anne-baba, dürüst bir evlât, dürüst bir eğitimci olabilmek de buna bağlı. Dürüst bir tüccar, dürüst bir doktor, dürüst bir terzi, dürüst bir fırıncı, dürüst bir aşçı, dürüst bir kuyumcu, dürüst bir şoför, dürüst bir sanatkâr olabilmek de buna bağlı. Her şeyde, her yerde, her meselede, her gönülde lâzım olan hakikat;

İlle takvâ

Oruç eğitiminin bütün sırrı bu:

İlle takvâ

Malûm: Bir bilgisayarın enerjisi olmasa, onun içinde kütüphâneler dolusu bilgiler varmış-yokmuş ne fayda, hepsi boş. Enerjisi olmadığında en muhteşem bilgisayar bile kütükten farksız durumda. İçindeki bilgilerin devrede olabilmesi ve onların istifâdeye dönüşmesi için onu çalıştıracak bir enerjiye mutlaka ihtiyaç var. O enerji yoksa kaldır çöpe at. Varsa, baş tâcı.

Hâsılı takvâ;

İnsan için âdeta bu mâhiyette bir enerji.İnsanın her şeyini canlı yapan mânevî bir enerji. Îmânı da o canlı eyler, irfânı da, namazları da. Oruçları da.

Diri ruhları yaşatan, ölü kalpleri dirilten sırr-ı ilâhî budur.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..