ASIL ÇARE

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Kendi çocukluk yıllarımızı anlatırken hepimiz hayıflanıyoruz. Eskileri konuştukça iç çekiyor ve içten içe hüzünleniyoruz.

Esasında bunun sebebi; kuru kuruya eskiye olan bir hasret değil. Malûm günümüzde olmayan fakat eski diye ifade ettiğimiz zamanlarda olan pek çok güzel haslet ve hususiyetler vardı. Bizi eseflendiren, işte onların yitirilmiş olmasıdır.

Şimdi de öyle bir zamana geldik ki; her geçen gün, bu yitirdiklerimizde maalesef artış yaşanıyor. Bu artışların tesiriyle, sohbet ve muhabbetlerimizden de farklı farklı feryatlar yükselir oldu. İşte onlardan bazıları:

“–Eskiden böyle miydi hiç? Büyükler sevgi doluydu. Küçüklerse saygılı. Eskiden, yemekler aile içinde toplu yenirdi. Aile büyükleri başlamadan kimse yemeğe başlamazdı. Herkes birbirine saygı çerçevesinde oturur, birlikte hasbihâl edilirdi. Peki ya şimdi? Küçükler büyüklerinin yanında bacak bacak üstüne atar hâle geldiler. Neredeyse aynı evde bile bir araya gelmeler bitti. Herkes kendi odasına çekilir ve kendi dünyasında yaşar oldu.”

“–Haklısın. Peki ya bizim karşılaştıklarımıza ne demeli? Biz, dedelerimiz-ninelerimiz bir şeyler anlatsın da dinleyelim diye etraflarında halka halka otururduk. Söze başladıklarında da can kulağıyla dinlerdik. Ama şimdikiler öyle mi?.. Ellerinden hiç telefon düşmüyor. Aile büyükleriyle en kuvvetli iletişimleri, sosyal medyada beğeni alabilmek niyetiyle çektikleri özçekimlerinden ibaret.

Hattâ geçenlerde bir hâdiseye denk geldim. Kanım dondu. Aklım havsalam kabul etmedi. «Bu kadar mı hissizleştik?» diye sorguladım ister istemez.

Bakın, gençler hastahâneye gidiyorlar. Son nefesini vermek üzere olan dedelerinin yanına. Ziyarete. Ne var ki bunda, değil mi? Ama öyle değil işte. Meğer bu gençler, dedelerinin yanına mânen destek olmak için gitmemişler. Sırf sosyal medyada; «Dedemizi ziyarete geldik.» notunu paylaşabilmek için gitmişler. Düşünebiliyor musunuz?”

“–Aaaah ah! Duydukça insanın içi parçalanıyor. Zira bizde de vaziyet çok farklı değil. Bizim nesil, sokağa çıkar arkadaşlarımızla oyunlar oynardık. Dışarıda bir saat fazla kalsak annemiz camdan seslenir, hemen eve sokardı bizi. Ama şimdi öyle mi? Şimdikiler internetten, bilgisayar-tablet-telefondan başlarını kaldırmıyorlar. Üstüne üstlük tek oturmada, sekiz saat ekranın başından hiç kalkmadan dizi bitirmeye çalışanlar bile var.”

“–Evet ben de çok denk geldim. Hattâ öyleleri var ki;

Sosyal medya plâtformlarında kendileri için oluşturdukları profilleri var, sadece oralarda hayat buluyorlar. Hem de hiçbir bilgiye ve ilme sahip olmadıkları hâlde pek çok konunun fikir sözcülüğünü dahî yapmaya kalkışıyorlar. Fikir hazneleri de akıllı (!) telefonlarının bataryaları kadar.”

“–Yahu duymadınız mı hiç, günümüz neslinin böylelerine «Z kuşağı» deniyor. Öyle bir kuşak ki bunlar;

Çoğu egoist bir mantıkla büyüyor. Ailelerini bile karşılarına almak pahasına özgürlüklerinden (!) vazgeçmiyorlar. Kişilik ve hayat tarzları da internet ve teknolojiye göre şekilleniyor. Bunlar, dînî hayattan uzak yaşayışlar içerisinde; sabırsız, tahammülsüz, görgüsüz ve gamsız fertlere dönüşebiliyorlar.”

“–Ah! Şu anlattıklarınıza bakın. Bizim zamanımızda böyle miydi?.. Ne olacak bu gençliğin hâli?”

Bu haykırışlar ve dahası, maalesef hepimizin dolaylı veya doğrudan işittiği ve şâhit olduğu durumlar. Pek çok noktasıyla da haklı feryatlar.

Fakat;

Gözden kaçırdığımız can alıcı bir nokta var:

Her insan kendini sever. Dolayısıyla da sıkıntılı bir mevzuda hep önce kendini haklı görmeye çalışır. Kendine herhangi bir toz kondurmak istemediği için çoğu zaman kendi dışındakileri suçlar. Öyle ki suçlanacak kimse bulamazsa, bu defa da hayalî suçlu şablonları üretip onları hedef yapar. Bu şablonlar bazen «trafik canavarı» olur. Bazen «sistemler» olur. Bazen «devrin, zamanın şartları» olur. Bazen de «yeni nesil, yeni kuşaklar» olur.

Ancak unutmamalı ki;

İnsanın oluşturduğu vaziyetlerden yine insan sorumludur.

Kendi irademizin olmadığı hususlarda ağlayıp üzülebiliriz. Tabiat hâdiseleri, felâket, musîbet, hastalık, ölüm gibi hususlarda… Bu normaldir. Fakat kendi irademizle oluşan elîm ve kötü neticelerin sorumluluğunu bir şablona isnâd ederek hiç suçumuz yokmuş rahatlığı içinde feryat edemeyiz.

Zaman, sistem, devrin şartları, nesil çok bozuk. Hele ki «Z kuşağı» fena hâlde sıkıntılı. Herkes bunlara kızıyor, sitem ediyor, kınıyor. Ama düşünmek gerekmez mi; bunlar kendi başlarına niye bozuk ve sıkıntılı olsunlar ki?!. Yıkan da inşâ eden de insan değil mi? İyi yapan da kötü yapan da insan değil mi? Her nesil, her kuşak kendini yetiştirenlerin mührünü taşımaz mı?

Elbette taşır. Hattâ öyle ki, A’dan Z’ye bütün nesiller kendilerini yetiştirenlerin mührünü taşır.

Bakınız;

Sahâbe nesli… Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yetiştirdi. O en yüce insanın mührü ile «yıldızlar mesâbesinde» kıymetli bir nesil oldular.

İşte bu yüzden bizler de sorumluluklarımızın farkında olmalıyız. «Eskiden şu güzel haslet vardı şimdi yok!» diye hayıflanmak yerine güzelliklerin mührünü devam ettirmeliyiz.

Zira;

Efendimiz’in ayarlarıyla hareket etmedikçe ve kendi dînimizin, kendi öz medeniyetimizin ölçüleriyle kendi mührümüzü vurmadıkça; hepimizin dem vurduğu problemleri zinhar çözemeyiz. Ancak kendi mührümüzü vurabilirsek; Hazret-i İsmail gibi Allâh’a, dînine, vatanına fedâ nesiller yetişir.

Bu mührü vurmak için de kimseyi beklememeli. Çünkü bunu yapacak olan yegâne mercî, biziz!

Şairin ifadesiyle:

En büyük medeniyyet hilâli, tâcı biziz,
Bugün yerin de semânın da ihtiyâcı biziz.
O hâlde duymalıyız türlü türlü feryâdı,
Kederli, sancılı her mazlumun ilâcı biziz!.. (Seyrî)

Hâsılı;

Sıkıntılı süreçlerin, ârızalı hâllerin, problemlerin, bozuk nesillerin çaresi; asla kınamak, eleştirmek veya boş serzenişlerde bulunmak değildir.

Asıl çare; biziz!..