KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -32- İSLÂM’DA BENLİKTEN KURTULUŞ ve KESRETTE VAHDETE ERİŞ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

SEN KİMSİN?
BEN KİMİM?

Anlatılır ki bir derviş, şiddetli riyâzatlardan sonra nefsine;

“–Sen kimsin, ben kimim?” diye sorar. Nefsi bu suâle;

“–Sen sensin, ben de ben!” diye cevap verir. Bunun üzerine derviş ikinci defa nefsini tezkiyeye koyulur.

Öyle gayret eder ki, bu uğurda yaya olarak defalarca hacca gider. Bütün bunlardan sonra nefsine aynı suâli yine sorar. Aldığı cevap birinci cevapla aynıdır. O zaman öncekilerden daha sıkı bir riyâzata başlar ve çareyi yemeği azaltmada bulur. Neticede nefsinin kötü arzularını öldürmeyi başarır ve ona aynı suâli sorar. Aldığı cevap şöyledir:

“–Sen sensin, ben yok oldum ve artık varlığımdan hiçbir eser kalmadı!”

Böylece Allah Teâlâ’nın yardımıyla derviş huzura erer… (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [el-Mâide, 94] c. 5, s. 114)

Tasavvufî eserlerde, bu konuşmanın; nefsi yarattığında, Cenâb-ı Hak ile nefs arasında geçtiği şeklinde de temsîlî bir anlatılışı vardır.

Özü şudur ki:

Benlik yani, nefsin enâniyeti insanın önündeki en büyük problemdir. O duvar aşılmadan, o problem giderilmeden asla Hakk’a yolculukta mesafe alınamaz. Çare; nefse acziyetini, zaafını ve küçüklüğünü idrâk ettirmek ve onu Allah Teâlâ karşısında hiçliğe büründürmektedir.

Bu mânevî yolculuğu, zamirlerin ifadesiyle şu merhaleler etrafında ifade etmişlerdir:

Birinci merhale: أَنَا/ «Ene»ye iptal damgası vurabilmek.

Kulu, enâniyetten kurtaracak en doğru tefekkür, kendi acziyet ve hiçliğinin farkına varabilmesidir. Bunun için;

İkinci merhale: نَحْنُ / Biz şuuruna erişmek.

İçtimâîleşmektir. Kardeşlik ve tesânüd duyguları içinde, nefsin; egoizmini, hodgâmlığını / bencilliğini bertaraf etmesini sağlamaktır.

Merhamet, cömertlik ve affedicilik gibi diğergâm duygularla, kendini düşünmekten vazgeçip, kardeşinin derdiyle dertlenmesini temrin edebilmektir.

Üçüncü merhale: أَنْتَ / «Sen yâ Rabbî!» diyerek Rabbe sığınmak.

Hiçliğini, abd-i âciz oluşunu idrâk eden kulun, Rabbü’l-Âlemîn’e olan muhtaçlığını itiraf etmesidir. Duâ ve tazarrû ikliminde yaşayarak, dâimâ O’na yönelmesi ve O’ndan dilemesidir.

Dördüncü merhale: هُوَ / O -azze ve celle-’de fânî olmak. İradesini tamamen Rabbin iradesinde eritmek. Rızâ ve teslîmiyetin zirve noktasında;

لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

“O’ndan başka ilâh yoktur!” kelime-i tevhid ifadesini en derin bir şekilde ifade edebilmek. Sıbğatullâh’a boyanmak, yani cemâlî sıfatların tecellîsinden ibaret hâle gelmek.

Bu hulâsadan sonra, merhalelerin etraflıca şöyle ifade edilmesi mümkündür:

BENLİK UÇURUMU

İnsan, bu cihan dershânesine Cenâb-ı Hakk’a kulluk için gönderilmiştir. Bu imtihanın bir cilvesi olarak, insana nefs verilmiştir.

Nefsin mayasında, kibir ve enâniyet vardır. Kendini beğenmek, dâimâ kendi menfaatini düşünmek vardır.

Nefsin bir sıfatı جَهُولًا / çok câhildir.

•Cihâna niçin geldi?

•Geliş niye, gidiş niye?

•Kimin mülkünde yaşıyor?

•Bu akış nereye?

Nefis, cehâleti ve gafleti sebebiyle bunların farkına varmamaktadır.

Ayrıca nefis, ظَلُومًا / çok zâlim sıfatındadır. Nefsânî arzuların girdaplarında boğularak, ebedî hayatını mahvetmekte, bilhassa kendi kendisine zulmetmektedir.

Bu sebeple;

Nefsin fücûrunu takvâ ile bertaraf edemeyenlerin hüsrâna uğrayacağı, ancak onu tezkiye edenlerin felâha erişebileceği bildirilmiştir.

Nefsin; «Ben / Ene» deyişindeki hudut bilmez taşkınlığını, Firavun ve Nemrut gibi ilâhlık taslayan zorba idarecilerde temâşâ ederiz.

İkisi de tahtlarını korumak için bebeklere dahî kıyacak derecede cânîleşen bu zavallı zâlimler, benliklerinin öylesine sarhoşu olmuşlardır ki;

-Hâşâ-

“–Ben de can bağışlar ve öldürürüm!”

“–Sizin için kendimden başka ilâh bilmiyorum!”

“–Ben sizin en büyük rabbinizim!” gibi azgınca lâkırdılar sarf edebilmişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da Firavun da ölmediler. Bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, hak ve bâtıl olarak senin gönlünde mücadelelerine devam ediyorlar!”

Aynı hususta Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

“Benim rûhum, Musa; aklım ise, Harun’dur. Nefsim Firavun ve nefsimin hevâ ve hevesi, Firavun’un veziri olan Hâmân’dır.”

Çünkü; «Ben!.. Ben!..» diyerek nefsin hevâ ve hevesine uymak, âdetâ Allâh’a şirk koşmaktır. Çünkü Allâh’ın emirlerini bırakıp; O’nun rağmına kendi nefsinin arzularını yerine getiren ve nefsinin bâtıl düşüncelerine tâbî olan kişi, kendi nefsini ilâh edinmiş demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona Sen mi vekil olacaksın?” (el-Furkān, 43)

Benliğin en çirkin tezâhürü kibirdir. Allah Teâlâ; kibirlenenleri, böbürlenenleri ve kendini övenleri sevmez. Hâlis kullarını; «yeryüzünde tevâzu ile yürüyenler» olarak tarif buyurur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir zaman övünmezlerdi. Ancak kendine ait sıfatları dile getirme zarûreti olunca; Allâh’ın kendi üzerindeki nimetlerini sayar ve;

“لَا فَخْرَ / Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzua bürünürlerdi. (Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Nefis çok övülmek yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; mütevâzı ol; ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol; sultan olma.”

Nefisteki enâniyeti bertaraf etmek için;

Kadı Mahmud; Bursa kadılığını bıraktı, çarşılarda ciğer sattı, dergâhta temizlik yaptı. Nefsini ayakları altına aldı.

İlimdeki mevkii sebebiyle; «Güneşler Güneşi» diye şöhrete sahip olan Hâlid-i Bağdâdî, bir senelik yolu gidip, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhında helâ temizledi.

Yûnus Emre, başını eşiğe koydu. Kırk yıl dergâha eğriliği olmayan odunlar taşıdı.

Hepsi «ene»den kurtulup; «yâ Rabbî Sen!» diyebilmenin eğitimini yaşadı. Hiçliğin zaferine eriştiler. Sonunda da Aziz Mahmud Hüdâyî oldular, cihâna yön veren sultanları irşâd ettiler. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî olup binlerce insanı irşâd ettiler. Yûnus Emre olup asırlarca dillerden düşmeyen şiirler söylediler.

Yani gafil nefsin zannettiğinin tersine, aslında benliği bertaraf etmek kişiyi asla küçültmez. Bilâkis, samimiyeti ölçüsünde kıymetlendirir.

Lâkin bunun için, benliği bertaraf ederek «biz» diyebilmek gerekir:

BİZ POTASINDA ERİMEK

Cenâb-ı Hak, kullarını bir cemaat hâlinde görmeyi sever. Bu sebeple, her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’da, Zâtına niyâzımızı, cemî / çoğul kalıbında tâlim buyurmuştur:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

“Ancak Sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)

Benlik; kulu Allah’tan uzaklaştırdığı gibi, içtimâî münasebetlerde de kişiyi diğer insanlardan bîgâne ve geçimsiz hâle getirir. Çünkü egoizm; cimrilik, kendini beğenmişlik, gaddarlık gibi menfî huylara yol açar.

Allâh’a vuslat yolculuğunda, bu çirkin huylarla devam etmek mümkün değildir. Bu sebeple, dînin iki temel hakikati:

-Allâh’ı tâzîm ve,

-Mahlûkāta şefkattir.

Allâh’a vuslat yolunda mesafe kateden bütün Hak dostları; hizmet, merhamet, şefkat, diğergâmlık, cömertlik, affedicilik, sabır, hilim ve mülâyemet gibi cemâlî sıfatlara bürünmüşlerdir.

Bu cihanda, Cenâb-ı Hak; her şeyi insan için yaratmış ve her varlığı ona emânet etmiştir. Mü’minleri ise îman kardeşliği ile daha kuvvetli bir şekilde birbirlerine zimmetlemiştir.

Bu sebeple, mü’min; dâimâ kardeşinin maddî ve mânevî açlığını ve muhtaçlığını düşünmek ve onun derdiyle dertlenmek mecburiyetindedir.

En yüksek mânevî dereceler; «Nefsî!.. Nefsî!..» demeyip; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diye, kardeşlerinin derdiyle dertlenenlere nasîb olmuştur.

Şâh-ı Nakşibend; yıllarca yollara, hastalara ve sokak hayvanlarına hizmetin bereketiyle, mânevî derecâta nâil olmuştur.

Bizlik şuurunda; sabır, teennî ve hilm vardır. Kimseden incinmemek vardır.

Hikmet ehli der ki:

İnsanlar içerisinde kendini bilenler şu üç sıfata sahip olanlardır:

1. Rüzgârdan bile incinmeyenler…

2. Kendi adlarını bile söylemekten utananlar…

3. Allâh’ın mahlûkātına Hâlık’ın nazarıyla bakanlar…

Biz olanlar, mütevâzı olur. Mü’minlere karşı merhamet ve tevâzu kanadını indirir. İşlerinde sâlih ve sâdık dostlarla meşveret ederler. Muvaffak olduğunda övünmez, hamd eder. Başarının; Allâh’ın ikrâmı olarak, birlik ve beraberliğin mükâfâtı olduğunu bilir. Günahkârlara günahın yükünü taşıtmaz, onlara yaralı bir kuş gibi muâmele eder.

Dünyevî metâlara iltifat etmez;

“–Keşke benim şunum bunum olsaydı…” demez. Dâimâ hâline râzı olarak yaşar.

Bütün bu sıfatlar; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu, güzel hasletlerdir.

Biz şuuruyla; mü’min kardeşlere, muzdarip ve kimsesizlere yapılan hizmetlerin, Allâh’a vuslat yolculuğunda nasıl bir kıymete hâiz olduğunu şu kudsî hadîs-i şerif ne güzel ifade eder:

“Allah Teâlâ kıyâmet günü;

«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin.» buyurur.

Âdemoğlu;

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?» buyurur…” (Müslim, Birr, 43)

Demek ki;

Biz olmak şuuruyla yapılan her hayırlı davranış, bizzat Cenâb-ı Hakk’a takdim edilen bir hizmet gibi kabul görmektedir.

Biz oluş, benlikten kurtulmanın içtimâîleşme buududur. Diğer taraftan benlikten kurtulmaya gayret eden kul, Cenâb-ı Hakk’a şöyle tazarrû ederek, kullukta mesafe almalıdır:

SEN YÂ RABBÎ!..

Buyurulmuştur:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.”

Yani nefsinin acziyetini ve hiçliğini idrâk eden kişi, bir terbiyeciye, Rabbe muhtaç olduğunu anlar. Bu acziyet ve hiçlik içinde; «Ben» demenin ne kadar abes ve bâtıl olduğunu anlar. Muhtaç olduğu «Rabb»i aramaya, O’na yönelmeye başlar. O’na kul olmaya koşar.

Dâimâ şu âyet-i kerîmenin tefekkür ve idrâki içinde olur:

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan; seni, istediği bir şekilde (şekilsizlikten çıkarıp en güzel sûrette) birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlindeki birçok duâda bu itiraflar vardır:

SEYYİDÜ’L-İSTİĞFAR

Meselâ;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği bu istiğfarda, abd-i âciz oluşun itirafı ve ilâhî dergâha ilticânın ikrârı vardır:

اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبّ۪ي لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ، خَلَقْتَن۪ي وَأَنَا عَبْدُكَ،
وَأَنَا عَلٰى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ
مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ، وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْب۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي، فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ

“Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibâdete lâyık ilâh yoktur. Beni Sen yarattın.

Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve va‘dimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

Hak dostları da zikirlerinde, mâneviyatla dolu şiirlerinde bu hakikatleri terennüm etmişlerdir:

Ahmed Yesevî ve Yûnus Emre Hazretleri’nin şiirlerinde şu zikir terennümü vardır:

Ente’l-Hâdî, ente’l-Hak, leyse’l-hâdî illâ hû!..

“Hidâyet verecek de Sen’sin, Hak olan da Sen’sin! Sen’den başka hidâyet verecek yoktur! (Bize hidâyet eyle yâ Rabbî!)”

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de; «Sen yâ Rabbî, Sen’den yâ Rabbî!» şuurunu ne güzel ifade eder:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!.

Bu şuurda bütün hayırlar, nimetler ve muvaffakiyetler, Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilir. Asla nefse pay çıkarılmaz.

Bedir zaferinde;

“Attığında Sen atmadın Allah attı!” (Bkz. el-Enfâl, 17) buyurularak öğretilen bu ulvî şuur, nefsin, başarılarla şımarmasına ve enâniyete kapı aralamasına izin vermemek içindir.

Mekke’nin fethinin akabinde de Nasr Sûresi’yle şu tâlimat gelmiştir:

“Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların fevç fevç İslâm’a girdiklerini gördüğünde;

•Rabbini hamd ile tesbih et! (Bu muvaffakiyetleri sadece O’na izâfe et ve O’na hamd et.)

•(Bu vazifede olabilecek hata ve kusurların için ise) istiğfâr et! O, tevbeleri çokça kabul edendir.”

Kulun, bu şuurda ilerlerken, tevekkül ve teslîmiyeti de artırması lâzım gelir.

Şöyle ki;

Meselâ insan rızka muhtaçtır. Cenâb-ı Hak da rızka kefildir. Lâkin insan bunu anlamayıp, rızkı kendi gayretiyle elde ettiğini zanneder. Bilhassa mânevî meşgaleleri sebebiyle, dünyaya yönelik gayretini azaltırsa aç ve muhtaç kalacağını zanneder.

Bir de, dünyaya hırsla sarılan bir kişiye;

“–Bu ne hırs?” denilecek olsa;

“–Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum!” diye hem hırsını savunur, hem de şükredeceği yerde, böyle büyüklenme ifade eden bir sözle kendini kandırır.

Hâlbuki;

İşçi, iş sahibine muhtaç olduğu gibi, iş sahibi de işçinin emeğine, çalışmasına muhtaçtır. Yani o ekmeği, karşılıksız olarak değil, çalıştırdığı kişinin alın terinin karşılığı olarak vermektedir.

Bir kişi; tamamen karşılıksız, hayır-hasenat olarak verdiğinde bile; «Rızkını ben veriyorum!» gibi kibirli bir söz söylememeli, böyle bir davranışa girmemelidir. Vesile eden Rabbine şükretmeli, muhtaca da kabulü için teşekkür etmelidir.

«Sen yâ Rabbî!» şuurunun bu mânâdaki tâlimini Hazret-i Musa’nın şu kıssasında görmekteyiz:

Rivâyete göre Cenâb-ı Hak;

“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı…” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Musa -aleyhisselâm-, aile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından;

“–Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“–Ey Musa! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de ailene muhafız kılarım.

Ey Musa! Nedir bu düşündüğün? Annen Sen’i denize bıraktığı zaman Sen’i kim kurtardı?”

Hazret-i Musa cevap verir:

“–Sen yâ Rabbî!..”

“–Bundan sonra Sen’i annene tekrar kim kavuşturdu?”

“–Sen yâ Rabbî!..”

“–Sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun Sen’i aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit Sen’i ondan kim muhafaza etti?..”

Musa -aleyhisselâm- bu söylenenleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda;

“–Sen, Sen, Sen yâ Rabbî!..” diyordu. (Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337)

İslâm, teslîmiyet kökünden gelir ve «ön kabul» demektir.

“–Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirirsem; ya şu ne olacak, ya bu ne olacak?” gibi kuruntuları bir tarafa bırakmalı ve;

“–Sen’in hükmün yâ Rabbî!

Sen’in emrin yâ Rabbî!

İşittim ve itaat ettim!” demelidir.

Bu teslîmiyet sergilenirse, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tercüman olduğu şu sır, tecellî edecektir:

Nâçâr kalacak yerde,
Nâgâh açar, ol perde,
Derman eder ol derde;
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…

BU KAPIDA BEN YOK, SEN VAR!

«Ben» bir zamirdir ve kişinin kendinden bahsetmesi için kullanılması bir ihtiyaç hâlini alabilir. Lâkin böyle bir zamanda dahî; «Ben» dememek, başka bir çare bulmak gerektiği düşünülmüş, medeniyetimizde; kişilerin, kendilerinden «bendeniz, abd-i hakîr, fakir, abd-i âciz» gibi ifadelerle bahsetmeleri örf hâlini almıştır. Ancak bu sözleri de, yapmacık bir tevâzu ile söylemek, enâniyetten muhafaza etmez. Bilâkis bu, tevâzu sûretinde fahretmek / övünmektir.

«Ben» ifadesinden uzak durmanın gerekliliğiyle alâkalı olarak, ashâb-ı kiramdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:

Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Kim o?” diye sordular.

“–Benim!” diye cevap verdim.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ben, ben! (Öyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)

Mevlânâ Hazretleri ise, bu hadîs-i şerifteki «benlikten geçme» nüktesini; «Sen’de, kapısına varılan Zât’ta eriyip kaybolma» hakikatine bağlayarak lirik bir hikâye sûretinde şöyle anlatır:

“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;

«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.

Kapıyı çalan;

«–Benim.» deyince, dostu;

«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham ve nâdan kişinin yeri yoktur.» dedi.

Ham ve nâdan kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir?

O zavallı adam; kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık; ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;

«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.

Adam;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.

Dostu;

«–Mademki şimdi ‘sen’ ‘ben’sin. Ey ‘ben’ olan, ‘ben’den ibaret olan, haydi gir içeri!

Bu ev dardır; bu evde, iki ‘ben’i alacak yer yoktur.

İğneden geçirilecek bir iplik; ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.”

“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!”

İLLÂ HÛ…

Kulun;

•Benlikten sıyrılıp,

•Bizlik şuuruna erip,

•«Sen yâ Rabbî!» diyerek Allâh’a ilticâ etmekle katettiği yolculukta son mertebe; «Fenâ fillâh / Allah’ta fânî olmak» makamıdır.

Bir Hak dostunun sözüyle:

Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan!..

Yani bir kul; nefsinin hevâ, heves ve ihtiraslarını bertaraf edip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirdiği zaman, Hakk’a râm olur, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır, Cenâb-ı Hakk’ın dostu olur.

Bu hâle ulaşan mü’minlerin; görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifadeleri hep ilâhî nûrun cereyânı hâline gelir. Onlar âdetâ berrak bir ayna misâli, Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı durumundadırlar. Yine onlar, sadece Cenâb-ı Hakk’ın murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlarlar. Her şeye Rahmânî bir nazarla bakarlar.

Bu ulvî makam hakkında hadîs-i kudsîde şöyle buyurulur:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlân ederim.

Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder;

Nihayet;

•Ben onu severim. Kulumu sevince de;

•Ben; âdetâ onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.

•Ben’den ne isterse mutlaka veririm,

•Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Bu hâl, âdetâ Sakarya’nın Karadeniz’e döküldükten sonra artık Sakarya olma vasfının kalmaması gibidir. Zira o, artık Karadeniz’de kaybolmuştur.

Bu müstesnâ hâlin tezâhürleri;

•Kalpten mâsivânın temizlenmesidir. Yani Allah’tan uzaklaştırıcı hiçbir şeyin kalpte barınamamasıdır.

•Mukadderâta tam bir rızâ, bunun dışında her şeye karşı isteksizliktir.

•Tam bir itmi’nân duygusu ve her şeyini Allah yolunda bezl / bütünüyle infak hâlidir.

Bu makamın bir misâli şöyledir:

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde şöyle mukabelede bulundu:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11)

Yani Hazret-i Ebûbekir; O’ndan ayrı bir varlık gibi anılmak dahî istemiyor, Habîbullah Efendimiz’in varlığında eriyip yok olmayı arzu ediyordu. Nitekim ondaki bu fevkalâde hâl sebebiyle, Rasûlullah Efendimiz; ancak ondan malının tamamını infâk olarak kabul etmişti.

Hâsılı;

Benlik; insanın ayağına bağlanmış bir taştır, gönlüne ve bütün varlığına vurulmuş bir prangadır. Ondan kurtulmak için; cemâlî sıfatlara bürünerek, önce kardeşlik şuuruyla biz olmalıyız. Hiçliği idrâk etmeli, ilâhî dergâha acziyetimizi itiraf ederek; «Sen yâ Rabbî!» diye ilticâ etmeliyiz. Varlık iddiası ve benlik duvarından kurtulup, ilâhî vuslat deryâsına kavuşmalıyız.

Rabbimiz; duygularımızı rızâsıyla te’lîf buyursun. Benlik uçurumlarından bizleri muhafaza eylesin. Dîdârına vuslat yolunda, cümlemizi müyesser kılsın.

Âmîn!..