KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -38- HAZIRLIK ZAMANI

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

KULLUK AHDİ

Cenâb-ı Hak, insanı kulluk için yarattı. Âdem Babamız’ın bütün zürriyetine, ruhlar âleminde;

“–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Bütün insanlar olarak;

“–Evet, buna şâhidiz.” cevabını verdik. (el-A‘râf, 172)

Zira o âlemde her şey alenî ve perdesizdi. Ruhlar; Cenâb-ı Hakk’ın azamet, kudret ve sonsuz tecellîlerini temâşâ hâlindeydi.

Sonra bu imtihan dünyasına geldik. Bu dünya perdesi ardında kaldığımız için o ahdi hatırlamak, kelime-i şahâdet oldu. Bu şahâdete / şâhitliğe gafil olan insan, şeytanın vesveselerine ve aldatıcı dünya âlâyişine kapılarak o ahdi hatırlayamadı.

Rahmeti gazabına galip olan Cenâb-ı Hak ise bize kulluk ahdimizi hatırlatmak üzere;

•Fıtratımıza îman ve kulluk etme istîdâdı koydu.

•Âlemi, Zâtının azamet nakışları ve kudret akışlarının tefekkür edileceği bir mekteb-i âlem eyledi.

•Peygamberler ve kitaplar göndererek bizleri irşâd eyledi. Kur’ân-ı Kerîm’in bir isminin de «Zikr / Hatırlatma» olması, bu hakikatin güzel bir ifadesidir.

Bizi gafletin pençesinden çekip çıkarmak için lutfedilmiş bir başka hatırlatıcı da; muhtelif zamanlara serpiştirilmiş mübârek gün ve geceler, ibâdete teksif olma mevsimleridir:

HATIRLATICI GÜNLER

İnsanlar ehemmiyet verdikleri bir tarihi; asla unutmamak ve devamlı hatırlarında tutmak için, takvime işaretler koyarlar, ajandalarına notlar alırlar. Hattâ mühim bir imtihan ve benzeri tarihe, şu kadar gün kaldı diye «geri sayım» yaparlar.

Bu mânâda Ramazân-ı şerif, bir mü’minin bütün senesinin merkez noktasıdır.

Çünkü;

Kıymetini Kur’ân-ı Kerim’den alan Ramazân-ı şerif, 1000 aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’ni de bünyesinde barındırır.

Selef-i sâlihînden nakledildiği üzere;

O sâlih zâtlar; bütün seneyi, Ramazân’a erişme duâsı ve onu zâyî etmeme dikkati, hassâsiyeti ve titizliği içinde geçirmişlerdir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Receb ayı girdiğinde şöyle duâ etmeye başladığı bildirilmiştir:

اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا ف۪ي رَجَبٍ
وَ شَعْبَانَ وَ بَلِّغْنَا رَمَضَانَ

“Ey Allâh’ımız! Bize Receb ve Şaban’ı mübârek eyle ve bizi Ramazân’a mülâkî eyle/ulaştır.” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259)

Demek ki;

•Ramazân-ı şeriften âzamî derecede istifâde edebilmek için; öncesindeki iki ayda da mübârek bir iklime adım atmak, rûhâniyete hazırlanmak lâzımdır.

Ecdâdımız bu hassâsiyetle; Receb-i şeriften itibaren, «üç aylar»ı bir mâneviyat iklimi kabul etmiştir.

Receb ayı hadd-i zâtında, Kur’ân-ı Kerim’de hürmetine işaret edilen «haram aylar»dandır. Diğer haram ayların, hac mevsiminin emniyetiyle alâkalı olduğu âşikâr iken, Receb ayı tek başına bir haram aydır ve bu sebeple Recebü’l-Ferd diye de adlandırılmıştır. Bir rivâyette «Şehrullah / Allâh’ın ayı» diye de isimlendirilmiştir.

Bir kısmı zayıf da olsa çeşitli rivâyetlere istinâd eden kandiller; bu, kulluk ahdini hatırlatma mevsiminin, yol işaretleri olmuştur. İslâmî kültür ve medeniyetimizde Receb-i şerif, iki kıymetli hediyeye sahiptir:

•Regāib Gecesi

•Mîrâcın Sene-i Devriyesi…

Receb ayının ilk cuma gecesine, «Regāib Gecesi» denilmiştir.

•Bolluk ve bereket tecellîlerin yaşandığı mübârek bir gün olarak kabul edilmiştir.

Ramazân-ı şerîfe hazırlık için Receb ayından itibaren, bu bolluk ve bereket fırsatlarını ganîmet bilmek lâzımdır.

RAMAZÂN’A NASIL HAZIRLANMALI?

•Nâfile oruçlar tutulmalı… Ramazân-ı şerifte farz orucu daha bir şevkle tutabilmek için, nefisler nâfile oruçlarla açlığın terbiyesine erkenden alıştırılmalıdır.

Bu oruçlarda; sadece mideye değil, ağza, kulağa, gözlere ve gönle de oruç tutturulmalıdır. Yani ağzımız Rabbimiz’in râzı olmadığı sözler sarf etmemeli, kulağımız gıybetlerden ve diğer menfî sözlerden uzak durmalı, gözlerimiz harama ilişmemeli ve gönüllerimiz Rabbimiz’i zikretmelidir.

•İnfâka ve cömertliğe koşmalıdır. Sadakalarla kalpler yumuşatılmalıdır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan;

•Fakiri doyur,

•Yetimin başını okşa!..” (Ahmed, II, 263)

Rivâyete göre Musa -aleyhisselâm-;

“–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım?” diye nidâ etti.

Cenâb-ı Hak;

“–Yâ Musa! Sen Ben’i gariplerin, yalnızların ve kimsesizlerin yanında ara!” buyurdu.

•İslâm’ın kaderiyle dertlenmeli, İslâmî hizmet ve gayretlere gönül ve destek verilmelidir.

•Kur’ân tilâvetini artırmalı, ayrıca Kur’ân-ı Kerim müesseselerine destek olmalıdır.

Receb ayının bizlere hatırlattığı ikinci hediye; Mîrâc-ı Nebî’dir.

MÎRÂCI TEFEKKÜR

Mîrac mûcizesi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den başka hiçbir peygambere nasîb olmayan, muazzam bir mülâkat ve ulvî bir yolculuktur.

Mîrâcı tefekkür ederek, Rasûlullah Efendimiz’in Cenâb-ı Hak katında ne büyük bir kıymet ve mevkie nâil olduğunu idrâk etmeliyiz.

Bizler de;

Böyle yüce bir Peygamber’e ümmet olma nimetinin şükrünü edâ edebilme yolunda gayretlerimizi artırmalıyız.

Mîracdan Peygamber Efendimiz; bize de «bir küçük mîrac» vesilesiyle, yani namaz hediyesiyle dönmüştür.

Mîrâcı en güzel tefekkür, namaz ibâdeti karşısındaki hâlimizi murâkabe etmek olacaktır.

Evvelemirde;

NAMAZA DEVAMLILIK

Maalesef, toplumumuzda namaz kılmayan kardeşlerimizin bulunduğunu görüyoruz.

Beş vakit namaz, dînin temel direklerinden biridir. O direği yıkan, yani namazı terk eden kişi, -Allah korusun- dîninin yıkılmasından endişe etmelidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“–Allah Teâlâ (bana şöyle) buyurdu:

«Sen’in ümmetine günde beş vakit namazı farz kıldım. Onları vaktinde (hakkıyla) edâ ederek geleni cennetime koyacağımı va‘dettim.

Kim bu namazlara devam etmezse onu cennete koyacağıma dair va‘dim yok!»” (Ebû Dâvûd, Salât, 9)

Âyet-i kerîmelerde ise; cennet ehlinin, cehennemliklere, kendilerini cehenneme düşüren şeyleri sordukları bildirilir.

Cehennemlikler beş sebep sayarlar, ilk verdikleri sebep şudur:

“–Biz namaz kılanlardan değildik.” (Bkz. el-Müddessir, 42-43)

Bazen namaza başlayamayanlar; bilgi eksikliğini mâzeret göstermektedir. Öyleyse, kulluk ahdimizi hatırlatan üç aylar, güzel bir eğitim mîlâdı olsun. İlmihâl eksiğimizi tamamlayalım, Kur’ân eğitimi için zaman ayıralım. Kendimize de, evlâtlarımıza da namaz terbiyesi verelim.

NAMAZIMIZIN SEVİYESİ

Namazı kılıyoruz. Lâkin hangi kıvamda? Namaza devam edenler de, namazlarının seviyesini, kıvâmını artırma ve yükseltme gayretinde olmalıdır.

Çünkü;

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler kurtuldu.” (el-Mü’minûn, 1)

Kimdir o mü’minler? Vasıfları bir bir sayılmakta. Ancak birinci vasıf:

اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

“Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 2)

Demek ki;

Cenâb-ı Hak sadece geometrik bir namaz istemiyor. Duygulu, vecd içinde bir namaz kılmamızı arzu ediyor. İlâhî huzurda olduğumuzun idrâki içinde bir namazı bizden talep ediyor.

Öyle bir namaz ki;

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurulduğu üzere; o namazın secdeleri, bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıracak.

Öyle bir namaz ki;

Rasûlullah Efendimiz’in namazı; ona bir kıyas ölçüsü, bir mîzan, kâ‘bına varılmaz bir hedef olacak. Çünkü Efendimiz;

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…” buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 18)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; namaz vakti girince, aile efrâdını bile tanımaz olurdu. Namaz iklimine öyle bir huzurla girerdi. Geceleri namaz kılarken sadrında bir tencere kaynarcasına; duygulu, vecd ve istiğrak içinde namazını edâ ederdi.

Ashâb-ı kiram da her şeyde olduğu gibi, namaz husûsunda da Peygamber Efendimiz’e benzeme gayretindeydi:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sûikaste uğrayıp ağır yaralanmıştı. Kan kaybından zaman zaman bayılıyor, kendisini bir türlü ayıltamıyorlardı. Fakat namaz vakitleri girdiğinde biri kulağına eğilip;

“–Namaz yâ Ömer, namaz!” diye seslenince, hayret verici bir iradeyle ayılıyor ve o hâliyle namazını edâ ediyordu. Ardından da;

“–Namazı olmayanın İslâm’da yeri yoktur!” deyip tekrar kendinden geçiyordu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bir muharebede ayağına ok isabet etmişti. Acısının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar ve kolayca çıkarıldı.

Hazret-i Ali, selâm verip;

“–Ne yaptınız?” diye sordu.

Yanındakiler de;

“–Çıkardık!” dediler.

Yani Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-; namazda âdetâ dünyadan tecerrüd ediyor, bedenî ızdıraplarını unutacak derecede kendini ibâdete teksîf ediyordu.

Hazret-i Mevlânâ, namazın bu yüksek kıvâma yükseltilmesine davet ederek şöyle der:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın.

Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.

Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

RÖNTGEN FİLMİ GİBİ

Namazımızın kıvâmını bize, hayatımız söyleyecektir. Âdetâ bir doktorun, hastasının röntgen filmini incelemesi gibi; kişi hayatını incelediğinde, namazındaki, namazını incelediğinde hayatındaki aksaklıkları görecektir.

Çünkü âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Muhakkak ki namaz, fahşâdan ve münkerden (hayâsızlıktan ve kötülükten) korur…” (el-Ankebût, 45)

Eğer hayatımızda takvâ varsa, namazımız kötülüklerden sakınmamıza yardımcı oluyorsa; o namaz kıvamlı, seviyeli bir namaz demektir.

Aksi hâlde; yani aile hayatımızda, iş hayatımızda, bakışlarımızda, konuşmalarımızda yanlışlar, haramlar ve yalanlar meydana geliyorsa, namazımız arzu edilen kıvamda değil demektir.

•Namazı, gaflet içinde, gelişigüzel kılanlar,

•Namazı, Allah kabul etsin diye değil, kullar görsün, takdir etsin diye riyâkârâne kılanlar ve

•Namaz kıldığı hâlde cimrilik edenler hakkında, Cenâb-ı Hak;

“Yazıklar olsun!” buyurmaktadır. (Bkz. el-Mâûn, 4-7)

NAMAZI ARTIRMAK

Beş vakit husûsunda devamlılığa ve namazlarında da huşûa eren kâmil mü’minler, farz namazlara ilâveten; kuşluk, işrâk, evvâbin gibi nâfile namazlar kılarlar ve bilhassa gecelerini, teheccüd ile ihyâ ederler.

Ramazân’a hazırlık mevsimi olan üç aylarda, geceleri daha bir şuurlu ihyâ etmek lâzımdır.

Câbir -radıyallâhu anh- naklediyor:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“Cebrâil bana geldi, şöyle dedi:

«–Ey Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlaka öleceksin.

İstediğini sev, mutlaka ayrılacaksın.

İstediğin şeyle amel et, sonra onun karşılığını elde edeceksin. (İster hayır, ister şer.)»

İyi bilin ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (geceleri ihyâ etmesinde, seherleri uyanık olmasında), izzeti ise insanlardan müstağnî kalmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne;

“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çare öğret.” deyince Hazret, şu cevabı verdi:

“–Gündüzleri Allâh’a isyan etme (yani mâneviyâtına zehir saçacak hâl ve davranışlardan kendini koru); geceleri O seni huzûrunda durdurur.

•Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir.

Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!”

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde;

“Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyin!” buyurmaktadır. (el-Bakara, 45, 153)

Dünya ve âhiret bütün zor zamanlarımızda, secdelere koşmalı, hâcet namazlarıyla Rabbimiz’den yardım dilemeliyiz. Evlâtlarımız ve cümle ümmet-i Muhammed için, duâlar etmeliyiz.

Hâsılı;

Fert ve toplum olarak, hayatımızda mâneviyâtı artırmak için, üç aylar gibi fırsatlara büyük bir ihtiyacımız vardır.

Çeşitli meslek erbâbının fuarları vardır, sporcuların kampları vardır. Mühim bir müsabakadan evvel, sporcu kampa alınır. İhtilâttan men kararı alınır, böylece sporcunun; bedenî, zihnî ve hissî bütün kuvvetini müsabakaya vermesi sağlanır. Dağınıklığa mâni olunur.

Âhirete hazırlanan mü’minin dikkatini de, dünya ve içindeki oyalayıcı âlâyiş dağıtmaktadır. İnternet, cep telefonları ve bilumum ekranlar, onun gönül dünyasını bulandırmaktadır. Üç aylar gibi mevsimlerde, irade göstererek, bunların hayatımızda işgal ettiği yer tahdit edilmelidir.

AİLE MEKTEBİ

Bilhassa evlerimizde, mânevî bir iklim oluşturarak, evlâtlarımıza Kur’ân’ı sevdirmeli, beraber gönül sohbetleri yapmalı, onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmek için çalışmalıdır.

Hadîs-i şerifte, her insanın işlenmeye müsait bir hamur hâlinde dünyaya gelişi şöyle ifade buyurulur:

“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar.

Daha sonra ana-babası onu (inançlarına göre) ya hıristiyan ya yahudi ya da mecûsî… yapar.” (Müslim, Kader, 22; Buhârî, Cenâiz, 92)

İnsanın inanmaya, ibâdete meyilli halk edilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfudur. Ancak anne-baba tarafından doğru bir şekilde terbiye edilip, doğru yönlendirilmez ise, bu istîdâdın isrâf edildiği de bir gerçektir ki, bunun vebâli de anne-babalara ait olacaktır.

Çocuğun eğitimi öncelikle anne kucağında başlar. Annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla mesâbesindedir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Bir Arap atasözünde dendiği gibi;

“el-Ümmü medresetün: Anne bir mekteptir.”

“Tabiat boşluk kabul etmez.” denilir. Eğer anne-babalar, evlâtlarının gönül dünyalarını hakikî mâneviyat, hak ilim ve makbul ibâdet ile doldurmazlarsa, -Allah korusun- bâtıl gelip onları işgal eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28)

Dolayısıyla, bizim ve evlâtlarımızın huzura kavuşmamız için yegâne yol, mâneviyattadır. Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla kul olabilmektedir.

Bâtıl yollarla, gönül iklimindeki ihtiyaçları gidermeye çalışanlar; nefsânî arzuların hoyratlığına zebûn olmakta, mâlâyânî, uyuşturucu, depresyon ve intihar gibi çirkin ve korkunç âkıbetlere sürüklenmektedirler.

İki cihanda saâdetin çaresi İslâm’dır, Allâh’a râm olmaktır. Gönül huzuruna ermektir. Rasûlullah Efendimiz’in üsve-i hasene olan örnekliğinde, mükerrem bir insan olma gayretlerine gönül vermektir.

Ne mutlu vâsıl olabilenlere!..

Rabbimiz, kalplerimizi «zikrullâh»ın itmi’nânına kavuştursun. Ramazân-ı şerîfe mânen hazırlanabilmemizi nasip ve müyesser eylesin. Âmîn!..