Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -4- İHSAN GERÇEĞİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk (v. 899/1494) Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

İNKÂRI MÜMKÜN DEĞİL

Beşinci kaidede Ahmed Zerrûk Hazretleri, tasavvufu inkâr edenlerin bu tutumunun temelsizliğini ortaya koyuyor. Tasavvufu inkâra bir imkânın olmadığını ifade ediyor:

Beşinci Kaide:

“Bir şeyi aslına bağlamak (köküne, temeline dayandırmak) ve o meseleye mahsus delilin varlığını ortaya koymak, onu ispat etmek, o şeyin hakikatini inkâr eden münkirin sözünü bertaraf eder, çürütür.”

Niye? Çünkü artık o şey aslına, kaynağına dayandırılmıştır. Ona ait özel delil ortaya çıkmıştır. Artık onu inkâr etmeye mecal kalmamıştır. Güzel atasözlerimizdendir: «Güneş balçıkla sıvanmaz.» Mızrağın çuvala sığmayacağı gibi tasavvuf da Kur’ân ve Sünnet ile apaçık ortadadır, inkâr edilemez…

Dayandırmak, bağlamak diye Türkçeye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapça aslı «isnad»dır. Bu kelime «senede bağlamak» demektir. Bir köke, bir kaynağa dayandırmak mânâsına gelir. Nitekim Abdülfettah Ebû Gudde hocamızın; «el-İsnadü mine’d-dîn» adlı bir kitabı bulunuyor yani; “İsnad, dindendir, dînin bir parçasıdır.” Çünkü din hakkında konuşurken, bir rivâyette bulunurken muhakkak onu senedi ile beraber zikretmek, kaynağını belirtmek lâzımdır. Tasavvufun dayandığı senetler de birazdan zikredileceği üzere ortadadır.

“Çünkü o şeyin hakikatine dair gerçeğin ortaya çıkması, ona karşı çıkmaya engel teşkil eder.”

Gözünüzün önünde canlanmış olan bir şeyi; “Bu yoktur, bunun hakikati yoktur.” diye reddetme imkânınız olmaz. Bundan sonra artık; “Bunun hakikati yoktur!” diyenlerin sözüne iltifat edilmez.

TASAVVUFUN SENEDİ

“Tasavvufun temeli, ihsan makamıdır ki bu makamı da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle tefsir etmiştir:

«Allâh’a, sanki O’nu görüyormuş gibi ibâdet / kulluk etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.» (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5)

Malûmunuz; «Cibrîl Hadîsi» adıyla bildiğimiz, Sahîhayn’da yani Buhârî ve Müslim’de de yer alan meşhur sahih rivâyette yer almaktadır bu tarif… Hulâsa edersek, Cebrâil -aleyhisselâm- bir insan sûretinde Medine’de Rasûlullah Efendimiz’in meclisine gelir. Efendimiz’in karşısına diz dize gelecek şekilde oturur;

•İslâm nedir?

•Îman nedir?

•İhsan nedir?

•Kıyâmet ne zaman kopacaktır?

•Alâmetleri nelerdir? şeklinde suâllerini sorar, aldığı cevaplardan sonra; “Doğru söyledin.” der ve gider. Daha sonra Efendimiz, gelen kişinin Cibrîl olduğunu ve dîni öğretmeye geldiğini bildirir.*

İşte bu cevaplardan biri de ihsânın tarifidir ki, tasavvufun nebevî ifadesidir:

“Allâh’a sanki O’nu görüyormuş gibi ibâdet etmendir.”

Yani kulluğu en mükemmel şekilde yapabilmektir.

Âlimlerimiz, bu hadisten ilhamla dîni üç merhale olarak ele almışlar: İslâm, îman ve ihsan. Yani önce şüphesiz, yakînî bir inanç; sonra emir ve yasakları teslîmiyetle edâ; sonra da bu inanç ve edâda ihlâsı aramak.

Bu ibâredeki;

إِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ

“Sen O’nu görmüyorsan da…” kısmına ait şöyle işârî bir tefsir de vardır:

“Sen olmazsan / yok olursan, O’nu görürsün.”

Burada كَانَ fiili, nâkıs değil «tâm fiil» olarak istihdâm edilirse bu mânâ ortaya çıkmaktadır.

“Sen benliğinden tecerrüd edebilirsen, sıyrılabilirsen o zaman Allâh’ı görürsün. Ama sen hâlâ; «Ben! Ben! Benim!» diye bir benlik iddiasındaysan o zaman Allâh’ı göremezsin. Allâh’ı göremeyince de Allâh’ı görüyormuş gibi Allâh’a kulluk yapamazsın.”

Tabiî dünyada kafa gözüyle Allâh’ı görmemiz mümkün değil. Bu sebeple görüyor gibi olmak, bu hâle ermek gerekiyor. Nasıl ki büyük bir kişinin huzûruna, makamına girdiğimizde o makamın gereğiyle hareket ediyorsak; Allâh’ın huzûrunda olduğumuzu bilmemiz, yapacağımız kulluğun seviyesini ihsan makamına yükseltiyor.

Cenâb-ı Allâh’ı görüyormuş gibi olmak yani murâkabe hâlinde olabilmek. Biz Allâh’ı görmüyoruz ama Allah bizi görüyor. Allâh’ın bizi gördüğünün farkında olarak ibâdetimizi yapabilmek; işte bu, tasavvufun hem gayesini hem kendisini ortaya koymakta.

Tasavvufu, müellifimiz; Allâh’a samimî, sâdıkâne bir teveccüh olarak tarif etmişti. Binâenaleyh;

“Allâh’a samimî bir şekilde yönelmeye dair mânâlar, bu delile bağlıdır ve bunun üzerinde dönmektedir. Çünkü bu hadîsin lâfzı, ihsânın ayrılmaz parçası olan murâkabeyi (ilâhî kameralar altında olduğunu idrâk etmeyi) talep etmeye delâlet etmektedir. Murâkabeye teşvik, onun aynı olan «ihsân»a (yani tasavvufa) teşvik demektir. ”

İhsan, bu hadîs-i şerifte «Îmân»ın ve «İslâm»ın hemen yanı başında zikredildiğine göre dînin en mühim parçalarından biri demektir.

Önceki kaidede; müellif, tasavvufsuz bir fıkıh ve fıkıhsız bir tasavvuf olamayacağını beyan etmişti. Burada da Îman, Usûlüddîn’i (yani akāidi), İslâm, fıkhı ve İhsan da tasavvufu temsil etmektedir.

“Nitekim fıkıh, İslâm makamı üzerine deverân eder. Usûl de îman makamı etrafında deverân eder.”

Usûl dediğimiz veya Ebû Hanîfe Hazretleri’nin tarifiyle «Fıkh-ı ekber» dediğimiz de îman makamı etrafında döner.

Dinde üç temel makamı görüyoruz:

•İslâm

•Îman

•İhsan

«İslâm» ibâdet esaslarından, fıkıhtan; «Îman» inanç esaslarından; «İhsan» ise tasavvuftan bahseder ve onun etrafında şekillenir, onun etrafında döner. Böylelikle tasavvufun en temel delilini müellif, bu hadîs-i şerif üzerinden ortaya koymuş oluyor. Bununla beraber de şunu diyor:

“Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’in, -sahâbenin öğrenmesi gayesiyle- Cebrâil’e zâhiren öğrettiği dînin temel cüzlerinden biridir. Bunu anla!”

Dolayısıyla; tasavvuf dinde yoktur, sonradan çıkmıştır ve benzeri iddiaların bir temeli yoktur.

Burada mühim olan bir şeyin hakikatinin varlığıdır. O hakikat var olduğu müddetçe, ismen var mı yok mu diye bir tartışmaya hâcet yoktur.

Mesnevî’de bu hakikati anlatan güzel misal vardır:

Dört arkadaşın kıt kanaat bir paraları var. “Bu parayla ne yapalım?” demişler. Biri demiş ki:

“–‘Ineb alalım.”

Öbürü demiş:

“–Stafil alalım.”

Diğeri demiş ki:

“–Angur alalım.”

Sonuncusu da:

“–Yok efendim! Üzüm alalım.” demiş. Kendi aralarında kavga etmişler.

Oysa dördünün istediği de aynı şey; üzüm. Fakat o aynı şeyi farklı isimlerle adlandırmışlar. İsmin müsemmâsını kendi dilleriyle biliyorlar ama diğer dillerdeki lâfızları bilmediklerinden dolayı, başka bir şey zannedip ihtilâf ediyorlar.

Burada da işin hakikati «İhsan». Siz buna «tasavvuf» dersiniz, öbürü «zühd» der, «rikāk» der, bir diğeri bir başka isim verebilir. Önemli olan; bunun hakikatinin, dinde var olup olmadığı meselesidir.

«Usûl»de çokça kullanılan bir tabir vardır:

لَا مُشَاحَّةَ فِي الْاِصْطِلَاحِ

“Tariflerde, ıstılahlarda, terimlerde kavga olmaz.” Siz bir mefhum ortaya koyarsanız; sonra onun tarifini yapıp; «Ben bu sözden bunu kastettim.» diyorsanız o kabul edilir. Ama «onun adı şu değil» diye itiraza mahal yoktur.

“Tasavvufun hakikati, Kur’ân’da ve Sünnet’te var mıdır?” suâline Cibrîl hadîsi net bir şekilde müsbet cevap vermekte. Ama adına tasavvuf demek; bu bir kavram meselesidir. İsteyen istediği terminolojiyi kullanmakta serbesttir.

ISTILAH MESELESİ

Altıncı Kaide:

Müellif bu kaidede, bir şeyin ıstılah hâline getirilmesinin keyfiyetine dâir mühim esaslar bildiriyor:

“Bir şeyin kavram hâline getirilmesi;

•Mânâsına delâlet edecek,

•Hakikatini iş‘âr edecek / hissettirecek ve

•Mevzûuna münasip düşecek bir isim ile olur (olmalıdır).

Bu ıstılah ile medlûlü arasında münasebet net olmalıdır:

•Bir karışıklık meydana gelmemeli,

•Şer‘î veya örfî bir kaideyi ihlâl etmemeli, yani aykırı olmamalıdır.

•Ne usûl ne de örf açısından var olan temel bir mevzuyu kaldırmamalı.

•Ahkâm ile alâkalı şer‘î bir hususla da çelişmemeli.

•Yine ahkâm ile ilgili herhangi bir tezat taşımamalı.

•Lâfzına i‘râb açısından dikkat edilmeli,

•Aslı zaptedilmeli ve

•Hiçbir şekilde de inkârına mahal olmamalı.”

İdeal bir ıstılah bu şartları taşımalıdır.

Meselâ «şer‘î, amelî hükümleri bilmek» demek olan fıkıh ilmi için «fıkıh» kelimesi seçilmiştir. Fıkıh, «incelikleri anlamak» mânâsına geldiği için, bu ilme isim olmaya münasiptir. Bir karışıklığa, tezâda veya tenâkuza yol açmamaktadır.

Müellifimiz burada terminoloji kurmak hakkında temel bilgiyi bize verirken, bir mânâda;

“–İhsan tasavvufa işarettir diyorsunuz. O hâlde niçin, ihsan kelimesi varken, tasavvuf diye bir başka isim ortaya çıktı?” suâline de cevap veriyor.

İhsan, birden çok mânâya gelen bir mefhum olduğu için, karışıklığa yol açması mümkündür. İhsânın, «yaptığı işi güzel yapmak, ikrâm etmek, cömertlik, güzel muâmele» gibi mânâları vardır. Bu sebeple ıstılah olmaya elverişli değildir. Istılah, söylendiğinde karışıklık olmadan doğrudan medlûlünü anlatmalı. İşte bu sebeple «tasavvuf» diye hususî bir isim ortaya çıkmıştır.

“Tasavvuf bu kıstaslara göre başarılı bir ıstılahtır.

Çünkü Arapça bir kelimedir. Tam anlaşılabilen, bir bütünlük arz eden bir kavramdır. Mevzusu dışında bir şeyi akla getirmemektedir. Herhangi bir şeyle karıştırılma ihtimali bulunmamaktadır. Mânâsında kapalılık da yoktur.

(Bir sonraki kaidede belirteceğimiz) iştikakıyla da mânâ iş‘âr etmekte, hissettirmektedir.

Aynı şekilde «fıkıh» ıstılahı da İslâm’ın hükümlerine, zâhirî amellere işaret etmektedir.

«Usûl» kelimesi de îman hükümlerini ve inanç hakikatlerini ifade etmek üzere konulmuş bir kelimedir.”

Fıkıh ve Usûl (akāid) dediğimizde bize ne çağrıştırıyorsa, akla nasıl doğru muhtevâ geliyorsa tasavvuf dediğimizde de bu ıstılahın konulduğu muhtevâ gelmektedir.

“Çünkü tasavvufla, diğer tarafta fıkıh ve usûl hem kök itibarıyla hem nakil itibarıyla birbiriyle aynıdır. Böylece anla!..”

Nitekim hadîs-i şerifte geçen «Îman» hakikatlerinden bahseden ilme «Usûl», «İslâm» hakikatlerinden bahseden ilme «Fıkıh», ihsan hakikatlerinden bahseden ilme de «Tasavvuf» denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, ibâdetini Zâtını görüyormuşçasına îfâ edebilenlerden eylesin. O ihsan makamından hisseyâb eylesin. Âmîn…

_________________________

* Bu hadîs-i şerîfi bilhassa eğitim bakımından değerlendirdiğimiz makale için: Yüzakı, Ocak, 2020. https://www.yuzaki.com/2020/01/cibril-hadisi-isiginda-medeniyetimizin-egitim-esaslari/