ŞÖYLE GARİP BENCİLEYİN

Mehmet MENCET

Yolun kenarına oturmuş, elini çenesine dayamış, sanki orada değilmiş gibi dalıp gitmişti uzaklara… Çaresizlik ne kötü bir arkadaş! Hani elini neye atsan elinde kalır ya bazen. Bir de üst üste gelir, imtihanda problemi çözemez bir diğerine geçersiniz, o da çözümsüzdür, bunalırsınız. Hayat imtihanı da böyle değil mi? Gökyüzü yere inmiş de siz altında kalmışçasına… Yoldan gelip geçen arabalar, insanlar, çocuklar, kediler, köpekler hiçbir şey görmüyordu sanki. Birden yanına gelen teyzenin sesiyle irkildi Hatem:

“«–Neyin var kızım, hasta mısın?» Nihayet birisi farkına varmıştı onun, kafasını kaldırdı;

«–Hayır teyze, hasta değilim, ama biz buranın yabancısıyız, uzaktan geldik, iş bulamadık. Zor durumdayız, ne yapacağımızı bilemiyorum!» dedi tükenmişlikle. Tanıdık kimse yok. Bir başkasının onun hâlini sorması bile ne güzeldi. Susayan bir insana su vermek gibi:

«–Nerede kalıyorsunuz?»

«–Şu karşıdaki dükkânı kiraladık.»

«–Küçük değil mi orası?»

«–Olsun, idare ederiz, yeter ki iş bulalım.»

«–Ben sana yardımcı olurum. Sen temizlik yapar mısın?»

«–Tabiî tabiî…»

«–O hâlde ben eşe dosta söylerim, gidersin.» dedi o Hızır gibi yetişen teyze. Hayatta bazı şeyler var ki hiçbir zaman unutulmaz. Rabbim ona da en darda kaldığı zaman yetişsin. Bize yiyecekler getirdi. Sık sık temizliğe gittim. Ara sıra eşime de iş çıktı. Öylelikle yedi-sekiz ay dükkânda kaldık. Bir gün gazetede bir kapıcılık ilânı gördük, müracaat ettik ve sizin buraya geldik. İnşâallah buradan da emekli oluruz hâkim amca.” dedi.

Hatem bizim apartmanın vazifelisi, dört-beş yıldır buradalar. Şu anda eşi rahatsız, o tek başına yürütüyor. Çayı çok seviyor, ara sıra gelir, birlikte çay içer konuşuruz…

Çorum’un merkez köylerinden… Köyde bağ, bahçe, hayvan olmayınca nasıl geçinilir? Çorum’a gelmişler. Eşi bir apartmanda kapıcılık yapıyor, bu da yardım ediyor. Komşu öğretmen hanım;

“–Bize temizliğe gelir misin?” diye soruyor o da kabul ediyor. Akşama kadar temizliği yapıp eve geliyor. Birkaç saat sonra kapı çalıyor, iki tane polis;

“–Bizimle karakola geleceksin!” diyorlar. Şaşkınlık içinde;

“–Karakol mu? Bizim karakolda ne işimiz olur? Suçum ne ki?” diyorsa da;

“–Orada öğrenirsin!” diyorlar.

Neye uğradığını şaşırıyor;

“–Allah Allah ne oldu ki, apar topar beni getirdiler!”

“–Sen bugün bir eve temizliğe gitmişsin…”

“–Evet gittim.”

“–Ev sahibinin altınlarını almışsın!”

Aman yâ Rabbî, bu nasıl lâf;

“–Ne altını, ben bir şey almadım!” dediysem de;

“–Parmak izini alacağız!” dediler. Ellerim o kadar titriyor ki bayılmamak için kendimi zor tutuyorum;

“–Benim her yere elim değmiştir; çünkü temizlik yaptım, dokunmuştur.” dedim. Biraz sonra ancak alabildiler titreyen parmaklarımın izini. O sırada içeri bir yaşlı teyze girdi;

“–Yazık bu niye geldiyse…” dedim. Meğerse o teyze ev sahibi imiş. Onda da yedek anahtar var, belki de o almıştır, diye kadıncağızı getirmişler;

“–Ben bu yaşıma kadar kaç tane kiracı gördüm, böylesine rastlamadım. Benim senin altınlarınla ne işim olur?” dedi oturdu kaldı. Fenalık geçirdi kadıncağız.

Bizi gözaltı denen parmaklıkların oraya götürdüler. İçeri girince yarı karanlık, yerde karaltılar var; «Bu tavukların burada ne işi var?» diyorum kendi kendime. Hâlbuki onlar yere çömelmiş insanlarmış. Nasıl başım döndüyse. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bizi şikâyet eden hanımefendinin kocası gelmiş;

“–Bunların suçu yok, altınları ben aldım. İhtiyacım vardı, hanıma söylemedim.” demiş. Bizi çıkardılar ama hâlimiz kalmadı…

Kadın; anlayıp dinlemeden, eşiyle konuşmadan hemen ortalığı velveleye vermiş. Allah ıslah etsin. Artık kimsenin yüzüne bakamadılar, birkaç gün sonra da taşındılar…

Çorum malûm İç Anadolu bölgesinde; kışlar çok sert, yiyecekten çok, yakacak düşünürsünüz. Doğru dürüst bir işiniz de yoksa…

Daha önce köyden geldiğimizde, inşaat hâlindeki binaya;

“–İnşaat bitince, sizi kapıcı alırız!” deyip bize başlattılar. Fakat paraya gelince;

“–Şöyle oldu… Böyle oldu…” gibi mazeretler. Biz de bu arada;

“–Başka işe bakalım.” dedik;

“–Gelin başlayın!” dediler. Oradan ayrıldık, zaten paramızı da vermemişlerdi, ayrılmamız bir şey ifade etmedi. Tam;

“–İş bulduk!” diye sevindik;

“–Kusura bakmayın, biz başkasını bulduk!” dediler;

“–Artık burada kalmanın bir anlamı yok, nereye gitsek?” dedik.

Antalya’ya gelmeye karar verdik. Orada her zaman iş bulunuyormuş. En azından kış zor değil, diye çıktık geldik. Hiçbir tanıdığımız yok. Sahile indik, ortalık aydınlandı. Deniz ne kadar güzelmiş, hiç bu zamana kadar deniz görmemiştik. Hayran hayran bakıyoruz… Neyse yavaş yavaş insanlar dolaşmaya başladı ama… O kadar şaşırdık ki, burası ne kadar tesettürden uzak! Başımı nereye çevireceğimi bilemedim. Sonra; «Kalacak bir yer arayalım.» dedik. Otellerin en ucuzu bile bize çok geliyor. Yaz günü kumların üzerinde yattık. Beyim, bize yardımcı olabilir diye bir adamla görüştü; durumu anlattı, o da bizi tanıdığı birisine götürdü.

O, bize kalacak bir yer gösterdi; hiç penceresi olmayan, sadece kapıdan hava alınan, karanlık, rutubetli bir yer. Duvarlar soba yakmış gibi is içinde… Bir müddet orada kaldık ama eşimin zaten astım problemi vardı. Bir başka yer gösterdiler, o da aynı oraya benziyor… O arada eşyalarımız -zaten fazla değildi- Çorum’dan nakliyeye vermiştik, bekliyoruz. Bir de geldi ki, araba kaza yapmış. Hemen her şey kötü olmuş, hepsi kırık dökük. Artık etraftan bize yardımcı oldular. Ondan sonra o dükkâna taşındık…

Her insanın bir hayat hikâyesi var. Kimseninki diğerine benzemiyor. Herkes sizi bugünkü hâlinizle biliyor. İster zengin, ister makam, mevki sahibi olun; acaba bugüne nasıl geldiniz, ne imtihanlardan, nasıl geçtiniz bilen, soran, yok…

Allah karşımıza, hâlden anlayan güzel inanlar çıkarsın. Yalandan, iftiradan, sû-i zandan muhafaza eylesin.