YOGA ve MEDİTASYON

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Medya vasıtalarının yaygınlaşması ve ulaşımın kolaylaşması neticesinde bütün dünyanın âdeta bir köy hâline gelmesine ve bunun sonunda da kültürlerin birbirine karışmasına globalleşme (küreselleşme) deniliyor.

Bu kolaylık ve yakınlık, İslâm’ın tebliği için kullanılsa elbette bir avantaj. Lâkin tersi olunca işler karışıyor.

Meselâ sual şu:

“–Bir müslüman yoga ve meditasyon gibi Uzak Doğu uygulamalarını yapabilir mi?”

Yoga, Hinduizm ve Budizm dinlerine ait bir ibâdet şekli.

Bir müslümanın başka bir dîne ait ibâdeti yapması; bırakın câiz olmasını, insanı dinden çıkarır. Fıkıh kitaplarımızda; başka dinlerin âyinlerine katılmak, onların nevruz, noel ve benzeri yortularında, dînî günlerinde onların yaptıklarını taklit etmek, küfür alâmetlerinden sayılmıştır.

Deniliyor ki:

“–Yogayı biz spor veya tedavi maksadıyla yapıyoruz. Dînî tarafıyla bir alâkamız yok!”

Bir defa isim olarak hâlâ adı yoga. Hindu ve Budistlerin ibâdet olarak yaptığı şeyi taklit edeceksin ve; «Ben ibâdet değil spor yapıyorum.» diyeceksin. Bu bir müslüman şahsiyeti tarafından kabul edilebilir bir şey değildir.

Bazı şeylerin isimleri bile bizim uzak durmamız için yeterlidir. Meselâ bira… Soruyorlar:

“–Alkolsüz bira içilir mi?”

–Hayır, bira ise içilmez! Alkolsüzse niye onun adına bira diyorlar? Bunun adı bira olduğu sürece alkollü de olsa alkolsüz de olsa müslümanın yanına yaklaşmayacağı bir nesnedir. Nitekim araştırılınca görülüyor ki, «alkolsüz» dedikleri aslında «az alkollü» demek. Nitekim «fâizsiz» veya «sıfır fâiz» diye adlandırdıkları finansmanlarda da fâiz muâlemesinin ve diğer çeşitli banka muâmelelerinin bulunduğunu görüyoruz.

Meditasyonda da benzeri bir durum var. Aslında «derin tefekkür» mânâsına geliyor. Ancak aynı şekilde soralım:

–Madem tefekkür demek; niçin, tefekkür demiyoruz da meditasyon diyoruz?

Çünkü onu Uzak Doğu dinlerinden devşiren, şekillendiren ve moda hâline getiren sistem, ona bu yabancı ismi koydu. O hâlde bizim bu yabancı kültür mahsulü ibâdet benzeri uygulamadan da uzak durmamız lâzım.

Peki bizim insanımızı yoga ve meditasyon gibi yabancı unsurlara sevk eden ihtiyaç nedir ve bu ihtiyaç nasıl doğru bir şekilde tatmin edilebilir?

İnsan madde ve ruh ikilisinden meydana gelmektedir:

•Topraktan gelen maddî tarafımız var;

•Bir de mânevî, rûhî tarafımız var. Çok özel, istisnâî bir yönümüz var.

İnsanın maddî tarafı yemekle, içmekle ihtiyaçlarını giderirken; rûhunun ayrı türden bir maya ile beslenmeye ihtiyacı vardır.

Bu mayanın kaynağı, bizim inancımızda, bizim medeniyetimizde tasavvuftur. Tasavvufu bir kelime olarak değerlendirmeden daha ziyade hayat biçimi olarak görmek gerekir. Meselâ Cenâb-ı Allah, Yûnus -aleyhisselâm- ile alâkalı şöyle buyuruyor:

فَنَادٰى فِي الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ

“…Nihayet karanlıklar içinde;

«–(Ey Rabbim!) Sen’den başka hiçbir tanrı yoktur. Sen’i tesbih ederim (tenzih ederim). Gerçekten ben zâlimlerden oldum!» diye niyaz etti.” (el-Enbiyâ, 87)

Yani Yûnus -aleyhisselâm- ıssız, karanlık bir mekâna çekilip hem mekânın karanlığı hem zamanın karanlığı içerisinde hem de kendi yalnızlığında kendi kendini tenkit ediyor.

“–Yâ Rabbi! Sen şânı yüce olansın, Sübhân olansın, müteâl olansın.” diyor. Ondan sonra kendi kusurlarını itiraf ediyor:

“–Ben zâlimlerden oldum. Günahlar işledim.” diyor, tevbe ve istiğfâr ediyor.

Binâenaleyh müslümanın «meditasyon»u budur:

Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, yani seher vaktinde kalkıp Cenâb-ı Allâh’a münâcât etmesidir. Zamanın karanlığıyla mekânın karanlığını bir de insanlardan uzaklığı bir araya getirerek o herkesin mışıl mışıl uyuduğu bir demde kalkıp kameralara poz vermeden, kimselere görüntü yapmadan Allah ile baş başa kalmak sûretiyle istiğfâr etmesi, Rabbine içini dökmesi, yalvarıp yakarması, duâ etmesidir.

Böylelikle kul, mânevî bir derinlik elde eder, rûhî bir dinginlik kazanır. Birilerinin saçma sapan şeylerle kendilerini tatmin ile uğraşmaları yerine; müslümanca Allâh’a kul olmanın yollarını aramaları, böylelikle maddî, mânevî tatmine ermeleri daha doğrudur. Nitekim Cenâb-ı Allah buyuruyor:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ

“Âgâh olun! Dikkat kesilin! (Boş şeylere kulak asmayın! Bilin!) Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle tatmin olur.” (er-Ra‘d, 28)

Yani gönlün gıdâsı, kalbin gıdâsı Allâh’ı anmaktır. Yine buyuruyor Rabbimiz:

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ

“Siz Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim!..” (el-Bakara, 152)

Bizim Rabbimiz’i anmamız çok tabiî bir husus. Sabah-akşam Rabbimiz’i anmamız gerekir ama Allâh’ın bizi anması ne muhteşem bir nimet! Ne büyük bir lütuf!

Yine buyuruluyor:

وَلَذِكْرُ اللّٰهِ أَكْبَرُ

“…Allâh’ı zikretmek, elbette en büyük (ibâdet)tir…” (el-Ankebût, 45)

Cenâb-ı Allah bir kulunu sevdi mi onu, mele-i a‘lâda, tabiri câizse ilk halkada meleklerine zikreder, onun muhabbetini âleme yayar.

Kudsî hadîs-i şerif şöyle:

“Allah Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve;

«–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» buyurur.

Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder;

«–Allah; falanı seviyor, siz de seviniz!»

Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed‘u’l-Halk, 6)

Dolayısıyla;

Bizim rûhumuzu arındırma ve dinginleşme yolumuz, Cenâb-ı Allah ile olan irtibatımızdan geçer. Allâh’ımız ile olan beraberliğimizden geçer. Bunun da yolu Cenâb-ı Allâh’ı zikretmektir, anmaktır. En değerli vakti de gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, imsak vaktine yakın, seher döngüsünde Cenâb-ı Allâh’ı zikretmektir. Zerrelerimize kadar Cenâb-ı Allâh’ın varlığını hissedebilmektir.

Cenâb-ı Allah, bâtıl şeylerle meşgul olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Hak ve hakikatle, doğruyla, iyiyle, güzelle beraber olabilmeyi nasip eylesin.

Tasavvufun hakikatleri, esasları ve usulleri bir incelense daha neler neler görülür. Teheccüd, tilâvet, salât ü selâm, sohbet, hizmet, letâifleri inkişâf ettirmek, sırrî zikir, cehrî zikir, nefy ü isbat, erbaîn, çile çıkarmak, murâkabe, râbıta…

Bu kadar zengin bir müktesebâta sahip olduğunuz hâlde, gidip de Uzak Doğu çöplüğünü karıştırmamız kabul edilemez bir gaflet değil midir?

Rûhumuz daralıyorsa;

•Sâlihlerle beraber olalım.

Bizden dünyalık hiçbir şey istemeyen, onlarla beraber bulunduğunuzda Allâh’ı hatırladığınız, âhirete dair duygularınızın depreştiği kimselerle beraber olalım.

•Terapi gruplarının peşinde koşacağımıza sohbet halkaları kuralım.

Ashâb-ı kiram efendilerimizin;

“Gelin, bir an, îman tazeleyelim, bir müddet îmânımızı güçlendirelim.” diye oturup hemhâl olmaları gibi hemhâl olabileceğimiz halkalar oluşturmamız lâzım.

Çünkü insan yalnız kaldıkça, şeytanın oyuncağı olur. Şeytan onu yavaş yavaş kulağına üflemek suretiyle; dinden, îmandan eder.

Cenâb-ı Hak bizleri de ümmet-i Muhammed’i de muvaffak eylesin.