MÜ’MİNİN DÖRT ÖZELLİĞİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Fudayl bin İyâz -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:

“Mü’minin;

•Konuşması hikmet,

•Susması tefekkür,

•Bakışı ibret,

•Ameli iyiliktir.

Böyle olduğunda devamlı ibâdettesin.”

Bazı kaynaklarda; Fudayl bin İyâz -rahmetullâhi aleyh-’in bu özlü sözüne benzer haberler, hadîs-i şerif olarak da nakledilmektedir.

«Mü’minin konuşması, hikmet olmalı.» demek; «Mü’min boş, faydasız konuşmamalı; onun her sözü doğru ve faydalı olmalı.» demektir.

KONUŞMASI HİKMET OLMALI

Hikmet çok mânâları ihtivâ eden bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerim’de, on bir âyette «kitap» ile birlikte kullanılan «hikmet» kelimesinin; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetini yani tatbik edilen, faydalanılan ilmi ifade ettiği bildirilmiştir.

Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;

“Faydası olmayan ilimden Allâh’a sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73) buyurarak ilmin ancak amel etmekle fayda getireceğine işaret etmiştir.

İslâm dîninin emir ve yasakları bir hikmete mebnîdir. O hikmetleri anlamak ve bunlara uygun yaşamak, şu dünyada geçirdiğimiz hayat imtihanından yüz akıyla geçmek demektir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sâlih amelleri, üstün ahlâkı ve hayat tarzı, müslümanlar için hidâyet vesilesidir. Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet’i iyice anlayıp hayata tatbik etmek, hikmetin ta kendisidir. Bunun yanında insanlara dünya ve âhiret işlerinde fayda veren bilgiler de hikmet muhtevâsına girer. Nitekim Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;

“Bilgi, hikmet mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır. Bilgiye en lâyık olan kimse de mü’mindir.” (Tirmizî, İlim, 19) buyurmuştur.

Allah -Zülcelâl-, hikmetin çok hayır getireceğini bildirmektedir:

“O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.” (el-Bakara, 269)

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz de;

“Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir.” (Dârimî, «Mukaddime», 34)
buyurmuştur.

İlâhî rızâyı gözeterek ilim ve hikmet arayışına giren mü’min, aynı zamanda cennet yoluna girmiştir. Çünkü İslâm’ın inceliklerinin fehmedilmesi, Allâh’ın mârifeti, ibâdetlerin hakkıyla îfâ edilmesi hep ilim ve hikmet sahibi olmayı gerektirir. Öyleyse mü’min; daima hikmeti dinlemeli, hikmeti konuşmalı, hikmetle amel etmelidir.

SUSMASI TEFEKKÜR OLMALI

Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz, pek çok âyet-i kerîmede; insanları tefekküre davet etmekte, tefekkürden mahrum, gafil insanları uyarmaktadır. Bilhassa Allah -Zülcelâl-’in insanlara hidâyet rehberi olarak indirdiği âyet-i kerîmeler üzerinde tefekkür edilmesini emretmektedir:

“Onlar Kur’ân’ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;

“İlimsiz ibâdette ve tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurmuştur.

Ashâb-ı kiram hazerâtı; kısa zamanda hatim indirmeye değil, uzun uzun tefekkür ederek Kur’ân-ı Kerim okumaya ehemmiyet verirdi.

Tefekkür edilecek şeylerin bir diğeri de Allâh’ın azametini ve kudretini gösteren kevnî âyetlerdir.

Bir gece Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sabaha kadar ağlayarak namaz kıldı. Sonra Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- sabah ezanını okumak için geldiği zaman;

“…Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” dedi ve şu âyetleri okudu:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini ve azametini gösteren) kesin deliller vardır.

Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve;

«Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbih ederiz; bizi cehennem azâbından koru!» (derler).” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)

Demek ki müslümanlar daima Allâh’ın yüceliğini tefekkür etmeli, gafil olmamalıdır.

Bişr-i Hâfî Hazretleri şöyle der:

“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na isyan edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesîr, I, 448, Âl-i İmrân, 3/190 tefsirinde)

Bütün bâtınî farzların başı tefekkürdür. Allâh’ın nimetleri üzerinde tefekkür etmekten şükür hissi hâsıl olur. Allâh’ın emir ve nehiylerindeki hikmetleri tefekkür etmekten onlara itaat etme hissi meydana gelir. Allâh’ın kullarına; rahmeti ve mağfiretini tefekkür etmekten tevbe ve istiğfar arzusu meydana gelir. Allâh’ın ecir ve mükâfatlarını tefekkür etmekten, amellere karşı şevk ve gayret husûle gelir. Allâh’ın azâbını tefekkür edince takvâ hissi kuvvetlenir.

Tefekkürde hissiyâtın derinleşmesi hem ibâdetleri kolaylaştırır hem huşû hâlini kuvvetlendirir. Kısacası kalbin ihyâsı tefekkür iledir.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- buna işaretle şöyle buyurur:

“Bir saat tefekkür; kırk gece (tefekkürsüz) nâfile ibâdetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400)

BAKIŞI İBRET OLMALI

İbret, sözlükte «geçmek, aşmak» mânâsındaki abr kökünden gelir. Dînî ıstılahta ise «görünenden görünmeyene geçmek, nesnelerin ve hâdiselerin dış yüzüne bakıp onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak, vakalardan ders alıp doğru neticeler çıkarmak ve buna göre davranmak» anlamında kullanılır.

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz insanları etraflarında gördükleri pek çok şeyden ibret almaya davet eder. Meselâ Bedir Gazvesi hakkında şöyle buyurulur:

“(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan (mü’min) grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.” (Âl-i İmrân, 13)

Bedir Harbi’nde kâfirler sayıca çok oldukları hâlde, moralleri bozulmuş ve mağlûp olmuşlardı. Allah -Zülcelâl- mü’minlere olan yardımını işaret ederek ibret almayı emretmektedir.

Yine Haşr Sûresi’nde, müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya uymadıkları için göç ettirilen yahudi Nadîroğulları’yla alâkalı hâdiseden bahsedilirken şöyle buyurulur:

“…İbret alın, ey akıl sahipleri!” (el-Haşr, 2)

Allah -Zülcelâl- Yûsuf kıssasını haber verdikten sonra; bunları hikâye gibi dinleyip geçmemeyi, ondaki sır ve hikmetleri kavramayı emrederek şöyle buyurur:

“Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır…” (Yûsuf, 111)

Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı kadarıyla; hâdiseler mânâsızca meydana gelmez, her hâdisede Allâh’ın tecellîleri vardır. Bunlar ancak ibretle bakanlar tarafından görülür.

Hâtim el-Esam -rahmetullâhi aleyh- ibretsiz bakışın nefsin arzusundan başka bir şey olmadığını söylemiştir.

Allâh’ın yarattığı şeylerde nice ibretler olduğuna dair âyet-i kerîmeler vardır:

“Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.” (en-Nahl, 66)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ibret almak için kabirlerin ziyaret edilmesini tavsiye etmiştir. (Müsned, V, 356)

Demek ki âlemdeki her şey insana sırlar ve hikmetler fısıldamaktadır. Bunları idrâk etmek için gafilce veya nefsânî duygularla bakıp geçmemek, kalp gözüyle bakmak gerekmektedir.

Hâris el-Muhâsibî -rahmetullahi aleyh- ibret almayı «bir şeyle başka bir şeye istidlâl etmek» şeklinde tarif ettikten sonra bunu, kalp gözüyle nesnelerin mükemmel ve fevkalâde güzel bir düzen içinde yaratıldığına bakıp hayret etmek şeklinde yorumlamıştır. Ona göre böyle bir bakış; insanı görünenden görünmeyene, yaratılandan Yaratan’a götürür, îmânı ve mârifeti arttırır. Eşyayı ibretle seyredenler, dünyanın görünüşüne ve kısa süredeki durumuna değil; iç yüzüne ve âkıbetine bakar, sonunu görür, ona göre hazırlık yapar ve böylece dünyada âhiret mutluluğunu kazanırlar. (el-Vesâyâ, s. 288-290)

AMELİ İYİLİK, İHSAN OLMALI

Amel; kişinin gaye gözeterek yaptığı her türlü fiil, iş, oluştur. Amelin ihsan üzere olması ise; hem iyilik yapmak, iyi işler yapmak mânâsına gelir; hem de yapılan her işin, yapılması gereken şeyin, en iyi şekilde yapılması, en güzel bir şekilde yerine getirilmesi demektir.

Biraz düşününce; kişinin yukarıda sayılan özelliklere sahip olması hâlinde, zaten sâlih ameller yapmaya rağbet edeceğini görmek zor değildir. İnsan; daima hikmeti talep eder, tefekkür eder, her şeyden ibret alırsa zaten her fırsatta daima iyilikler ve sâlih ameller yapması gerektiğini anlar. Bunun yanında yaptığı her şeyi de en güzel şekilde yapmaya önem verir.

İhsan, Allâh’a kulluk hususunda veya insanlara karşı muamelelerde en güzel şekilde hareket etmeyi ifade eder. Yaptığı her ameli; hikmetini düşünerek, önemseyerek, hakkıyla ve lâyık-ı veçhiyle yapmaya gayret göstermek demektir.

Amelleri ihsan üzere yapmanın bir diğer mânâsı da Allâh’ı görür gibi amel yapmaktır. Cibrîl hadîsinde geçen, «İhsan» mefhumu Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından;

“Allâh’a, O’nu görüyor gibi ibâdet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O -celle celâlühû- seni görüyor.” şeklinde açıklanmıştır.

Buna göre ihsan; kişinin kulluk vazifesini yerine getirirken, Allâh’ın kendisini gördüğünü, davranışlarını gözetlediğini hissetmesidir. Bu şekilde ihsan ile hareket edenler;

«Allah; her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden bile haberdardır.» duygularını taşıyacaklardır.

Bu da yine mârifetullah ile yakından alâkalıdır. «Mârifetullâh»ı kazanmanın yolları da yukarıda sayıldığı gibi, Allâh’ın yarattığı her şeye ibret gözüyle bakmak, sükûtu ve tefekkürü çok konuşmaya tercih etmek, konuşunca da ancak hikmetli sözler konuşmaktır.

Bunlara riâyet edenin kalbinde mârifetullah nurları parlar. Kalbi nurlanan ve ihyâ olan bir mü’minin âzâlarından da ihsan üzere ameller sâdır olacaktır.

Allah -Zülcelâl- hepimizi böyle hakikî mü’minlerden eylesin. Âmîn…