İlâhî Azamet Karşısında İNSAN ve HİÇLİK

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanoğlu;

Hiç kadar bir şeyden yaratıldı.

Sayısız acziyetler içinde.

İhtiyaçları saymakla bitmez.

Hep muhtaç.

Dertleri kum gibi, çarelere muhtaç. Bin bir hastalık eşiğinde dermanlara muhtaç. Bin bir noksanlıklar arasında desteklere muhtaç. Mahrumiyetler girdabında nice nimetlere ve lütuflara muhtaç. Maddesinde de mânâsında da hayat nefeslerine muhtaç. Bedeni de rûhu da kalbi de aklı da tertemizliğe ve idrâke muhtaç. Dışını da içini de pırıl pırıl edecek sulara muhtaç. Hem dünyevî hem uhrevî rızıklara muhtaç. Sonsuz meçhullerin önünde en doğru mâlûmlara muhtaç. Aldanışlar yurdunda yolunu şaşmamak için hikmetlere ve sırlara muhtaç. Ecel geçidinde ebedî dirilişe muhtaç. Helâl-haram sıratında ve kıldan ince kılıçtan keskin köprüde azâba düşmeden geçebilmesi için ayaklarının kaymayacağı bir îman ve irfâna muhtaç. Bunun için gerekli sırat-ı müstakîme ve hidâyete muhtaç. «Kitabullâh»a ve Hazret-i Peygamber-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhtaç. Sürgün olduğu gurbeti vuslat dergâhına dönüştürebilmek için ezelî ve ebedî bir muhabbete muhtaç, aşka ve şevke muhtaç. Fânî âlemde bin bir imtihanda başarılı olabilmek için ilâhî sabırlara, ilâhî fazîletlere, ilâhî gayelere, ilâhî dâvâya ve ilâhî takvâya muhtaç. Hâsılı cehennem alevleri karşısında cenneti müyesser kılacak rahmetlere, rahmetlere, rahmetlere muhtaç.

Yoksa bir hiç!

İnsan, bu hiçlik eğitiminden geçerse muhteşem. Geçmezse eyvah…

Allâh’ın terbiyesi bu hakikat.

Bu hakikatte insanlığın yegâne nümûnesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

“(Ey Habîbim!) Elbette Sen muhteşem bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) beyanına mazhar oldu. Buyurdu ki:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi ve terbiyemi en güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Çünkü:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın terbiyesine ve terbiye metoduna da teslîm ve hayrandı. Ancak O’na râzıydı. O’nun; «Beni Rabbim terbiye etti.» ifadesi de, Cenâb-ı Hakk’ın O’na yaşattığı bütün hâdisâtı beyan sadedindedir. Zira Allah; O’nu, O’na yaşattıklarıyla terbiye etmiştir. İnceden inceye tefekkür etmeliyiz:

Allah, O’na;

‒Neler yaşattı?

‒Hangi çileleri ve sıkıntıları yükledi?

‒Hangi mücadeleleri yaşattı?

‒Neler yaptırdı, neler yaptırmadı?

‒Neler verdi, neler vermedi?

Allah, O’nu;

‒Hangi yokluk ve varlık imtihanlarından geçirdi?

‒Hangi mes’ûliyet ve vazifelere memur kıldı?

‒Hangi istikamet ve rotada yürüttü?

‒Hangi safhalardan ve girdaplardan geçirdi?

‒Hangi tecrübelerle harman etti?

‒Hangi özelliklerle ve güzelliklerle donattı?

‒Nereden nereye ulaştırdı?

Yani Allah, O’na;

‒Nasıl bir hiçlik içinde nasıl bir yücelik kazandırdı?

Hâsılı;

‒Nasıl bir şahsiyet inşâ etti?

İşte terbiye.

Bir terbiye ki, onun sayesinde insanlığın en güzîde şahsiyetleri yetişti. En canavar kimseler, en merhametli âbidelere dönüştüler.

Bir terbiye ki bu;

Hayatı tüm yönleriyle son nefese kadar kuşatan bir ilâhî eğitim programı. Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tüm yaşattıkları, yaşatarak öğrettikleri. İşte O’nu bir üsve-i hasene / emsalsiz örnek şahsiyet hâline getiren ilâhî terbiye.

Fark eden idrâk eder;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; o ilâhî terbiyeden hiç şikâyetçi olmadı, bilâkis; «Ne güzel terbiye!» hayranlığı içinde daima şükür hâlinde oldu. Allah da O’nun bu üstün ahlâkını tescil eyledi:

“Hakikaten sen, elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

Hem de;

İmtihan, imtihan, imtihanlara rağmen.

Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i her türlü bâdirelerden geçiriyor. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine deve işkembesi atıyorlar, hakaret ediyorlar, taşlıyorlar, türlü türlü eziyetlerde bulunuyorlar, hattâ defalarca öldürmeye kalkışıyorlar. Hiç rahat ettirmiyorlar. Hiçbir imtihan ve meşakkat, çile ve sarsıntı; O’nun yüce ahlâkında sapma meydana getirmiyor. İşte emsalsiz şahsiyet ve yüce ahlâkın tam ifadesi.

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanların ebedî rahatı ve ebedî kurtuluşu için uğraşıyor, lâkin gafiller O’na neler yaşatıyorlar bilerek veya bilmeyerek.

Yine de;

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en zorlu virajlarda bile Cenâb-ı Hakk’ın eğitim ve terbiye metoduna hayran ve âşık, teslim ve sâdık. En güzel kulluk, bu noktada başlıyor çünkü. Değil mi ki Allah’tandır, o mutlaka en güzel olandır. Değil mi ki Cenâb-ı Hak’tandır o en doğrusudur, en isabetlisidir. Değil mi ki Hazret-i Mevlâ’dandır, kesinlikle zahmet değil ancak rahmettir, rahmettir, rahmettir.

Mesele;

Son nefesten önce bunu anlayabilmek. Fırsat kaçtıktan sonra anlamanın hiçbir kıymeti ve faydası yok. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor ve insana diyor ki:

‒İster nankör ol, ister şükredenlerden ol!

Yani;

‒İster bunun kıymetini bil, ister kıymetini bilme. Bunca söyledim, söyledim, anlattım, emrettim, lutfettim, vakit verdim, fırsat verdim. İmdi ister kadrini bil, idrâk et, kul ol ve kurtul, ister ahmaklık eyleyip de hüsrana düş!

Hulâsa;

İster cennetlik ol, ister cehennemlik.

İbret:

İdrâki ve isteği rahmete râm olduğunda beşeriyet, ilâhî terbiye ile ahsen-i takvîm / varlıkların en güzeli olmakta, gaflete râm olduğunda ise aşağıların en aşağısına yuvarlanmakta. Maalesef, ilâhî terbiye olmayınca bilgi küpü de olsa insanın akıl hocası, nefsi oluyor. Hiç düşünmüyor, akılsız bir nefisten akıl hocası mı olur?

İbret:

Ebediyet yolculuğunda her kim; Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesine girmez ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muallimliğinin rahlesine koşmaz da başka akıl hocalarının peşinde kendisini ziyan ederse; o zaman dünyası da, âhireti de vîrân olmakta, o zaman bildikleri kendisine cehâlet olarak geri dönmekte.

Hikmet:

Ömür boyu biz âciziz.

Rabbimiz’in terbiyesini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaptığı gibi hem beğenip, hem sevip, hem de kendimizi ona teslim etmek sûretiyle gerçek kulluğu yaşamak zarurî. O zaman dünyamız da hakikaten bambaşka olur ebediyetimiz de. Nebevî bir hayat ve canlı bir Kur’ân olarak yaşamak, işte bu idi!

Unutmamalı ki;

Elimizden alındıktan sonra bir daha bu fânî ömrü yaşamayacağız. Son anda aklımız başımıza gelirse, -ki gelecek- geri dönme fırsatımız hiç olmayacak. Defter kapandı mı, bir daha açılmayacak. Gözler kapandı mı, onlar artık bu dünyaya bir daha açılmayacak. Kulaklar kapandı mı, bir daha bu dünyaya açılmayacak.

O hâlde;

Fırsat eldeyken, kara toprağa gömülüp gitmeden önce idrakler uyanmalı, kudret ve hiçlik nedir, kavranmalı.

Mâlûm;

İnsan, bir sürü hesap-kitap yapar. Devamlı sûrette;

‒Şöyle yapsam olur, böyle yapsam olur, der durur.

Heyhat;

Olmaz, ne yazık ki olmaz.

Dünya da âhiret de kullar da Allâh’ın. İçinde Hakk’ın olmadığı içi boş hesaplar ve plânlardan, gaflet ve keyiflerden insana huzur ve kurtuluş müjdesi çıkmaz. Çıkmaz da, nice aldatıcı «çıkar»lar ve «olur»lar her köşede pusu kurmuş. Onların tuzaklarına düşmeyenlere ne mutlu!

Devamlı hatırda tutmalı:

İlâhî huzurdaki hesâbı, gafilâne hesaplarla tutturmak mümkün değil. Dünyevî terazilerle kulun uhrevî hesâbı tutmaz!

Kaldı ki;

Sadece hesap-kitapla hak ederek cennete girebilmek ne mümkün! Ne yapsak, yetmez. Hani; «Evdeki hesap çarşıya uymaz!» derler ya, aynı şekilde dünyadaki gafilâne bir hesap da âhirete uymaz!

Peki;

Ebedî bir hesâba giderken muhâsebe ölçümüz ne olacak?

Ancak;

Rahmet-i ilâhiyye. Allâh’ın sonsuz rahmeti.

Onun ebedî affı da merhameti de hep yüce rahmetinin içinde.

Bu bakımdan;

İnsanoğlu hayatta tüm yaptıklarının niyet, samimiyet, muhabbet ve iştiyak ile gayret hususlarını o rahmet-i ilâhiyye ile buluşup buluşamayacağı yönüyle özellikle tefekkür etmeli. Şimdi mîzân etmeli:

‒Benim bu yaptıklarım acaba beni rahmet-i ilâhiyyeye mazhar eder mi etmez mi? Îmânım, ahlâkım, idrâkim, heveslerim, aşklarım, duygularım ve amellerim, acaba Allâh’ın rahmetini coşturur mu coşturmaz mı? Bu kıldığım namaz, beni rahmet kapısına götürür mü götürmez mi?

İnsan bu muhasebeyi doğru ve tam olarak yapabilse, hayat ve istikametini doğrultur. Ondan sonra attığı her adımda sormadan edemez:

‒Benim bu davranışım acaba Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ve affına vesile olur mu? Benim bu gayretlerim ve hâlim acaba merhamet-i ilâhiyyeyi dalgalandırır mı?

Bu tefekkür;

Âlemler Sultanı Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in edebidir. O Peygamberler Sultanı ki, kendisinin de cennete ancak rahmet-i ilâhiyye sayesinde gireceğini beyan buyurmuştur.

Zaten;

Kulluk ve amel-i sâlihlerin tamamı, aslında Cenâb-ı Hakk’ı râzı eyleyip ilâhî rahmeti coşturmaktan ibarettir. Zaten o rahmeti coşturan ameller makbul ve ne güzel, diğerleri ise yorgunluk ve boş tesellîdir.

Onun için Hazret-i Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son nefesine kadar;

«Ümmetî! Ümmetî! Ümmetî!» dedi.

Kabrinde de hâlâ; «Ümmetî!» diyor. Mahşer meydanında da diyecek.

O böyle dediği için Cenâb-ı Hak O’nu en çok seviyor. Çünkü bir kulu diriltmek, bir gönlü diriltmek, bir kalbi ihyâ etmek, Allah katında o kadar değerli ki.

Dolayısıyla;

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bakıyordu; Cenâb-ı Hak neden hoşlanıyor, onu yapıyordu ve yaptırıyordu. Bakıyordu; Allah cömertlikten hoşlanıyor, en cömert kendisi oluyordu. Verecek bir şeyi yoksa hem tebessüm ikram ediyor hem de bir başkasının yapmasına vesile oluyordu:

‒Bu garibi kim doyurur?

‒Ben ya Rasûlâllah!

Böylece garipler doymuş oluyordu. Yine soruyordu:

‒Bu mektubu kim götürür?

‒Ben yâ Rasûlâllah!

Böylece arzın cellâtlarına bile İslâm’ın bereketli tebliği ulaşmış ve mes’ûliyetler yerine getirilmiş oluyordu, şehâdetler içinde. Yine soruyordu:

‒Bugün kim bir yetim başı okşadı?

‒Ben yâ Rasûlâllah!

Böylece yetimler sahipsiz kalmıyordu. Yine soruyordu:

‒Bugün kim hasta ziyaretinde bulundu?

‒Ben yâ Rasûlâllah!

Böylece hastalara derman olunuyordu. Yine soruyordu:

‒Bugün kim cenâze teşyiinde bulundu?

‒Ben yâ Rasûlâllah!

Böylece toprak altına girenler de unutulmuyordu. Yine soruyordu:

‒Bu emaneti kim yüklenir?

‒Bu tebliğe kim talip?

‒Bu nesillere kim sahip çıkar?

‒Ben yâ Rasûlallâh!

‒Ben yâ Rasûlallâh!

‒Ben yâ Rasûlallâh!

Böylece hepsi îfâ ediliyordu. Yaşanan fazîletler medeniyetinin devri de, muhteşem bir asr-ı saâdet olmuştu.

Özetle, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her meselede her daim;

Bakıyordu, Cenâb-ı Hak hangi şeyden hoşnut oluyor, hemen koşuyor ve koşturuyordu. Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu ne varsa derhâl icrâ ediyordu. O’nun rahmetini coşturacak davranışları aşk ile tatbik ediyordu.

Böylece O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir Kur’ân oldu.

O müstesnâ örnek ışığında şu âhirzamanda da kim;

“‒Allah neyi sever, neyi sevmez? Neden hoşlanır, neden hoşlanmaz.” terazisini kullanır ve bunu şiar edinirse, fânî ömrünü de ebedî hayatını da rahmete râm etmiş olur. Rahmet-i ilâhiyye de coşar, merhamet-i ilâhiyye de.

Yoksa her şey bir hiç.

İlâhî azamet karşısında insanoğlu sadece bir hiç.

Ancak yüce Mevlâ’nın rahmeti sayesinde insan, Allâh’ın yeryüzünde halîfesi. O rahmetle ahsen-i takvîm. O rahmetle cennet yolcusu. O rahmetle Allâh’a dost. O rahmetle rahmete mazhar.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…