ÜÇ AYLAR ve MÎRAC

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Dünyâya neden yolladı Allah?
Ey yolcu, ne bekler yüce dergâh?

Kur’ân ile dolsun bu üç aylar,
Lâzım sana cennette saraylar.

Hakkıyla yaşansın ki regāib,
Etsin seni nîmetlere sâhib!

Aldanma, keyif, en kötü volkan,
Her dert ile olmak bize derman.

Her sancıyı eyler idi baş tâc,
Peygamberimiz, eyledi mîrâc.

Örnek alarak sen de O Şâh’ı,
Halkın olasın nurlu sabâhı.

Mazlumları, muhtaçları yâd et,
Bîçâreyi gör, açları şâd et!

Zâlimlere meyletme zeminde,
Ey yolcu, kimin cânı elinde?

Bak tartıya ey yoldaki Seyrî,
Hiç etme sakın kalbini eğri.

Bir yanda korona salgınları.

Bir yanda en vahşî zulüm salgınları.

Bir yanda insanlığın rûhunu ve özelliğini bozup da nice gafilleri cehennemlik eden türlü türlü isyanlar, canavarlıklar, bencillikler, keyifler, lüksler, gamsız zevk u sefâlar, hâsılı arsız gafletler ve cehâlet salgınları.

Bir yanda en berbat günahları da en lüzumlu haklarmış gibi felsefeleştiren ahmaklık ve hüsran salgınları.

Bir yanda kötülükleri tercih etmeyi bir maharet sayarak onun uğrunda iyilikleri fedâ etmeyi mantıklaştırmanın zavallılık ve paçavralık salgınları.

Bir yanda kelime oyunlarıyla yücelikleri cüce, cücelikleri de yüce gösterebilmenin tiyatroya dönüşen güleç yüzlü zehir özlü yalancı senaryoları ve salgınları.

Bir yanda da türlü türlü küffârın İslâm topraklarındaki kanlı işgalleri ve sömürüleri altında inleyen milyonlarca mazlumlar, kimsesizler, garipler… Nice kulakların işitmediği feryatlar…

İşte böyle bir dünya girdabında;

Bir rahmet nefesi olarak gelen üç aylar.

Yeryüzüne göklerin sunduğu çareyi gösteren ve öğreten bir mevsim. Ruhları, gönülleri ve idrakleri ilâhî reçetelerle toparlamanın en güzel demleri.

Ayrıca;

Üç ayların içinde yer alan nurlu kandiller de, her iki dünyanın karanlıklarını cennet ışıklarıyla aydınlatacak fırsatlar.

Bu fırsatların şartı da;

Ebedî rahmet için gece-gündüz gayret seferberliği.

Tâ ki;

Gaflet çamurlarının sefâsında çirkinleşmiş yaşayışlar, rahmet yağmurlarının vefâsında güzelleşsin. Katılaşan kalpler, şefkat ve merhametle yumuşasın. Daralan ruhlar, cömertlik ve infakla ferahlasın.

Tâ ki;

Savrulan nefisler, her türlü günahtan ve faydasız işlerden arınsın, yıkansın, tertemiz olsun. Ölmeden önce toparlansın.

Tâ ki;

Ebediyet yolları, sırât-ı müstakîm olsun. Bunun için mutlaka lâzım olan takvâ ve dâvâ, hasta gönülleri diriltsin. Yegâne arzular, gayeler ve gayretler, en doğru hidâyet olsun.

Tâ ki;

Aşkımız Hazret-i Allah ve Hazret-i Rasûlullah olsun. Ebedî nasibimiz rahmet ve şifâ olsun.

Tüm İslâm âlemi ve nesillerimiz, her türlü kötülüklerden, şerlerden ve zulümlerden muhafaza olsun. Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- iki cihanda da bizleri; «Ümmetim!» diye bağrına bassın.

Tâ ki;

Cennetlerin eşiğinde; «Selâm size!» müjdeleri yankılansın!

Hâsılı;

En güzel şuur ve en samimî niyazlar içinde üç aylarda gönül duâmız şu olsun:

“Allâh’ım! Receb ve Şaban aylarını hakkımızda mübârek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır.” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Ahmed, I, 259)

Hiç şüphesiz ki bu mübârek duâ ve bütün kıymetli duâlar, bizlerin âhiret sermâyesi.

Zira;

İki dünyanın her zamanında ve mekânında muhtaç olan bizleriz. İdrâk edebilenler bilirler ki, hem sayısız nimetlerde hem sayısız darlıklarda, zorluklarda ve tüm ihtiyaçlarımızda niyazdan başka çaremiz yoktur. Dolayısıyla:

Edeceksek iki dünyâda niyaz,
Ne buyurduysa Hudâ, tâc edelim.
Görüyormuşça kılıp yerde namaz,
Gökte gündüz-gece mîrâc edelim.

Etme ihmâl, a yürek, bir yarayı,
Bozma Allâh ile aslā arayı,
Gönlümüz, Hakk’ı temâşâ sarayı,
Oradan şeytanı ihrâc edelim!

Göğe yüksel yüce Peygamber’le,
O’nu Seyrî, yine O’ndan dinle;
İşte kandil, görerek seyreyle,
Bir ömür secdeyi minhâc edelim…

Şu hengâmda bilhassa niyaz edelim:

Cihanda tehlikeler fazlalaştı yâ Rabbî,
Bugün virüs ve figan doldu taştı yâ Rabbî,
Zor anda Ahmed’e mîrac ki eyledin müjde,
O müjdeden, yine ver kutlu bir devâ, bize de.

Malûm, her devirde:

İmtihanlar kulu her dert ile muhtâc etti,
Hakk’a candan yönelen kulları Hak, tâc etti.
Zorlu gurbet günü seccâdeye koştukça gönül,
Coştu dermân ile; «Allah!» dedi, mîrâc etti.

Unutmayalım:

Kimde nûr olmuşsa şâyet alnının seccâdesi,
Şüphesiz mîrâc olur her lâhza vuslat secdesi.
Söyle Seyrî, böyle bir mîrâca her kim baş koyar,
Arş-ı Âlâ’dan gelir; «Allâh’a yaklaş!» müjdesi.

Yani:

Boş tâca koşan, bir sürü eyvâhı görür,
Hallâc’a koşan bir ulu dergâhı görür.
Sor Hazret-i Peygamber’e Seyrî, bu gece,
Mîrâca koşan, göz göze Allâh’ı görür!

Kuru bir edebiyat veya şair hayali değildir yüce hakikatler.

Özellikle mîrac gerçeği.

Onu etraflıca ve derinlemesine çok iyi tefekkür etmek, anlamak ve ondaki hikmetlerle, âyetlerle, işaretlerle ve ölümsüz sevda ile yoğrulmak lâzım.

Çünkü mîrac, gökyüzünden yeryüzüne müstesnâ bir davet ve rahmet. Bu âlemdeki acı gurbetin tüm sancılarına karşı bize vuslat yaşatacak yegâne kurtuluş kapısını gösteren temâşâ penceresi.

O pencerede;

Yüce Allah, husûsî mânâda Hazret-i Peygamber’e umûmî mânâda ise bütün insanlığa yerlerde ve göklerde nice âyetler, deliller, hakikatler, hikmetler ve sırlar seyrettirmektedir.

Burada;

En mühim mesele, ilâhî hakikatleri gözün görmesi ve gönlün de yalanlamamasıdır. Bir bakıma göz, gönlün yalanlayamayacağı ilâhî gerçekleri görmeli, görebilmeli.

Bilmeli ki;

Gördükten sonra gölge ve hakikat eksenindeki her tartışma boş. Zaten boş tartışmalar, satırların dar çerçevesinden ve akıl kıtlığından kaynaklı âmâlıklardandır. Bu, ne kadar bilseler bile göremeyenlerin gafletidir. Göremedikleri için onların bilgileri, sayfalar üzerindeki çeşitli harf karakterleri gibi türlü türlü şekle girer. Bu da onları müstakîm etmeye yetmez. Çünkü gerçek bilgi, gözün ve özün birlikte temâşâsı ile tecellî eder. Yoksa en dolu bilgiler dahî, kuru bir hayal perdesinde kalır ve hakikate mazhar edemez. Tıpkı elektrik gibi. Sadece kablonun içinde kaldığında insanı çarpan potansiyel bir tehlikedir o. Ancak bir ampule aktığında onunla birlikte etrafına hayat veren bir ışık olmaktadır. İşte her hak bilginin de, ille takvâ ampulüne akması ve onunla birlikte gözün de özün de görmesi bu yüzden şarttır. Her hak bilgiden ilâhî maksat ancak böyle hâsıl olur:

Ancak gözler böyle açılır Hakk’a,
Böyle koşar gönül, ilâhî aşka. (Seyrî)

İşte bunun tecellî etmesi için âyette buyurulduğu gibi;

“Sidre’yi bürüyen bürümüştü.” (en-Necm, 16)

“Orada göz, ne kaydı ne de şaştı.” (en-Necm, 17)

Gördüğünü tam gördü.

Perdesiz bir şekilde baktı ve gördü. Gözün orada âşikâr gördüğü, öyle hayran etti ki, göz onu kaymadan ve şaşmadan seyran etti. Orada Me’vâ cenneti de vardı. (en-Necm, 15) Fakat göz, Sidre’yi bürüyeni gördüğünden dolayı ondan başkasına kaymadı ve sadece ona bakan bir aşk ve iştiyak penceresi oldu.

İşte gerçek sevda, gerçek muhabbet, gerçek kulluk.

İşte bu hakikati göstermek için bu dünya âlemi, muhteşem bir imtihan devranı. Bu devranda ve seyranda Allah, insanlara sayamayacakları kadar nimetler ve neler neler bahşetmiştir. Fakat bir yandan nice imkânları ve ikramlarını en câzip hâlleriyle bizim için yığarken diğer yandan da önümüze ebedî rızâsını ve sonsuz aşkını koymuştur. Hangisini tercih edip etmeyeceğimizi test etmektedir ömrümüz boyunca. Hayatı dolduran takvâ ve fücur mücadelesi bundandır. Helâller ve haramlar etrafında bize âhiret mîzânı olan hayat defterimiz bundandır. Bu fânîdeki sonsuzluk fermanı bundandır.

Bizler âdeta bir akşam pazarına gelip de oradan fânîlik mezarına giden yolcular gibiyiz. Gidişimize göre o mezardan sonraki âkıbetimiz ya vuslat cenneti ya da cehennem gurbeti olacaktır.

Hikmet ve ibret yan yana:

Yol, dün gece, akşam pazarından geçiyordu,
Her göz, dolaşıp istediğinden seçiyordu.
Her meyveyi her sebzeyi sunmuştu dilârâ,
Almak dileyen müşteriden vazgeçiyordu. (Seyrî)

O hâlde;

Bu dünyada bir kul, nelerden vazgeçmek, nelerden vazgeçmemek gerekiyorsa, bunları, nefsinin ve kuru aklının bulanık bakışlarıyla değil ancak yüceler yücesinin berrak penceresiyle görebilir ve idrâk edebilirse, ne mutlu!

Bunun için idraklere ayna tutan üç aylar, mübârek kandiller, bilhassa mîrac ne güzel ilâhî lütuflar. Muktezâsınca yaşayabilenlere ve hakkıyla değerlendirebilenlere ne mutlu!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…