Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -7- İLİM, İRFAN, İBÂDET ve ZÜHD İÇ İÇE

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

YOL FARKLI MENZİL AYNI

Müellifimiz, dokuzuncu kaidede; nisbetleri farklı olsa da, sûfî, fakîr / derviş, ehl-i takrîb diye anılan zümrelerin sûfîlikte birleştiğini anlatmıştı.

Şimdi meslek, yani tutulan yol bakımından da aynı yaklaşımı sergileyerek şöyle diyor:

Onuncu Kaide:

“Mesleklerin farklı olması, yani tutulan yol ve tercih edilen metotların değişik olması, maksadın/hedefin farklı olmasını gerektirmez. Bilâkis meslekler, ekoller ve usûller farklı olsa da maksat/hedef bir ve aynı olabilir.”

Meselâ İstanbul’dan Ankara’ya giderken;

•Kimi hava yolunu kullanıyor,

•Kimi kara yolunu kullanıyor,

•Kimi otobandan gidiyor,

•Kimi trenle gidiyor.

Ama nihayetinde herkesin maksadı Ankara’da buluşmak. Eğer maksat aynıysa; mesleğin, yolun, yöntemin, usûlün farklı olması ayrılığa, gayrılığa yol açmaz.

“Bu; trene bindiğine göre, Ankara’ya gitmiyor.” denemez.

“Bu hakikate binâen;

Âbidlik, zâhidlik ve âlimlik, hepsi Hak Teâlâ’ya yaklaşmak için tutulan, benimsenen yollardır. Hepsi mükerremdir, kıymetlidir, hepsi iç içe geçmiştir, birbirine bağlıdır. Birbirinden ayrı değildir.

Şöyle ki;

•Ârif olan, irfan yolundan giden kişinin mutlaka ibâdet de etmesi, aynı zamanda âbid de olması lâzımdır.

➢Zira Mârûf’una (yani mârifetine talip olduğu Allâh’a) ibâdet etmeyenin, irfânına itibar edilmez!”

Böyle biri ârif sayılmaz. Maalesef günümüzde sosyal medyada, televizyonlarda din adına konuşan, tasavvuf adına konuşan öyleleri var ki; farz namazı dahî yok. Mârifetullah bahisleri açıyor, tesettürü yok. Böyle âlimlik de âriflik de âbidlik de olmaz.

Batıyla aramızdaki temel tartışmalardan biri budur:

“–İlim ne içindir?”

Batılı felsefeciler;

“–İlim, ilim yapmak içindir.” derler.

Bizde ise;

«–İlim, amel içindir.» Amelin de ihlâslı ve takvâlı olması lâzım gelir. Eğer amelde ihlâs ve takvâ yoksa onun da bir kıymeti olmaz. Bu yönüyle, bir insanın; ilim yolunda, irfan yolunda ilerlemiş olsa da, ehl-i ibâdet olması lâzım gelir. Yani ona bu yönüyle âbid deme durumundayız.

“Ârif olan kişi aynı zamanda;

•Zâhid de olmalıdır. Zâhidlik de yapmalıdır. (Yani mâsivâya, dünyalığa tenezzül etmemelidir.) Eğer böyle olmazsa; yani mâsivâdan / Allah’tan gayrı her şeyden yüz çevirmiyorsa, onun bir hakikat anlayışı, bir gerçeklik anlayışı yok demektir.”

Zühd, değer vermemek demektir.

Bir yangın düşünün. Eviniz yanıyor ve evin içinde çocuklarınız var. Sizin aklınıza;

“–Buzdolabını kurtarayım, çamaşır makinesini kurtarayım.” diye bir düşünce gelir mi?!. Buzdolabı da değerlidir, fakat o anda asla ona değer vermezsiniz.

Tabiî ki o anda aklınıza sadece;

“–Çocuklarımı kurtarayım!” düşüncesi gelir.

Sizin için «hakikat», o anda ciğerpârelerinizdir.

Aynı şekilde ilim sahibi, mârifet sahibi zât; vaktini boş yere harcıyorsa veya boş şeylere tamah ediyor, değer veriyorsa; onun da maalesef nasipsizliği söz konusu olur. Bu yönüyle kendisi, kendi hayatında değer verdiği şeylere öncelik verir; değer vermediği şeyleri de öteler, erteler.

Kıyâmete ve âhirete doğru gittiğimiz bu dünya imtihanı, o yangın ânıdır. Allâh’ı tanıma, O’na ibâdet, O’nun vahyini, dînini öğrenme iddiasındaki bir kişinin Allah ile değil de başka değersiz şeylerle meşgul olması, zühdden nasipsiz olması, o iddiayı çürüten acı bir durumdur. Böyle bir mârifetin ne değeri var?!.

“Âbid de (ârif ve âlim gibi) mutlaka mârifete (ilme) muhtaçtır. Çünkü bilgi olmadan ibâdet olmaz.”

Nasıl namaz kılacak, nasıl oruç tutacak, nasıl hacca gidecek? Bütün bunlar için ilme ihtiyaç vardır.

“Âbid aynı zamanda zühde de muhtaçtır. Çünkü ibâdete kendisini adayabilmesi için, zühde ihtiyaç var.”

Yani bir kişi; dünyanın peşinden koşarken, mâlâyânî ile meşgul olurken, hangi ara oturup da namaz kılacak? Dolayısıyla ibâdete vakit ayırabilmesi için, zühde ihtiyacı var.

Mü’min ve takvâlı bir kişiye, dünyanın parasını teklif etseler;

“–Gel, bizim fabrikada müdür olarak çalış ama namaz kılmayacaksın.” deseler, kabul eder mi? Asla! Dolayısıyla ibâdet için de dünyadan belli bir seviyede ferâgat gerekiyor. Bu yönüyle de ehl-i ibâdet yani âbid olanlar zâhid sayılırlar.

“Zâhid olanlar da aynı durumdadır. Zâhidlik de ancak ilimle olur. Zühd ancak ibâdetle olur. Aksi takdirde iş züğürtlüğe, tembelliğe ve boş adamlığa döner.”

Yani âriflik, âbidlik ve zâhidlik iç içe geçmiş, gayeleri aynı olan üç meslektir, yani metottur.

“Fakat böyle olmakla beraber kim neye yoğunlaşmışsa onun adını almıştır.

•İbâdete yoğunlaşan, âbiddir.

•Mâsivâyı terke yoğunlaşan, zâhiddir.

•Hak ve hakikati çekip çevirmeye yoğunlaşan, ehl-i hikmet kişiler ise, âriftir.

Bunların hepsi de sûfîdir.”

Bunların adlarının farklı olması; maksadın farklı olmasını gerektirmez. Hepsi Cenâb-ı Allâh’a yönelmiştir.

Buradan hareketle şu hatırlatmayı yapalım:

Ehl-i ilim ile ehl-i tasavvufu farklı ve ayrı zannedenler oluyor.

İmam Nevevî -rahmetullâhi aleyh-, Şâfiî Mezhebi’nin mühim âlimlerinden biridir. Bekâr yaşamış, kısa bir hayat sürmüş. Fakat o kısa hayatına rağmen çok büyük eserler vermiş bir zât. Onun, Kur’ân ehli için yazmış olduğu et-Tibyân fî âdâbı hameleti’l-Kur’ân adlı kıymetli bir eseri var. Mânâsı: Kur’ân’ı taşıyan, hamele-i Kur’ân olan hâfızların edeplerinin beyanı. Bu kitabının başlarında şöyle bir ifade var:

“Eğer İmam Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, Allâh’ın velî kullarından değilse bilin ki Allâh’ın hiç velî kulu yok demektir!”

Yani bu zâtlar; ilim yolundan, fıkıh yolundan gitmişler diye bunların velâyet makamından nasipleri yok demek -Allah muhafaza etsin- çok büyük bir densizliktir. Bu zâtlar Allâh’ın rızâsını murâd etmişler, gecelerini gündüzlerine katmış ümmete faydalı olmaya çalışmışlardır. Binâenaleyh:

Âbid de zahid de âlim / ârif de farklı isimlerle anılsa da hepsi sûfîdir.

Lâkin Ahmed Zerrûk Hazretleri’nin de tebârüz ettirdiği gibi, o âlimler aynı zamanda âbid ve zâhiddir. O âbidler aynı zamanda âlim ve zâhiddir. O zâhidler de aynı zamanda ârif ve âbiddir.

Âdeta bir branşlaşma varmış gibi;

“–Ben âlimim, ibâdet âbidlere ait!” demezler.

“–Ben zâhidim, ilimle alâkam yoktur!” demezler. Bu mefhumların birbirinden ayrılmazlığını en iyi şekilde idrâk etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak; ilim, irfan, ibâdet ve zühd yolundan ayırmasın.