NEYİ KAYBETTİĞİNİ HATIRLA!

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Bin dört yüz yıl evvel gelip, dünyayı şereflendiren İslâm dîninin son bin yılında, direkt ve dolaylı olarak hizmet etme bahtiyarlığına ermiş ve İslâm’ın sancağını dünyanın en ücrâ köşelerine kadar taşıma şerefine nâil olmuş bir milletiz.

Türkler, İslâm ile şereflendikten sonra İslâm’ın yayılışı hızlanmış, İ‘lâ-yı Kelimetullah dâvâsı ile yapılan fetihlerde aldıkları rol ve üstlendikleri vazifelerdeki muvaffakiyetler, İslâm’ın sancağının bu milletin elinde yükselmesine vesile olmuştur. Bu vazifeyi îfâ ederken, hiçbir zaman şahsî dâvâ gütmemiş, yalnızca İslâm’ın sancağının yücelmesini dâvâ edinmiş ve bu uğurda yılmadan, yorulmadan çalışmış, çabalamış ve nihayetinde büyük fütûhatlara nâil olmuşlardır.

Yönettikleri yerlerde; adâleti ve liyâkati esas aldıkları için tebaasına zulmetmeden huzur içinde bir idare sistemi benimsemiş, başka inançta olan insanlar, şâhit oldukları bu güzellikler sebebi ile kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığını görmeyi tercih eder hâle gelmişlerdir.

Mimarîde ortaya koydukları eserler; aradan asırlar geçmesine rağmen, hâlen daha ayakta ve hizmet etmeye devam ediyorlar. Bulundukları dönemin imkânları ile yapılmış bu eserlerin, bugünkü imkân ve teknoloji ile hâlen daha yapılamıyor olması ve onların seviyelerine dahî yaklaşılamıyor olması, ayrı bir garâbet olsa gerektir. İlimde ve sanatta, teknolojik imkânların, iletişim âletlerinin yaygın olduğu bu çağda, o dönemde yetişmiş âlim ve sanatkârların yakınına dahî yaklaşamıyoruz maalesef.

Osmanlı evlâdı olmaktan, Türk olmaktan ötürü övünüyor, onların neslinden gelmekle iftihar ediyoruz. Lâkin, onların bize teslim ettiği ve mîras bıraktığı bu memlekette, bu topraklarda; elle tutulur eserler veremiyor, çağı okuyacak ilim-irfan ehlini yetiştiremiyoruz.

Hamâset yapmak için çok ilerlediğimizi, hayli yol katettiğimizi düşünüp, sağa-sola caka satıyoruz, ama arkamıza döndüğümüz zaman, beğenmediğimiz(!) ecdâdımızın ilimde, irfanda ve amel boyutunda ne kadar gerisinde olduğumuzu idrâk edip üzülüyoruz.

Başka milletler, sahip oldukları bu meziyetleri kaybetmemek için özel gayret sarf ederken, biz sahip olduğumuz bu kıymetli hazineyi çarçur etmek ve nesillerin hâfızasından silmek için gayret ediyoruz.

Bin yıllık bir devlet geleneğine sahibiz. Ecdâdımızın eserleri, hâlen daha dünyanın dört bir yanında hizmet etmeye ve onları yapanların amel defterine ecir kazandırmaya devam ediyor. Ancak, bugün o ecdâdın torunları; tarihlerinden ve kültürlerinden kopmuş, geçmişleri ile bağlarını koparmış, ellerindeki hazineden habersiz, batılıların elindeki süslü oyuncaklarla avunmaya çalışıyorlar.

Necip Fazıl üstâdın;

«Bir şey koptu içimden, şey, her şeyi tutan bir şey» dediği yerdeyiz aslında. Bizi biz yapan, geçmişimiz ile bağımızı kuran, bizi diğer insanların katında mûteber kılan en büyük «şey»i kaybettik.

Biz cemiyet olarak, Allah Teâlâ ile olan irtibatımızı maalesef kopardık.

Dîni; hayatımızın içinden tecrit edip, sadece ibâdethânelere hapsettik. Oysaki din; bizim için beşikten mezara kadar devam eden hayatımızın, her ânına müdahil olan, yanı başımızdan ayrılmayan, hayatımızın her ânını ona göre ayarlamamız gereken bir cetvel, bir model gibi olmalıydı.

Dîni fertten uzaklaştırınca; hesap vereceğine inanmayan, yaptığı her şeyin yanına kâr kalacağına inanan, bencil ve zâlim tipler çoğaldı.

Dîni aileden uzaklaştırınca, toplumun temeli olan aile çözüldü ve birbirinden uzaklaştı. Sevgi ve şefkatin ana mecrâsı olması gereken aile yuvası, dünyalık hesaplar ve hedefler ile evlâtlarını zâyî etti. «Benim evlâdım illâ okusun ve falancanın çocuğu gibi makam, mevkî sahibi olsun…» diye, yabancı olduğu şehirlere ve kültürlerin içine gönderildi. Evinden uzaklaşan genç, kokuşmuş sistemin çarkları içinde eriyip kayboldu. Ailesinin koyduğu dünyalık hedefe ulaşıp geriye döndüğünde ise kendisini dünya için fedâ eden ailesini bile tanımaz oldu.

Dîni ticaretten uzaklaştırınca; kanaati unutup, biraz daha fazla kazanayım diye yalan söyleyen, hile yapan insanlar çoğaldı. Birbirlerine güvenip, dayanışma içinde yaşayan insanlar gitti, yerlerine ailesinden birine bile borç vermekten imtinâ edip, onu fâiz belâsına bulaştıran, birbirine güvenmeyen insanlar geldi.

Dîni siyasetten uzaklaştırınca; fitneler ayyûka çıktı. İnsanlar; kendi hevâ ve heveslerine göre kanunlar, nizamlar çıkardılar. Çıkardıkları her kanun, düzeni biraz daha bozdu. Bozulan düzen, insanı Yaratan’ına değil, yönetenine kul olmaya zorladı. Birkaç yılda bir, ona formalite îcâbı bir seçim hakkı verdilerse de sadece düzene hizmet edenleri seçtiğini fark etmedi.

Dîni sanattan uzaklaştırınca; insanın rûhuna dokunan, onu rahatlatan eserler yerine, onun azgın nefsini daha fazla azdıracak sahneler kuruldu.

Dîni sanatkârdan uzaklaştırınca; eşya zâyî oldu, yaptığı bina çöktü, yol battı, kaldırım bozuldu.

Dîni üretimden uzaklaştırınca; başkalarının ardına düşmekten, onları taklit etmekten öteye gidemedik. Münbit topraklarımızı, daha fazla kazanmak uğruna zehirledik ve kısır hâle getirdik. Hem toprak bize küstü, bereketini göndermiyor, hem yağmur küstü rahmeti ile gelmiyor bize. Nerede bir metre toprak görsek, oraya bina dikmek, oradan kat kat para kazanmak dışında, başka şey düşünemez olduk. Tarihimizi, kültürümüzü, inancımızı bozmaktan, ifsâd etmekten âdeta zevk alan bir toplum hâline geldik.

Yıllar öncesinden bize; «Siz güneşi ceketinizin astarında kaybetmiş marka müslümanlarsınız!» diyordu üstad ve ekliyordu; «Gerçek müslüman olsaydınız, bu hâllerden hiçbiri başımıza gelmezdi.» diye.

Din, bizim hayatımızın her ânına müdahale etmeli. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; câhil ve kaba bir toplumdan, bugün Asr-ı Saâdet dediğimiz bir dönemi yaşayan insanlar yetiştirdi ve bize örnek olarak bıraktı. Onlar, Allah Teâlâ’nın vahyettiği her âyeti dinleyip, hemen hayatlarına tatbik ediyor ve yaşantıları ile alâkalı en ince detayları, İslâm’a göre düzenlemek için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ağzından çıkacak her kelimeye hazine gibi sarılıyor ve hayatlarına tatbik ediyorlardı.

Bugün bizim önümüzde, Allah Teâlâ’nın vahiy ile gönderdiği Kur’ân, onun uygulaması olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı ve hadisleri, ondan sonra gelen sahâbe efendilerimizin, bu ölçüleri tatbik ettikleri hayatları, detayları ile elimizde mevcut. Hâsılı; güneş ceketimizin içinde, onu başka yerlerde aramaya lüzum yok. Sadece içeriye dönüp, sahip olduğumuz bu hazinenin kıymetini idrâk etmek ve o hazineye azı dişlerimiz ile sımsıkı sarılmak olmalıdır.

Rabbimiz, kaybettiğimiz hazinenin kıymetini idrâk etmeyi ve o hazineye azı dişlerimiz ile sarılma şuuru nasip etsin.

Âmîn…