FİLİSTİN ŞEHİDLERİNE…

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Yaratılan ilk insan Hazret-i Âdem ile hak ve bâtıl mücadelesi başlamıştır. Bâtılın temsilcisi şeytan; insanları hak yoldan saptırmak adına ne hüneri varsa kullanmış, insanı yanıltıcı her türlü hile ve tuzaklara başvurmuş ve nihayetinde bunu başararak, insanı cennetten çıkarmıştır. Bu bir mücadeledir ve şeytan, kıyâmet kopana değin insanları hak yoldan uzaklaştırmak üzere Cenâb-ı Hak’tan ruhsat almıştır. İnsanları keyifçiliğe, dünyaya, yanlışa, kötülüğe çağıran şeytanın karşısında; her devirde, hakka, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe ve cennete çağıran peygamberler olmuştur. Îmân ile îmansızlık arasındaki bu savaş, şartlar değişse de hiç bitmeden devam etmiştir ve kıyâmete kadar da devam edecektir.

Bu hak ile bâtıl mücadelesinin son kahramanı; peygamberler sultânı Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-, bütün bir insanlığa gönderilmiş son elçidir. O ki; şeytanın oyuncağı hâline gelmiş, her türlü çirkin işi yapan bir câhiliyye topluluğuna peygamber olmuş, onların bütün sapkın, bâtıl örf ve geleneklerine cesurca karşı çıkmıştır. Câhiliyye âdetlerinin sapkınlıklarıyla beyinleri uyuşmuş o devrin insanlarını, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-; adâlete, doğruluğa, dürüstlüğe ve ahlâklı olmaya, bir olan Allâh’a îmâna davet etmiştir. O sapkınlar gürûhu ise, bu kudsî çağrıya; inkârla, alayla, yalanlamayla, boykotla, zulümle, işkenceyle cevap vermişlerdir.

Fakat O Hakk’ın vazgeçilmez temsilcisi, bunca zorluğa rağmen hür-köle, genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir pek çok insanı îmân ile buluşturmuştur. Ve bu hak-bâtıl mücadelesi her devirde, kendi şartları içinde hep devam etmiştir. Bugün de etmektedir. Peygamber -aleyhisselâm- bu hengâmda; «Küfür tek bir millettir.» hükmünce, karşılarına dikilen kabîlelerle birçok savaşlar gerçekleştirmiştir. Bu savaşlarda sayıca az olan müslümanlara, Allah Teâlâ’nın Hak Nebîsi; «Cennete ulaşma hedefi» olarak «şehâdet»i öğretmiştir.

O şehâdet, dünyadaki «kul hakkı hâriç» bütün günahları yok edecek bir arınmadır. O şehâdet, öldükten sonra bile tekrar dünyaya dönüp bir daha şehîd olmayı istetecek kadar değerlidir. O şehâdet; şehîdi nebîlerin, sıddîkların mertebesine eriştirecek bir rütbedir. O şehâdet; şehîdi Rabbin rızâsına kavuşturacak en mükemmel neticeli, ulvî bir derecedir. O şehâdet, şehîd olma arzusunun en kudsî sonucu ve îmânın belirtisidir. Şehîd olma isteğinin yokluğu da nifak alâmetidir.

Pek tabiî şehîd olma arzusu, her müslümanın ulaşmak istediği en ulvî isteğidir. Şehâdeti istemeyen, hayâlini kurmayan, savaşlara girip şehid olsa da şehidlik makamına ulaşamaz. Şehâdet; yalnızca «Allah rızâsı» için, Cenâb-ı Hakk’ın hak dînini yaşatmak, vatanını korumak-kollamak için canından-malından vazgeçmektir. Her şeyini hak için kurban etmektir. Saâdet asrında her sahâbî; savaşlara giderken âdeta ölüme koşarcasına, şehâdete gidiyorlardı. O devirde kadın-erkek, yaşlı-genç herkes ama herkes şehâdete sevdalıydı. Onlar âhireti dünyaya tercih eden muhabbet erleriydiler.

Bu şehâdet rûhuyla müslümanlar, hemen her vakit kendilerinden üstün sayıya sahip olan bâtıl güçler karşısında, hep muzaffer oldular. Asr-ı saâdetten sonra ilerleyen yıllarda, tarih sahnesinde; müslümanlar, şehâdet aşkıyla başarıdan başarıya koştular, dünyaya hükmettiler. Ancak maalesef ne zaman ki; müslümanların içinde dünya sevgisi ağır bastı, nefsî istekler öncelendi, âhirete kıymet verilmedi işte o zaman küffar galip geldi, müslümanlar zelil oldu. Hâlbuki dünyayı âhiret karşılığı vermek, en büyük bir kazançtı. O gün bugün iflâh olmuyoruz, iki yakamız bir araya gelmiyor; dînimiz, değerlerimiz, mukaddesâtımız ayaklar altında çiğnendi, çiğneniyor. Doğrusu bu, pek hazin bir âkıbet!

Müslümanın malı, canı, neyi varsa hepsi hak yoluna fedâdır. Zaten onlar kişiye emâneten verilmiştir ve bâkî bir âlemde hesabı tek tek sorulacaktır. Kişinin kendisinin neyi varsa onu verene, emânetleri hakkıyla teslim etmesi beklenir, bu bir kul sorumluluğudur. Bu şuur gidince; tabiî insan kendinde olmuyor, nefsine uyarak her türlü yanlışı yapabiliyor. Oysaki gelip geçici fânî bir hayatın kölesi olmak yerine, içinden hiç çıkmayacağımız bâkî bir hayatı kazanmak daha kârlı değil mi?

Bilinsin ki; bu dünyadan âhirete ne gönderdiysek, yarın o bâkî âlemde karşımıza onlar çıkacak. Bu bir alışveriştir. Rabbimiz’e sırf O’nun rızâsını kazanmak amacıyla canını fedâ eden kişi, ne kudsî bir alışveriş yapmıştır. Âlemlerin Mutlak Sahibi cömerttir âdeta; «Bir verene bin verir.» hele de canını kendisi için veya mukaddesâtı için verene nasıl muamele eder şöyle bir düşünelim… Dolayısıyla şehâdet, ebedî kaybedilmeyecek bir servettir.

Bedir’de, Uhud’da, Çaldıran’da, Malazgirt’te, Endülüs’te, İstanbul’da, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda şehâdete koşan yiğitlerimiz vardı bizim. Günümüzde de senelerdir Güneydoğu’da, yanı başımızda oluşturulmak istenen terör koridorunu bozmak için, kezâ 15 Temmuz’da hâin terör örgütünün darbesine karşı şehâdete koşan cesur kahramanlarımız vardır bizim. İşte daha yeni Filistin’i işgal eden kātil, hâin, terörist devlet İsrail’e karşı korkusuzca direnen Filistinli, Gazzeli müslüman kardeşlerimiz var bizim. Melekler onların alınlarından öpsün. Biz ölüme meydan okuyan şehâdet sevdalılarıyız. Bu aşkla hayatı yaşadığımızda, ölüm dahî güzeldir bizim için.

Filistinli şehidlerimize selâm olsun! İsrail ve arkasında duran ABD ve AB ülkeleri kahrolsun, mahvolsun, perişan olsun, birbirine düşsün! Bu vesileyle, 15 Temmuz şehidlerine de selâm olsun. Yüce Rabbim müslümanları korusun, aziz etsin inşâallah.

ÎMÂN İŞARETLERİ

Din; sadece îmân etmekle kalmaz aynı zamanda ameli de gerektirir. Amelsiz îman yok olmaya mahkûmdur. Ameller ve dahî sâlih ameller, îmânı besler. Böylesi bir îman sahibi, dînini hem güzel yaşar hem de yaşatır. Amelleriyle etrafına örnek olur, müslüman nasıl olurmuş gösterir. Ancak günümüzde maalesef herkesin kendine göre bir din algısı var. «En iyisi benim fikrim» gibisinden geçinenler çoğunlukta. Bilhassa; «Boş ver namazı filân, sen kalbine bak!», «Benim kalbim temiz arkadaş!» diyerek çıkıyorlar işin içinden. Kimse kusura bakmasın, bu iddiaya, «kargalar bile güler.» Sanki Hazret-i Âişe Annemiz’in, Hazret-i Ali Efendimiz’in kalpleri temiz değil miydi?

Bazıları da dîni kendi tekellerine almış, habire bir şey bilmeden, devamlı tartışma üzerinden dîni konuşuyor ve acımasızca yorumluyorlar. Ortalıkta herkes konuşuyor. Hakikî îmanlı din adamları yerine, insanların sağlam inanışlarını bozmak amaçlı özellikle sapkın fikirlere sahip din adamları (!) ekranlara çıkarılıyor. Bizim inançlarımızla, değerlerimizle oynayanlar, toplumda daima yerileceklerini, âhirette de yenileceklerini bilsinler…

Veyl olsun onlara!

Kimsenin kaçamayacağı o büyük muhakeme günü gelmeden herkes ayağını denk atsın, mutlaka nefsini hesaba çeksin. Yaptıklarının günahını-sevâbını, helâlini-haramını düşünsün. Âhiret hesapları, buranın basit hesapları gibi değildir. Yekûn yekûn yanlışlıklar, kötülükler, çirkinlikler, aşağılık davranışlar, kandırmacalar, yalan haberler, dîni itibarsızlaştırmalar hepsinin ama hepsinin acı bir faturası olur kişilere… Aman dikkat! Bizden uyarması, demedi denmesin…

Hâlbuki biz kardeşiz. Birbirimizi yalnızca Allah -celle celâlühû- için sever ve seviliriz. İnsan ilişkilerinde kardeşlik hukukunu korumaya gayret gösteririz, kul hakkına riâyet ederiz. Kardeşlikte dil, ırk, ülke, toprak ayrımı gözetmeyiz. Geçtiğimiz seneler Kürt olsun, Arap olsun Suriyeli kardeşlerimize nasıl kardeşlik ölçüsünde yardım eli uzattıysak; Afrika kıtasına gidip su kuyuları açtıysak, okullar-camiler-Kur’ân kursları yaptıysak; bugün de Gazze’de, Filistin’deki kardeşlerimize elimizden geldiğince yardımlar yapmaya çalışıyoruz. Bütün bunlar kardeşlik çerçevesi içinde oluyor. Biz din kardeşiyiz. Birbirimize elbette destek olacağız. Zira yüce dînimiz bize bunu emrediyor.

Büyük âlim Tantâvî, İbn-i Cevzî’nin rivâyet ettiği şu hikmetten bahseder:

“İbâdet ve tâatin meşakkati gider sevâbı kalır, günahın lezzeti gider acısı kalır. Allah ile ol, başka şeyi kafana takma! Gecenin karanlıklarında elini O’na uzat!.. De ki:

«Ey Rabbim! Dünya ancak Sen’i anmakla, âhiret ancak Sen’in affınla, cennet ancak Sen’i görmekle güzel…» Kardeşinin elinden tut, hoşgörülü ol! İnsanların hatalarını yargılamayı bırak! Onlar da, biz de, bu fânî dünyada yolcuyuz… Küçük de olsa iyilik yapmaktan geri durma. Zira seni cennete sokacak iyiliğin hangisi olacağını bilemezsin.”

Yüzlerce kitabın özeti olacak ne mükemmel düşünceler!

Bizim kardeşliğimizin ortak paydası îmandır. Kardeşlerimize gücümüz yettiğince her türlü moral desteğini veririz. Bakın şimdi küçüğünden büyüğüne hepimiz sosyal medya paylaşımlarımızda; Filistinli kardeşlerimizin haklı direnişini yansıtmaya, daha çok insana ulaştırmaya çalışıyoruz. Selâm bizim parolamızdır. Biz her kardeşimize selâm verir, selâmını alırız. Ziyaret ederiz, kardeşlik haklarını gözetir, sevincine ortak olur, acısını gidermeye çalışır, elinden tutar, destek oluruz. Tantâvî’nin dediği gibi ona mâlî yönden yardım eder, hatalarını büyütmeyiz. Vermeyene dahî verir, zulmedene zulmetmeyiz. Küçüklere merhamet eder, büyüklere saygı duyarız. Kötülüğe iyilikle cevap veririz. Hayır ve iyilik yaparken kendi sevdiklerimizden verir, infâk ahlâkını uygularız. Bütün bunlar nedir Hak aşkına? Bunlar yüce dînimizin fazîletli davranış biçimleridir. Bunlar müslümanı cennete taşıyan ibretlik vesikalarıdır, îmân işaretleridir. Ve bu kardeşlik bizi cennete taşıyacak ve cennette birbirimizle buluşturacak bir kardeşliktir. Ne mutlu uygulayabilenlere!

Bu birikimler, müslümanların insanlık için en hayırlı ümmet olduğunu haykırıyor. İslâm ve bu yazdıklarımızı uygulayan hakikî müslümanlar dünyanın şu perişan ve rezil hâline tek umut ve tek çaredir. İnsanlığa son umut biziz. Biz sapkın ve sapıtan bir ümmet değiliz. Bizim üzerimizde hesap yapanlar şunu iyi bilsinler ki, bizim kaderimiz tâ Arş’ta yazılmıştır. Müslümanların kaderi bugünün en modern silâhlarıyla bozulamaz. Ölenlerin şehid, kalanların gazi olduğu, ölüme meydan okuyan bir kahraman ümmetiz. Bizi öldürmeye gelen bizde dirilir. Bu böyle biline!..

Biz zorda kalanlara kim olursa olsun hep yardım ederiz. Allah Teâlâ da; biz zorda kaldığımızda bizi daraltmaz, bunaltmaz. Müslümanlar kendileri için istedikleri güzellikleri başkaları için de isterler, bu sebeple Cenâb-ı Hak da onlara bütün güzellikleri ihsân eder. Müslümanlar ana-babayı, konu-komşuyu, akrabayı görüp gözettiğinde Rab Teâlâ da onları iyiliklerden mahrum etmez. Biz mazlum ve mağdurları korursak Allah -Azîmüşşân- da, bizi zâlimlerin şerlerinden korur. Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz hata ve günahlardan ötürü pişmanlık duyarak tevbe edersek yüce Rabbimiz de bizleri affeder.

Affedilenlerden olmak duâsıyla…