HÂFIZLIĞIN BEREKETİ! -2-

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

(Salih Hoca, davet edildiği Kur’ân kursunda, hâfızlık talebelerine nasihatlerini şöyle sürdürdü:)

Daha sonra çok çalışmak gerekir.

“Başarının onda dokuzu ter/çalışmak, biri kabiliyettir.” diye bir söz vardır. Gece-gündüz demeden çalışmalısınız. Bu noktada bazı hâfızlık namzetlerinin birkaç kez okuyarak âyetleri ezberlemeleri, on beş-yirmi kez okuyarak ezberleyen diğerlerinin şevkini kırmaktadır. Her insanın farklı özelliklerde yaratıldığı unutulmamalıdır. Burada asıl olan şey; kaç kez okuyarak ezberlendiği değil, bir sonraki gün ezberin tamamını verebilmektir. Şunu da unutmamak gerekir: Bir şeye ne kadar çok emek verilirse kıymeti de o kadar fazla olur. İnsan kıymet verdiği şeyleri kaybetmemek için çırpınır durur.

Bir diğeri de sabırdır:

“Allâh’ın yardımı sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153) En çetin dağlar sabırla aşılır, zor imtihanlar sabırla kazanılır. Sabır, en güzel hazinelerden biridir. Tohumlar, toprağın bağrında sabırla bekledikleri için filizlenirler. Ağaçlar kışa sabrettiği için baharda yeşerir ve çiçek açarlar. Sabırsızlık birçok nimetin elden kaçırılmasına sebep olur. Bu yüzden;

“Sabır acı, meyvesi tatlıdır.” denilmiştir.

Talebelik yıllarımızda hocalarımız bizlere bazen;

“Her insanın bir, hâfızların iki şeytanı olur.” derlerdi. Kaynaklarda böyle bir şey var mı bilemiyorum. Ancak hâfızların ayağının kayması, sırât-ı müstakîmden ayrılması, günah yollarına sapması ihtimaline karşın bazı endişelerle, hâfızların kendilerine dikkat etmesi için söylenmiş bir söz olabilir.

Çünkü yaşımız ilerledikçe gördük ki bazı arkadaşlar Kur’ân’dan öyle uzaklaştılar, öyle yerlere savruldular, Kur’ân’la bağlarını öylesine kopardılar ki hâfızalarında Fâtiha ve İhlâs Sûrelerinden başka bir şey kalmadı. Hattâ bir kısmı Kur’ân’ı yüzünden bile okuyamaz hâle geldiler. Bu hâdiseler Allah Rasûlü’nün her sözünün hakikat olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitekim şöyle buyurmuştur:

“Şu Kur’an’ı hâfızanızda korumaya özen gösteriniz. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Kur’ân’ın hâfızadan çıkıp kaçması, bağlı devenin ipinden boşanıp kaçmasından daha hızlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 23)

İnsan Kur’ân’la ne kadar yakınlaşırsa, içindekilerden ne kadar nasiplenirse «ahsen-i takvîm»in zirvesine doğru ilerler ve Allah’la o nispette yakınlaşır. Kur’ân’dan ne kadar uzaklaşırsa ve emirlerine kulak tıkarsa Allah’la arasına aşılmaz dağlar koyar, O’ndan uzaklaşır ve «esfel-i sâfilîn»e yaklaşır.

Çünkü Kur’ân’a yaklaşanlar, şüphelerden, vesveselerden, mânevî hastalıklardan, kirlerden, hevâ ve heveslerden arınırken; ondan uzaklaşanlar, her türlü şehvetin, şirkin, ahlâksızlığın ve sapkınlığın girdaplarında boğulur giderler.

İnsanın Kur’ân’la yakınlaşması için beden gözünü çevirdiği gibi gönül gözünü de Kur’ân’a çevirmelidir. Gönül gözünü Kur’ân’a çeviremeyenlerde Kur’ân; ahlâka, fazîlete ve mâneviyâta dönüşmez.

Ön yargısız, saf, hâlis bir niyetle, derin bir tefekkürle ve gönül gözüyle Kur’ân’a yönelenler ise kendilerini Kur’ân ikliminde bulurlar. Bu iklimde gezinenlerin hâli şöyledir:

“Kur’ân’ın nûrânî ikliminde dolaşırken, insanı tatlı bir ürperti sarar. Âyetler; dünyasına doldukça, insan, bu tatlı ürpertinin tüm vücuduna yayıldığını hisseder.

Tatlı bir ürperti…

Kur’ân okumak, Kur’ân’ın dünyasına girmek tatlı bir hâldir; çünkü âlemlerin Rabbi küçücük insanı kendine muhatap almakta, ezelî kelâmıyla doğrudan ve bizzat ona konuşmaktadır.

Bu hâl ürperti de verir; çünkü âlemlerin Rabbi şânına lâyık bir hitapla konuşmaktadır. Açık. Berrak. Dupduru. Bir çağlayan kadar coşkulu, ovaya yayılan bir ırmak kadar sâkin. İşte âyetlerdeki bu coşku ve sükûnet denkliği, insanı hem cezbeder hem de ürpertir. Hem sevinç hem huşû verir.”1

Çoraklaşan gönül topraklarımızın yeşermesini istiyorsak, vahiy bulutlarından sağanak sağanak dökülen damlalarla ıslanmalı, bu rahmetten fazlaca nasiplenmeliyiz. Nasiplenmek içinse Kur’ân’ı hayatımıza aktarmalı, onu yaşamaya gayret etmeliyiz.

Kur’ân; her ne kadar 1400 yıl önce de inse, her okuduğumuz âyetin şu an bizim için taze taze indiğini düşünmeli, anlamak için gayret etmeli, nakış nakış zihnimize ve gönlümüze işlemeliyiz.

İslâm şairi Muhammed İkbal, Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl okunması gerektiğine dair bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Her gün sabah namazından sonra Kur’ân okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne yaptığımı sorardı; «Kur’ân okuyorum.» diye cevap verirdim. Tam üç sene bu suâli sormuş, ben de aynı cevabı vermiştim. Bir gün dedim ki:

«–Baba, bu sorularının mânâsı ne? Hep aynı şeyi soruyorsun, ben de cevap veriyorum, ertesi gün tekrar soruyorsun?» Bunun üzerine bana dedi ki:

«–Oğlum demek istiyorum ki, Kur’ân’ı sana inmişçesine oku!»

İşte o günden itibaren Kur’ân’ı anlamaya ve ona tam yönelmeye başladım. İşte o günden sonra söylediğim her şey onun nurlarından aldıklarım; nazmettiğim şiirlerim onun incilerinden dizdiklerim olmuştur.”2

“Yağmur, toprağı nasıl besleyip canlandırıyorsa, Kur’ân da insanın gönlünü besleyip canlandırır. Güzel ahlâkın, hayânın, îmânın, takvânın can suyu olur. Yeter ki Kur’ân’a kulaklarını tıkayıp sırtını dönmesin.

Tıpkı İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın dediği gibi;

«Kur’ân’ın her harfi; ‘Ben Allâh’ın, benimle amel etmen ve öğütlerime kulak vermen için sana gönderdiği bir elçisiyim.’ der.»”3

“Şüphesiz Kur’ân, hidâyet kitâbı ve hayat metodudur. Allah, dünyamızda ve âhiretimizde bize fayda verecek olan şeyleri göstermek için onu indirmiştir. Eğer bu şekilde ondan faydalanamazsak, o zaman dilin hareket etmesinin ne değeri kalır? Kur’ân’ı okumak, ona uymaktır.”4

Hâfızların, diğer talebelerden daha az çalışarak derslerde daha başarılı oldukları defalarca görülmüştür. Bizlerin ve arkadaşlarımızın yaşadığı birçok hâdise de bunu ispatlamıştır. Hâfızlık esnasında ve sonrasındaki sürekli tekrar; zihnin faal olmasını ve diri kalmasını, bilgilerin kolay öğrenilmesini sağlamaktadır. Ezberlerini tekrar eden nice arkadaşımızın, az çalışmasına rağmen notlarının çok yüksek olduğu görülmüş, dershâneye gitmeden üniversite imtihanlarını kazanmışlardır.

Bu; Kur’ân’ın güzelliği, Allâh’ın hâfız kullarına lutfettiği ihsânın ve hâfızlara daha dünyada iken verilen mükâfâtın bir göstergesidir.

Yurtta beraber kaldığımız bizlerden beş-altı yaş büyük bir abimiz vardı. Hâfızdı. Hâfızlığı bitme noktasına gelmişti. Namazlarının çok azını kılmaktaydı. Zaman zaman da kahvehâneye takılırdı.

İmam Hatip Lisesi’ni bitirdiği yıl yurt müdürüne; yurtta kalmak istediğini, danışma vazifesini yürütebileceğini ve bunu yaparken de hâfızlığını sağlamayı istediğini söylemiş, yurt müdürü de kabul etmişti.

Okuldan geldiğimiz zamanlarda onu danışmada sürekli Kur’ân okurken/hâfızlığını sağlamaya çalışırken görürdük. Âyetlerin birçoğunu unuttuğu için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Zaman zaman bizleri çağırıp ezberlediği sayfaları bizlere okurdu.

O yılın sonunda hâfızlığını yeniden tamamlamış oldu. Girdiği imamlık imtihanını da kazandı. Yurttan ayılırken yurt müdürü ona şöyle demişti:

“–İsmail; imtihanı kazanıp imam olman, yaptığın nasûh tövbenin, azimli ve sabırlı olmanın, Kur’ân’a verdiğin değerin bir neticesidir. Şayet son bir hamleyle yeniden Kur’ân’a yönelmeseydin, belki de senin için bu kapı sonsuza kadar kapanacaktı. Sen hatanı anladın; Hakk’ın kapısını çaldın, gayret ettin O da seni böyle mükâfatlandırdı.”

Kur’ân, Hakk’ın buyurduğu gibi bizlere şifâ ve rahmet; Allah Rasûlü’nün buyurduğu gibi âhirette hem sizlerin hem bizlerin hem de bizleri yetiştiren hocalarımızın şefaatçisi olsun inşâallah.

____________________________________

1 Metin KARABAŞOĞLU, Kalbimizin Baharı, İz Yayıncılık, s. 39.

2 Muhammed İkbal, Câvidnâme.

3 Mennâ el-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 186.

4 Mecdî el-Hilâlî, Önce Îman, Beka Yayıncılık, s. 223.