ÎTİKĀDÎ DELİL…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

İmâmü’l Harameyn el-Cüveynî, 17 Şubat 1028’de Nişâbur’da doğdu. İlk tahsilini müderris olan babasından ve Nişâbur’un hocalarından aldı. Babası vefât edince bir yandan babasının müderrislik vazifesini üstlendi. Diğer yandan ilim talebeliğine devam etti. Her mecliste ehl-i sünnet îtikādını savundu. Bulunduğu coğrafyada ehl-i sünnet inancını mü’min
dimağlarda perçinledi. Cüveynî, ilmî faaliyetlerinin engellenmesinden ötürü Bağdat’a sonra da Hicaz’a gitti. Bir müddet sonra Nişâbur’a dönerek Nizamiye Medresesi’nde müderrislik vazifesine başladı. İmâm-ı Gazâlî’nin de hocası olan el-Cüveynî, 20 Ağustos 1085 tarihinde Nişâbur’da vefât etti. Kabri, Nişâbur’dadır.

*

İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, beldesindeki ileri gelenlerden birinin davetine gitmişti. Şehrin âlimleri ve önde gelenleri İmâmü’l-Haremeyn’in etrafında toplandılar. İçlerinden biri;

“–Allah Kur’ân’da; «Rahmân Arş’a istivâ etmiştir (kurulmuştur).» (Tâhâ, 5) buyurduğu hâlde, O’nun mekândan münezzeh olduğunun delili nedir?” diye sordu. İmâmü’l-Haremeyn şöyle cevap verdi:

“–O’nun mekândan münezzeh oluşunun delili, Yûnus -aleyhisselâm-’ın, balığın karnında; «Sen’den başka ilâh yoktur, Sen’i tesbih ederim, ben zâlimlerden oldum.» (el-Enbiyâ, 87) demesidir.”

Bu cevap, orada bulunanların pek hoşuna gitti. Ev sahibi İmâmü’l-Haremeyn’den bunu biraz daha açıklamasını istedi. İmam dedi ki:

“–Burada bin dinar borcu olan fakir biri var. Onun borcunu ödeyiver de ben size bu hususu açıklayayım.”

Ev sahibi teklifi kabul etti ve adamın borcunu üstlendi. Bunun üzerine İmâmü’l-Haremeyn açıklamalarına şöyle devam etti:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mîrac gecesi Allâh’ın dilediği kadar yüceliklere yükseldiği zaman şöyle buyurdu:

«Allâh’ım, benim Sen’i hakkıyla senâ etmeye gücüm yetmez. Sen ancak kendi nefsini senâ ettiğin gibisin.»

Yûnus -aleyhisselâm- denizin dibinde balığın karnında imtihan olunurken;

«Sen’den başka ilâh yoktur, Sen’i tesbih ederim, ben zâlimlerden oldum.» dedi.

İkisi de Allâh’a; «Sen» diye hitap etti. İnsan karşısındakine böyle hitap eder. Şayet Allah bir mekânda bulunsaydı peygamberlerinin O’na, farklı farklı yerlerde; «Sen» diye hitap etmeleri doğru olmazdı. İşte bunlar, Allâh’ın mekândan münezzeh olduğuna delâlet eder.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. V, s. 222-223)

GÖZDEKİ KIYMETİN ŞAŞAN TERAZİSİ

Cemâl-i Halvetî, nâm-ı diğer Çelebi Halîfe, Aksaray’da doğdu. İlk tahsilini Aksaray’da aldıktan sonra İstanbul’da devam etti. Tahsilini tamamlayıp müderris oldu. Aşağıda aktaracağımız hâdise üzerine memuriyeti bırakarak tasavvufa yöneldi. Zeyniyye tarîkatı şeyhlerinden Hacı Halîfe (Seyyid Abdullah el-Kastamonî)ye intisâb etti. Sülûkünü tamamladıktan sonra icâzet aldı. Daha sonra Karaman’a, Tokat’a, Erzincan’a ve Amasya’ya giderek buralardaki tasavvuf ehlinden feyz aldı. İstanbul’a dönen Çelebi Halîfe, Kocamustafapaşa’daki dergâhında irşad faaliyetlerini yürüttü. 1494’te çıktığı hac seyahatinde Tebük yakınlarında vefât etti.

*

Cemâl-i Halvetî’nin akrabalarından biri o sırada kazasker bulunuyordu. Kendisi memuriyetinde yükselmek için devrinin ilmiye geleneği îcâbı olarak onu ziyarete gelmiş, bazı ilmî ve hususî mevzularda sohbet ediyorlardı. O esnada bir tellâl oradan geçerek bir Mushaf’ın satışa arz edildiğini ilân etmişti. Kazasker; tellâlı çağırtıp fiyatını sordu, fiyatı yüksek bulup almaktan vazgeçti. Henüz tellâl huzurdan ayrılmadan başka bir zât ruhsat alıp huzûra girerek, Kazasker’e;

“–Efendim, geçen gün bana söyleyip; «Bulursan al!» dediğiniz, o nefis atı size aldım. Gayet hoş ve nefis bir hayvandır. Bir görüp inceleyiniz.” dedi. Kazasker hayvanı görünce çok beğendi. O zâta değerini sordu. O zât, on bin akçe olduğunu söyledi. Kazasker, hemen parasını çıkarıp verdi.

Cemâl-i Halvetî, bu hâle çok üzüldü. Nefsini levm ederek (kınayarak), kendi kendisine hitapla;

“Ey nefsim, sen de bu tâifenin seçkinlerinden olmak istiyorsun öyle mi? Onlar bir Kur’ân’a üç yüz akçeyi çok görüp bir hayvana gözlerini kırpmadan on bin akçe verenlerdir. Sen; âhiret kazasına çalışan, Mevlâ’ya yakınlık yollarına varlıklarını adayan, tarîkat büyüklerinin peşine düş! Eğer böyle yapmazsan, işte bunlar gibi olur, ilminle amel etmeyen, sonra âhiret gününde pişmanlıkla, aklı başından giden ve; «Eyvah, ben ne yaptım, kendimi ateşlere attım!» diyenlerden olursun.” dedi.

Cemâl-i Halvetî bu hislerle oradan ayrıldı ve o günden itibaren tarikat-ı aliyyeye ve aşka yöneldi. (Mustafa TATCI, Şâbân-ı Velî Kitabı)

ADÂLET ÖMER’LE YEŞERDİ.

Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, 680 senesinde Medine’de doğdu. Hâfız oldu. Babası vefât edince, Halîfe onu Şam’a çağırdı ve kızı Fâtıma ile evlendirdi. Daha sonra Hicaz valiliğine tayin edilen Ömer bin Abdülaziz, şehrin idaresinde alacağı kararları istişâre etmek için âlimlerden oluşan bir heyet kurdu. 717’de halîfe oldu. Hilâfetinde sulh ve denge siyaseti izledi. Bununla birlikte mü’minlere açtığı adâlet ve şefkat kollarıyla asr-ı saâdet ile kendisinden sonraki asırlar arasında muhkem bir köprü kurdu. Bu köprü sayesinde âdeta Hulefâ-i Râşidîn devirlerinin idare anlayışı yeşerdi. Ömer bi­n Abdülaziz, 10 Şubat 720’de Humus’a bağlı Deyrsem’ân’da vefât etti.

*

Ömer bin Abdülaziz’in mes’ûliyet şuurunu, hanımı Fâtıma şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

«–Nedir bu hâlin?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:

«–Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, aile efrâdı kalabalık olan fakir aile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..»” (İbn-i Kesîr, 9/201)

 DÎVÂN-I LÜGĀTİ’T-TÜRK TAB EDİLDİ

Kilisli Muallim Rifat Bey, 1874’te Kilis’te doğdu. Rüşdiye’yi bitirdikten sonra Kilis’in tanınmış hocalarından ders gördü. Daha sonra İstanbul’a giderek Dâru’l-Muallimîn’den ve Mekteb-i Hukuk’tan mezun oldu. 1901’den 1946’ya kadar İstanbul’da muhtelif liselerde muallimlik yaptı. Türk dili, kültürü ve edebiyatında ihtisas sahibi olan Rifat Beyin dostları da Ali Emîrî Efendi, İsmail Sâib SENCER, Bursalı Mehmed Tahir, Mahmud Kemal İNAL’dı. Muallim Rifat Bey, 22 Şubat 1953’te Ankara’da vefât etti. Kabri, Cebeci Asrî Mezarlığı’ndadır.

*

Dîvân-ı Lügāti’t-Türk’ün dünyadaki tek nüshasının Ali Emîrî Efendi’nin elinde olduğunu öğrenen Muallim Rifat Bey, Ali Emîrî Efendi’nin huyunu bildiği için eseri görmek bahsinde hiç ısrarcı olmamıştı. Bir hafta sonra Ali Emîrî Efendi kendisine haber göndermiş, gelip eseri inceleyebileceğini söylemişti. Kilisli Rifat Bey eseri şöyle bir karıştırdıktan sonra;

“–Cenâb-ı Hak neşrini nasip etsin!” deyince bu söz Ali Emîrî Efendi’nin çok hoşuna gitti ve;

“–İnşâallah neşrederiz, tashihini de sen yaparsın…” dedi. Fakat Ali Emîrî Efendi’nin bir endişesi vardı: Eser tam mı, eksik mi belli değildi. Kilisli’ye;

“–Rifat; bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli. Fakat bunun bir kusuru var. Kitabın şîrâzesi çözülmüş, formaları dağılmış, yapraklar karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfasının karşılığı yok. Kitap tamam mı, değil mi, tanzim edilmesi mümkün mü, değil mi? Bu noktalar beni mahzun ediyor. Eğer tamam ise ne saâdet! Değilse vay benim başıma! O zaman bu kitabın karşısına geçip ölünceye kadar ağlamalıyım. Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir-iki saat bu kitap ile meşgul ol. Şu kitap tamam mı değil mi, bunu çıkar.” dedi.

Rifat Bey gerekli zaman ve emeği harcayarak kitabın tamam olduğunu belirlemekten başka sayfalara numara da koydu. Ali Emîrî Efendi’ye müjdeyi verince Ali Emîrî Efendi sevincinden ağladı. O kadar sevinçliydi ki evinin bir kısmını Kilisli Rifat’a mükâfat olarak bağışlamak istediğini söyledi. Rifat Bey ise;

“–Hânenizde dâim olunuz, ben sizden yalnız bunun neşrine müsaadenizi istirham ederim, mükâfâtım bu olsun.” dedi. Aynı niyette olan Ali Emîrî Efendi bir müddet sonra devlet ricâlinden Talat Paşa’nın da ricasıyla kitabı Kilisli Rifat Beye vererek neşrine müsaade etti. Böylelikle bu nâdîde eser çoğaltıldı ve günümüze kadar ulaştı.