ÜMMETİN İKİ EMÂNI

Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

BİR HADİS:

عَنْ أَب۪ي مُوسَى الْأَشْعَرِيِّ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّم:
«أَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيَّ أَمَانَيْنِ لِأُمَّت۪ي
﴿وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ ف۪يهِمْ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ﴾ فَإِذَا مَضَيْتُ تَرَكْتُ ف۪يهِمُ الِاسْتِغْفَارَ إِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ»‏ [الأنفال ٣٣]

Ebû Musa el-Eş‘arî’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:

1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap indirmeyecektir.

2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azap etmeyecektir. (el-Enfâl, 8/33)

Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

BİR MESAJ: “Ey mü’min kardeşim! Sana lutfedilen iki emâna tutun; yokluğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet et, sünnetine sarıl ve istiğfâra devam et!”

Çift eman var; azâba karşı duvar,
Ehl-i îmân için güvenli hisar:
Biri Allah Rasûlü’nün yanıdır;
Biri her dem yanık bir istiğfar… (Tâlî)

Emân, «Emin olmak, güvenmek» anlamındaki Arapça emn kökünden türemiş bir isim olup; «güven, güvence, güvenlik» mânâsına gelir.

Serlevhâ hadîsimizde sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ tarafından ümmeti için iki emân verildiğini bildirmektedir. Bu iki emân; ümmetinin üzerine umumî azâbın, toplu helâkın inmesine mâni olan emânlardır. Bunlardan birincisi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in varlığı, ikincisi de devamlı istiğfar hâlinde olmadır.

Aynı hususlar, âyet-i kerîmede şöyle dile getirilmektedir:

“Sen içlerinde oldukça Allah onlara azâb etmez, tövbe istiğfâr edip dururken de Allah onlara yine azâb etmeyecektir.” (el-Enfâl, 8/33)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Varlığı Ümmeti İçin Bir Emândır

Umumî azâbın inmemesinin birinci sebebi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hususuyla Mekke halkının arasında olması, O’nunla aynı topluluk ve aynı şehirde olmalarıdır. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nün yüzü suyu hürmetine ilâhî azâbını indirmiyor.

Müfessirlerin beyânına göre söz konusu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü olarak müşriklerin bir önceki âyet-i kerîmede yer alan şu talepleri idi:

“Hani demişlerdi ki: «Allâh’ımız, eğer bu kitap gerçekten Sen’in katından gelmiş bir hakikat ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize acı veren bir azap gönder!»” (el-Enfâl, 8/32)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre, Ebû Cehil;

“Ey Allâh’ım! Eğer bu Kitap Sen’in katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır yahut bize elem verici bir azap getir!” deyince Allah Teâlâ, Rasûlü’ne bu âyeti vahyetmiştir. (Buhârî, Tefsîru Sûre, 8, 3-4)

Evet, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in varlığı umumî azâbın inmemesi için bir emândır.

O’nun varlığı ümmeti için nasıl emân olmasın ki! O, yüce Rabbimiz’in;

“(Ey Habîbim!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 21/107) buyurduğu rahmet vesilesi bir Peygamber’dir. O’nun varlığı, rahmet ve berekettir. O’nun varlığı; umumî azâbın nâzil olmasına bir engel, sanki bir settir.

Buna göre O, yaşadığı sürece, O, aralarında olduğu sürece; Allah O’nun içinde bulunduğu topluluğu helâk etmeyecek, üzerine umumî azâb indirmeyecektir Allâh’ın izniyle…

Hadd-i zâtında O’nun ümmetinden olma hususiyeti, umumî azâbın inmesinin önüne geçen bir hususiyettir. Bir başka deyişle hakikatte ümmet-i Muhammed için umumî helâk yoktur. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sözünde şöyle buyurmuştur:

“Rabbimden üç şey istedim; ikisini bana verdi, birini vermedi.

Bizden önceki kavimleri helâk ettiği gibi bizi de helâk etmemesini istedim, bunu bana verdi.

Bize kendimizden başka bir düşman vermemesini istedim, bunu da bana verdi.

Bizi birbirimize düşürmemesini istedim, bunu bana vermedi.” (Ahmed bin Hanbel, V/109)

Bu bakımdan O’nun ümmeti olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır.

Fahr-i Âlem Efendimiz’in aralarında bulunmasından dolayı umumî azâbın olmayacağı, zâhirde o dönemde yaşayan insanlar için söz konusu olan bir durum gibi gözükebilir. Ancak günümüzle irtibatlandıracak olursak; her ne kadar O, şimdi aramızdan ayrıldı ise de O’nun güzel hayatı, O’nun sünneti hâlâ aramızdadır. O’na karşı beslediğimiz muhabbet, canlı bir şekilde karşımızda durmaktadır.

Dolayısıyla bir mü’min, bilhassa ihmal edildiği, tahfif edildiği şu günümüzde O’nun sünnetine sahip çıkıp ihyâ ederse, hem sünnete ittibâ sevâbı almış olacak hem de mecâzen sanki hayattaymış gibi O’nu hayatının içine aldığı için Cenâb-ı Hakk’ın emânı içerisinde olacaktır. Nitekim sevgili Peygamberimiz bir sözünde şöyle buyurmaktadır:

“Ümmetimin fesâdı zamanında sünnetime sarılana bir şehid sevâbı vardır.” (Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsât, c: 5, s: 315)

Bol bol salevât-ı şerîfe getirmek de bir nevî emândır. Meşhur salevât-ı şerîfelerden «Salâten Tüncînâ» diye bilinen salevât-ı şerîfenin mânâsı şöyledir:

“Allâh’ım! Efendimiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun ehl-i beytine salât et. Bu salevat o derece değerli olsun ki: O’nun hürmetine bizi bütün korku ve belâlardan kurtarsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salevat hürmetine yerine getirsin, bizi bütün günahlardan bu salevât hürmetine temizlesin, o salevât hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltsin, o salevât hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştırsın. Ey merhametlilerin merhametlisi, duâlara cevap veren, duâlarımızı kabul eyle! Hamd, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.”

Salevât-ı şerîfe Allâh Teâlâ’nın rahmetinin üzerimize inmesine vesiledir. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kim bana bir defa salât ü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” (Müs­lim, Salât, 70)

Yine mü’minler olarak; sevgili Peygamberimiz’in muhabbetini daima gönlümüzde canlı tutabilirsek, O’nu aramıza alabilirsek, umulur ki bu dünyada umumî azâba dûçâr olmayız, âhirette de Cenâb-ı Hak bizleri cehenneminden âzâd eder, Rasûlü’ne muhabbetle dolu o gönlümüzü ateşe atmaz.

Bu durumda O’nun maddî şahsiyeti ümmeti için bir emân niteliğinde olduğu gibi şahs-ı mânevîsi de ümmeti için bir emândır.

İstiğfâr Hâlinde Olma Ümmet İçin Bir Emândır

Sevgili Peygamberimiz Medine’ye hicret edince, Mekke’de kalanlar âyet-i kerîmede bahsedilen birinci güvenceyi kaybetmiş oldular. Ancak O’nun yerine veya O’nun yokluğunda yeni bir güvence, yeni bir emân lutfedildi. Sevgili Peygamberimiz’in ümmeti için verilen ikinci emân istiğfardır, devamlı istiğfar hâlinde olmaktır.

İstiğfar; yapılan günahlardan pişmanlık duyup Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunmaktır.

İstiğfar, aynı zamanda hem bir duâ ve zikir hem de tövbedir.

Bu durum âyet-i kerîmede şöyle dile getirilmektedir:

“Sen içlerinde oldukça Allah onlara azâb etmez, onlar istiğfâr edip dururken de Allah onlara yine azâb etmeyecektir.” (el-Enfâl, 8/33)

Bu âyet-i kerîmenin her ne kadar Mekkeli müşrikler hakkında nâzil olduğu bildiriliyorsa da bazı müfessirler, bu âyette Mekke’de olan mü’minlerin kastedildiğini söylerler. Ancak şu var ki nüzûl sebebinin hususî oluşu, mânânın umumîliğine engel teşkil etmez. Buna göre bu âyetin hükmü kıyâmete kadar geçerlidir. Kıyâmete kadar istiğfar, bu ümmet için toplu helâkın önüne geçen bir emândır.

İbn-i Kesîr’in bildirdiğine göre İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-, âyetin muhtevâsıyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Onlar hakkında Allâh’ın iki güvencesi (emânı) vardı. Biri Allâh’ın elçisinin onların arasında bulunması, diğeri de istiğfar. Peygamber gitti, ama istiğfar kıyâmet gününe kadar bâkîdir.” (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, II, 306)

Nitekim Ahmed bin Hanbel’in kitâbına aldığı bir hadîs-i şerifte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmaktadır:

“Kul; Allâh’a istiğfâr ettiği sürece, Allâh’ın azâbından emin olur.” (Ahmed bin Hanbel, VI, 20)

Buna göre istiğfar, hem umûmî azâbın önüne gerilmesi hem de bir duâ ve zikir olması ve tövbe fırsatı vermesi bakımından mü’min için kıyâmete kadar sürecek bir rahmet ve bereket kaynağıdır.

Şu durumda istiğfârı dilinden düşürmeyen mü’min; hem Rabbine tövbe etmiş olacak hem de kendini güvence altına alıp helâk olmaktan emân içerisinde olacaktır. Yine bir ailede veya bir cemiyette istiğfâr edenler olduğu sürece Allah -celle celâlühû-, o aileye veya o cemiyete umumî azâbını indirmeyecektir.

Bu bakımdan mü’min; her dâim Rabbine istiğfâr hâlinde olmalı, bir yandan günahlarından arınmaya çalışıp bir yandan da Rabbinin emânı altına girmeye çalışmalıdır. Her dâim istiğfâr hâlinde olmak kıymetlidir ama seher vakitlerinde yapılan istiğfar daha da kıymetlidir. Nitekim birçok âyet-i kerîmede Rabbimiz, seher vakitlerinde tövbe istiğfâr edenleri övmektedir.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de kendilerine mükâfat olarak verilen cennetlerde ve pınar başlarında olacak olan müttakî kulların özelliklerinden bahsederken onların, gecenin az bir kısmında uyuduklarını ve seher vakitlerinde Rablerinden bağışlanma dilediklerini bildirmektedir. (bkz. ez-Zâriyât, 51/15-19)

Evet; istiğfar, bir yönden toplu helâktan insanı selâmete erdirirken bir yönden de günahlarının bağışlanmasına vesile olmaktadır. Âl-i İmrân Sûresi’nin 135. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurulur:

“Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allâh’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”

İstiğfar; dünyada mü’mini helâkten koruyucu bir rol üstlenmekte, âhirette de günahlardan arınmasına vesile olmaktadır.

Rabbimiz, hepimiz için iki emânı lutfetsin!

Rabbimiz; gönüllerimize O’nun sevgisini lutfedip, sünnet-i seniyyesinin yolundan gitmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!

Rabbimiz, cümlemizi her dâim istiğfâr edenlerden eylesin!

Âmîn…