PEYGAMBER AHLÂKININ ESASI ÎMANDIR

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyayı teşrîfinin sene-i devriyesini idrâk edeceğiz. Mevlid-i şerîfi vesile ederek O’nun saymakla bitmez güzelliklerinden bahsedeceğiz inşâallah.

Bilhassa şu içinde bulunduğumuz çağda, maddî refah ve konfor getiren maddî gelişmelere bakarak başı dönenler için Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önemini anlamak biraz zor olabiliyor. Bu sebeple biraz da bu yönden bakmak istiyoruz.

İnsanoğlu, Allah Teâlâ’nın yarattığı mahlûkların en acâibidir. «Acâib» kelimesi; Arapçada hem hayret edilecek, şaşılacak hem de hayranlık uyandıracak şeyler için kullanılır. Bu sebeple insan için kullanılması çok uygun bir kelimedir.

Evet insan bir yandan küçücük cirmiyle, âcizliğiyle, muhtaçlığıyla pek zavallı görünürken; bir yandan da Allâh’ın verdiği aklı, lisan kabiliyetini, iş birliği yapma becerisini kullanıp çok fevkalâde işler de başarabiliyor. Dünyada sürü hâlinde yaşayan pek çok canlı türü var ama hiçbiri insanın yaptığı iş bölümünü yapabilmiş değil.

İnsanoğlunun bir araya gelip böyle iş birliği yapabilmesinde en büyük âmil ise, hiçbir canlı türünde görülmeyen hukuk ve ahlâk anlayışına sahip olmasıdır. Bir toplumda ilerleme ve kalkınmanın da ana motoru, herkesin hak ettiğini alabilmesini ve haklarını koruyabilmesini sağlayan bir hukuk düzeninin olmasıdır. Belki geri kalmış coğrafyalara bakıldığı zaman en büyük eksik, hâlâ vahşîlik ile kabîlecilik arası bir düzende yaşıyor olmalarıdır. Böyle bir yerde kimse çalışmaz, çaba göstermez; çünkü güçlünün gelip elinden almayacağından emin olamaz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönderildiği asırda Arap Yarımadası işte bu durumdaydı. Bundan da beteri; fıtrî bir insaf ve merhamet hissini de körelten şirk, hurâfeler ve buna dayalı zâlimce geleneklerin insanların kalplerini katılaştırmış olmasıydı.

Dünyanın geri kalanında ise başka çarpıklıklar vardı. Ehl-i kitâbın hâkim olduğu coğrafyalarda da taassup, ötekileştirme ve her türlü zulüm, bizzat kilise ve devlet eliyle uygulanır olmuştu. Yani insanlar arası çekişmeleri çözüp âsâyiş ve adâlet tesis etmesi gereken devlet nizamı, bir zulüm çarkına dönüşmüştü. Saltanat, soyluluk, kölelik ve gücün üstünlüğünü esas alan nizam aynen devam ederken, Allâh’ın indirdiği kitaplar rulolar veya iki kapak arası sahîfeler hâlinde raflarda duruyordu.

Dünya tarihine bakanlar; ahlâk ve mâneviyat sahasında en büyük rehberin, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu görürler. Çünkü O, içinde bulunduğu çağın kıymet hükümlerine tâbî olmayıp yepyeni bir nizam getirdi. Temeli mâneviyat olan bu nizama aslında bugün her zamankinden daha fazla muhtacız.

Allah -celle celâlühû- bir âyet-i kerîmede buyuruyor ki:

“Gerçekten (Biz) insanı, en güzel bir biçimde (ahseni takvîmde) yarattık. Sonra onu (esfel-i sâfilîne) aşağıların aşağısına indirdik.” (et-Tîn, 4-5)

İnsan yaratılmışların en şereflisi olduğu hâlde, Allâh’ın gösterdiği yüksek ahlâk yolunu terk edince bu şerefli mevkiini kaybedip, sefillerin en sefili derekesine düşmüştür.

Son asırlarda insanoğlu; bir yandan maddî sahada çok gelişme gösterirken diğer yandan şehvetlerin kurbanı, dünyayı kana boyayan, aç gözlülükle dünyanın dengesini bozan bir varlık durumuna düşmüştür. Bunun sebebi ise, insanın dünyayı ele geçirmeye yarayacak ilimleri öğrenmesi ama kendi ahlâk ve karakterini olgunlaştıracak terbiyeyi ihmal etmesidir. Bu ihmalin sebebi de mâneviyâta inancın zayıflamasıdır.

İnsanoğlu; doğru davranış ölçülerini ve güzel ahlâkı kendi aklıyla bulmaya kalkarsa, aşırı noktalara savrulmaktan kurtulamaz. Meselâ câhiliyye çağında insanlar; ahlâk ve fazîlet adına Kâbe’yi ziyaret edenlere su dağıtıyor, yemek yediriyorlardı. Ama bunun yanında; zayıf bulduklarını eziyorlar, kız çocuklarını bir utanç sayarak diri diri toprağa gömüyorlardı. Bir yandan insanlara gösteriş için; cömertlik, yiğitlik, sadâkat ve vefâ gibi hasletleri sergiliyorlar ama bir yandan da yiğitlik adına, mânâsızca sebeplerle savaş çıkarıp yıllarca birbirlerini öldürüyorlardı. Çünkü îtikattaki bozukluğun ve cehâletin tesiriyle bu gibi davranışlarda ifrâta kaçmaktaydılar. Demek ki insanoğluna bir yol gösteren olmayınca; ahlâk ve fazîlet nâmına işlenen ameller bile, ahlâksızlığa dönüşmektedir.

Bugün de benzer bir durumu görebiliyoruz. Bir yandan hayvanları sevmek, tabiatı korumak gibi bazı merhamet tezâhürleri gösterenler; diğer taraftan açlıktan ölen insanlara, savaş mağduru mültecîlere sırtlarını dönebilmektedir. Bir yandan alabildiğine israf varken, diğer taraftan «küresel ısınma»nın bütün sorumluluğu et yiyenlere yüklenebilmektedir.

«Ailede ahlâktan kaynaklanan bazı problemler var.» diye neredeyse aile ortadan kaldırılmak istenmekte, ahlâksızlıktan kaynaklanan problemler tuhaf bir şekilde daha da ahlâksızlıkla tamir edilmeye kalkışılmaktadır.

Küresel ısınmanın sebep olduğu kuraklık, seller ve benzeri iklim hâdiseleri, insanlığı tehdit eder hâle gelmiştir. İşin kötüsü bu durum; en çok köylerde gıdâ üreten insanlara zarar verdiği için, şehirlere ve gelişmiş ülkelere göçü daha da artıracaktır. Zaten şehirleşme ve şehirlerdeki aşırı tüketim alışkanlıkları yüzünden ortaya çıkan bu kirlilik, bir kısır döngü hâlinde daha da artacaktır.

Peki çözüm ne?

Hükûmetler halkın «oy»una muhtaç oldukları için, ekonomik yavaşlamanın getireceği sonuçları göze alamazlar ve sanayileşmeyi frenleyemezler. Bir sonraki seçimde halkın oyuna muhtaç olan bir hükûmet, ancak kısa vâdeli kararlar alacaktır. Yani bu sistemle çözüm mümkün değildir. Peki çözüm nasıl mümkün olabilir?

Azıcık düşünen her insan görebilecektir ki, tek çözüm; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği mâneviyat ve ahlâk nizamına bağlıdır.

Bazı âlimler; «Peygamber Efendimiz’in en büyük mûcizesi, yetiştirdiği ashâbıdır.» demişlerdir. Aslında bu bir mânâda şunu da demek oluyor:

«Öyle bir zamanda, öyle bir toplumu; böylesine değiştirip yetiştirebilmek, insan gücünü aşan, mûcizevî bir rehberlik örneğidir.»

Bu rehberliğin ana esaslarına baktığımız zaman, önce îmânı görüyoruz. Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, insanı terbiye ederken işe îmandan başlamıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâb-ı kirâmı öyle yetiştirmiştir ki, onlar kendilerine emredilene itaat etmeyi, îmanlarının gereği bilmişlerdir.

Hâlbuki Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın emirlerine teslîmiyet göstermek, kolay bir şey değildi. Biraz düşünecek olursak; içinde yetiştiği ailesinden kopmak, toplumun ileri gelenlerinin düşmanlığına uğramak, herkesin ayıpladığı-hakaret ettiği biri durumuna düşmek, hiçbir yerde kolay göze alınabilecek bir fedâkârlık değildir. Hele bir de o coğrafyada…

Arap Yarımadası; çöller ve dağlar arasında zor bir coğrafya olduğu gibi, burada kabîleler bir devlet düzeni olmadan dağınık olarak yaşıyordu. Kanun düzeni olmadığı için, kabîlecilik anlayışıyla herkes ancak kendi akrabasının can güvenliğini korurdu. Güçlü bir kabîleye mensup olmayan garipler, kimsesizler mutlaka güçlülerin himayesine girmek zorundaydı. Böyle acımasız bir coğrafyada; kendi kabîlesinin önde gelenlerine, din ve geleneğine karşı çıkmak, ateşten gömlek giymek demekti.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın emrettiği gibi, kabîlecilik dayanışmasının yerine din kardeşliğini koymak, bilhassa Kureyşli güçlü ailelere mensup gençler için büyük bir fedâkârlıktı. Çünkü güçlü ve zengin ailelerden kopup, zayıf, fakir ve aşağı tabaka sayılan kişilerle kardeş olacaklardı. O devrin şartlarında çok kolay olmayan bu fedâkârlık; onların ashâbın en seçkinleri, yani aşere-i mübeşşere diye bildiğimiz, sağlığındayken cennetle müjdelenen sahâbeler olmalarını sağladı.

Bugün içinde bulunduğumuz çağda; gelişmiş ülkelere gitmekten, kariyer, makam, servet, şöhret sahibi olmaktan ferâgat etmek ne demekse, o zaman için güçlü ailesinden kopmak da o demekti. Onlar sadece ebedî hayata îmanları sayesinde bu kopuşu göze aldılar.

Bunu başardıktan sonra sıra nefsi tezkiye etmeye geldi. Alışkanlık hâline gelmiş bütün günahlardan uzaklaştılar; farzlarla, sünnetlerle nefsi hâkimiyet altına alarak üstün ahlâk ve fazîletleri sergileyecek mânevî kuvvete sahip hâle geldiler.

Bunları başarmaları sadece ebedî hayata îmân ile mümkün oldu. Çünkü yüksek ahlâkın kaynağı, kişinin rûhundaki mânevî bir tercih ve bir yöneliştir.

İnsan ancak inandığı değerler uğruna, nefsânî arzularının zıddına bir fedâkârlıkta ve olgun bir davranışta bulunabilir. Üstelik bunu kimse zorlamadığı hâlde, sırf bunu yapmaktan mânevî bir huzur duyduğu için yapıyorsa, bu ancak samimî îmânın meyvesidir.

Bugün insanlığın en büyük problemi; kuvvetli iradeye, yüksek ahlâka ve olgun şahsiyete sahip insan yetiştirmek. Çünkü artık kaba kuvvete gerek yok, makineler işleri kolaylaştırıyor. Hattâ bilgisayarlar, yapay zekâlar çok zeki; insana da ihtiyaç bırakmayacak gibi görünüyor. Asıl ahlâkına güvenilebilecek insana ihtiyaç var. Çünkü bütün bunları programlayacak, kullanacak veya sû-i istimâl edip, hacklayip kötü yolda kullanacak olan yine insan…

Dopamin orucu veya detoksu diye bir şey var, belki duymuşsunuzdur. İnternette gezinirken veya günlük hayatınızı yaşarken; hızlı ve çok zevk veren şeylerden uzak durup, dikkatinizi faydalı şeylere yoğunlaştırmaya deniyor.

Bugün birçok genç; birkaç saat internete bağlanabilen bir cihazdan uzak durmayı, oruç tutmak gibi zor bir şey olarak görüyor. Sadece can sıkıntısına bile tahammülü olmayan bir nesil yetişiyor. Artık firmalar bile «sanal aylaklık» adı verilen problemle başa çıkmak için çare arıyor.

Dünyada hâlâ çözülecek çok mesele var. Sorumlu, çalışkan, îtinâlı, hassas insana ihtiyaç var. Böyle insan yetiştirebilmek için de peşin dünyevî hazlara, arzulara ve hırslara karşı dayanıklı, sabırlı, azimli, dirayetli, basîretli insan yetiştirme usûlüne ihtiyaç var.

Ama en önemli problem, bu isteklerin yerine neyi koyacaksınız?

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlık tarihinin en büyük ahlâk öğretmeni olması, O’nun her şeyden önce insana yaratılış gayesini öğretmesindendir.

Hani motivasyon diyorlar ya, ihtiyaç hissettirme diye çevrilebilir; insanı bencil olmanın peşin menfaatlerinden neyle vazgeçireceksiniz? Maddî hazların verdiği peşin zevkten vazgeçip kanaate, âdilce paylaşmaya ve hattâ iyilik yapmaya râzı hâle nasıl getireceksiniz?

Hangi çağda olursanız olun cevap tek:

Geçici olanın yerine bâkî ve ebedî olanı koyarak…

Şimdi bize düşen; «Ebedî bir hayata îmân edenin dünyaya bakışı nasıl olur, ahlâkı nasıl olur?» bunu en güzel şekilde hayata geçirip örnek olmak.

Sahâbe efendilerimiz nasıl ki insanlık tarihinin yüz akı, şeref levhası olduysa; bizler de onlardan örnek alıp bu asrın en olgun ahlâklı, yüksek şahsiyetli insanları olmalıyız. Bunu kendimize bir sorumluluk olarak görmeliyiz.

Allah Teâlâ; bizleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâbının izinden ayırmasın, onların güzel hâlinden hisse almayı nasip eylesin. Âmîn…