BİLMEMEYİ BİLMEK!

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Amr bin Hişâm, câhil bir kimse değildi. Kavmi arasında aklıyla, zekâsıyla ve bilgisiyle temâyüz eden biriydi. Dünyevî mânâda pek çok bilgiye ve ilme sahipti.

Ancak;

Sahip olduğu bütün bu özellikleri, onun sadece sonsuza dek Ebû Cehil olarak anılmasını sağladı.

Aynı şekilde;

Velid bin Muğîre de câhil bir kimse değildi. Kavmi arasında edebiyatı, şiiri ve kasîdeyi ondan daha iyi bilen kimse yoktu.

Ancak;

Bilgisi, onun sadece Kur’ân’da «kahrolası» diye bahsedilmesine yol açtı.

Aynı şekilde;

Sâmirî de câhil biri değildi. Simyâ ilmine vâkıftı.

Ancak;

Onun da bu ilmi, sadece insanları ifsâda ve şirke yönlendirmesinde işine yaradı.

Aynı şekilde;

Hazret-i Nûh’un oğlu Ken‘an da câhil değildi. Mantıklı ve akıllı biriydi.

Ancak;

Bu mantığı ve aklı, Hakk’a teslîmiyetinde kendisine mâni oldu. Âkıbet, helâk oldu gitti.

İşte bildiğini zannedenler! Yanılanlar… Nefislerine aldananlar…

Hepsi de belli bir ölçüde bilgileri olan ve bu bilgiler ışığında yaşayan kişiler. Bildikleriyle hareket edip doğru yolda olduklarını iddia eden kimseler.

Lâkin unuttukları bir nokta var. O da şu ki;

Bir davranışın, bir anlayışın veya bir fikrin; doğruluğunun ve isabetli oluşunun bilinmesi, ancak neticesiyle değerlendirildiğinde mümkündür.

Neticesi helâke götüren bir davranış; kim tarafından, ne kadar haklı ve masum görünen bir felsefe üretilerek gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, yine de doğru, isabetli ve haklı bir davranış olamaz.

Zira cehenneme götürüyorsa; hiçbir gerekçe ve hiçbir bilgi asla kabul edilemez demektir. Helâliyet dairesinde barınması da zinhar mümkün değildir.

Fakat;

Neticesi kibri artırmayan, bilâkis Hak karşısında aczimizi hatırlatan ve yönümüzü her fırsatta cennete çeviren davranışlar ise, her dâim kişiyi istikamet üzere kılar. Hattâ şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, nihayetinde hep mânevî inkişaflara vesile olurlar.

Bakınız:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, okuma-yazma dahî bilmeyen biriydi. Hattâ bir defasında şöyle buyurmuştu:

“Biz ümmî bir cemaatiz. Ne yazı yazarız ne de hesap biliriz!” (Müslim, Sıyâm, 15)

Fakat;

O ümmî insan, zâhirdeki bütün imkânsızlıklarına rağmen, insanlığın ve bütün insanların en yücesi oldu. Bir muallimden ders almadı, bir kütüphânede sayfalar dolusu kitap okuyup da bilgi sahibi olamadı. Lâkin; olgunluk ve üstünlük olarak sonsuza dek gelmiş geçmiş hiçbir kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye yükseldi. Okuyup yazanları bile her dâim âciz bıraktı.

Öyle bir bilgi seviyesine ulaştı ki, şöyle buyurdu:

“Allâh’a yemin olsun ki, eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda hanımlarınızla olamazdınız; yollara, çöllere dökülür, (iptilâları def etmesi için) Allâh’a yalvar yakar olurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Yani;

Mesele, çok bilmek veya çok bilmeye çalışmak değil asla! Mesele Hak katında bilenlerden olabilmek. Çünkü Cenâb-ı Hak soruyor:

“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9)

Peki bilenler kimler?

Bilenler…

Her şeyden evvel kul olduğunu bilenler.

Geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimseler. (Bkz. ez-Zümer, 9)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinde, neticesi itibarıyla âhirette fayda sağlayacak meşguliyetlerle iştigal edenler.

Ve bu şekilde;

Kurtuluşa erenler…

Şayet bizler de bu kurtuluşa ermek istiyorsak;

Kâmil mânâda bilgi ve irfan sahibi olmalı ve bunların ışığında bilenlerden olmalıyız. Ancak bu hâle ulaşmanın ilk basamağında da bir düstur var. O da;

Bilmemeyi bilmek!

Rivâyet odur ki, İbnü’t-Tayyib, ilmi ölçmüş ve üç karışa bölmüş.

Birinci karış… Bilgiyi öğrenenlerin kibirli olduklarını ifade ediyor. Yani; üstünkörü ve etiket olsun diye öğrenilen ilim, kişiye bir derinlik kazandırmak yerine, onu nefsânî çukurlara ve girdaplara çekmekte. Zira ilmin derinini bilmeyen, kendini derin sanır. Bu karışta; kişi bilmeyi, nefsinden bilir.

İkinci karış… Bilgiyi öğrenenlerin daha mütevâzı olduklarını anlatıyor. Bu karıştakiler; ilmin Hak’tan geldiğinin ve bir lütuf olarak verildiğinin idrâkindedirler. Bol bol tefekkür ederler. Fakat bildiklerini de bilirler.

Üçüncü karış ise… Bilgiyi öğrenenlerin esasında bir şey bilmediklerini öğrenmiş olduklarını ifade eden karış. Bu karıştakiler; esas bilgiye, benliklerinden sıyrılmakla ve sahip oldukları her şeyin yüce Allâh’a ait olduğunu bilmekle erişilebileceklerini bilirler. Esas bilinmesi gerekenin Allah Teâlâ olduğunu idrâk ederler. Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi karşısında ve ilâhî hakikatlerin karşısında, kendi bildiklerinin bir hiç olduğunu bilirler. Hiçbir şeyi kendilerinden bilmemeyi bilirler.

Hâsılı; bilmemeyi bilmekten maksat, kişinin benliğinden sıyrılmasıdır. Hiçbir şeyi kendinden bilmeden, kendini bilerek Hakk’ı bilmesidir. Yûnus Emre’nin dediği gibi;

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.
Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.

Ayrıca rivâyetlerde geçer:

Tapduk Emre, Yûnus Emre’ye; «Ben bilmem!» zikri verir. İşte bu zikir de Yûnus Emre’nin benliğinin, hiçbir şeyi kendinden bilmemesi gerektiğini öğretmek içindir. Çünkü bunu öğrenince; kişi, kendini bilmeye başlar. Sonra da Rabbini.

Zira buyuruluyor:

“Kendini bilen, Rabbini bilir.”

Öyleyse yapmamız gereken;

Önce kendimizden bilmemeyi bilmeli, sonra kendimizi bilmeliyiz. Öyle ki; nihayetinde de yüce Allah, hepimizi kâmil mânâda Hakk’ı bilenlerden eylesin!

Âmîn…