SIR

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

«SIR VERİLMEZ!»

“–Sana bir tavsiye vereyim mi?” dedi Ahmet.

Bu beş kelimelik soru cümlesini idrak edebilmesi uzun sürdü.

Gözlerini önce Dolmabahçe Sarayı’na sonra hemen yanındaki Dolmabahçe Camii olarak bilinen Bezmiâlem Vâlide Sultan Camii’ne oradan da yavaş yavaş Boğaz’ın serinliğinde yüzdüre yüzdüre Üsküdar İskelesi’ne çekti.

Kendi yüzündeki maskenin buğulandırdığı gözlüklerinin ötesinde; başındaki gri beresi, uzun zamandır berber görmemiş yüzü, sırtında beline kadar uzanan koyu kahve montu, özensizce bacağına geçirdiği bol kesim kadife pantolonu ve ayağındaki taraklı ayakkabısı ile uzun yola çıkmaya karar vermiş eski zaman dervişlerinin tecessüm etmiş hâlini gördü Ahmet’in duruşunda.

Konuşmaya başlasa bir ömür susmadan konuşacak, konuşmasına noktayı koyar koymaz da yayından fırlayacak bir ok gibi duruyordu.

Anlamsız ve boş gözlerle baktı Ahmet’in yüzüne.

Kendi hâlini düşündü.

Son bir haftadır anlamlı baktığı bir görüntü neredeyse yoktu. Hayatı; boş ve karanlık bir odada, yalnızlığa hüküm giymiş işkence mahkûmu gibi yaşıyordu.

***

1 AY ÖNCE…

Televizyonda, internette karşısına ne kadar da çok yüzü maskeli insan çıkmaya başlamıştı. Üniversitenin bahçesinde maskeli öğrenciler de gittikçe artan oranda kendilerini hissettiriyorlardı. Yolda, sokakta her yerde maske maske maske…

Okuduğu haberlerde, izlediği programlarda hiçbir uzman (bu kelimeyi hak edecek birisi reklâm için neden sosyal plâtformlara ihtiyaç duyar ki, bunu geç anlamıştı) karşı karşıya kalınan durumun 5N1K’sını doğru dürüst îzah etmekten âcizdi. Yine de konuşulanlar arasında işe yarar birkaç kelime bulup çıkarmak ve tedbirlerini ona göre almak için çok çabaladı. Fakat nâfile… Sonunda; «Hele bakalım neler olacak?» başıboşluğu ile kendi hayatında kendi kendine bir kısıtlamaya yönelik adım atmanın fazla kötümserlik olduğuna karar verdi.

Zaten daima böyle yapardı. Ne zaman ikiye ayrılan bir yolla karşılaşsa, genellikle daha az kullanılan yolu tercih ederdi şuursuzca.

***

HASTAHÂNEDE…

Gözlerini dikmiş, ağzında solunum cihazı, kolunda serum, giren-çıkan ve sağa-sola gidip gelen maskeli insanların kim hakkında konuştuklarını anlamadığı sesleri ile o büyük ânın geldiğini ağrıyan bütün zerreleri ile hissettiği yüksek tavanlı beyaz odada zihninin ya da derûnî tefekkürünün kendisine özel yaptığı yaşanmışlığının, hayatının galasını izliyordu tavanda.

Ne dehşetli günlerdi…

Son gününe gözünü açıyordu her sabah. Sözün gelişiydi tabiî bu. Yoksa gecelerin ne kadar uzun olduğunu öğrenmişti aslında uykusuz ve ıstırapla geçen dakikaları saya saya.

Kolunu kaldırmaktan âciz bir hâlde, başını çevirmeye tâkati olmayan, ağrı ve sızılarla bütün bedeni isyan etmiş gibi sabaha kadar uyutmamıştı kaç gece. Bütün o gecelerin sabahında ve bütün gündüzlerin akşamında beklenen ânın «işte şimdi» imiş hissiyle geçtiği günler…

***

Başucunda duran maskeli doktor ve diğer maskeli hemşireler ve kapının kenarından şaşkın gözlerle bakan yine maskeli hademe. Hepsinde yorgunluk ve makineleşmiş bir kayıtsızlık seçiyordu belli belirsiz. Şaşkın şaşkın bakan hademenin gözlerinde bile o yorgunluğu ve robotikliği görebiliyordu.

Hepsini anlıyordu. Yorgunlardı. Uzun vardiyalar ve maskenin arkasında nefes almakta zorlanan ciğerler, uykusuz geçen geceler, kısa molalarda dinlendirilmeye çalışılan bedenlerin beyaz önlük ya da tulumun içerisinde düşmüş omuzların anlattığı hikâyelerden boşlukları da kendi zihninden tamamlayarak anlıyordu.

Fakat neden şaşkın ve neredeyse bütün hastahâne ekibinin kendi yatağının etrafında olduğunu anlamıyordu.

Sebebini soracak tâkati de yoktu gerçi. Gözlerini anlamsızca geçirdi her birinin üstünde. Yastığın üzerinde olduğu hâlde başını bile taşıyacak durumda değildi. Sola doğru düştü. Gözlerine yansıyan son görüntü, büyük plâstik bir torba oldu göz kapakları gayr-i iradî kapanmadan önce. Bir insan bedeninin sığacağı kadar büyük, düşüncelerinin karanlığına dayanamayacağı kadar küçük, bir plâstik ceset torbası…

***

Son hatırladığı şey, göğsünde dayanılmaz bir ağrı ve nefes almakta zorlandığıydı. Eve gelen Ahmet’i kapıda karşılamış; neler söylediğini tam anlamadan, nasıl cevap verdiğini bilmeden içeriye geçmişlerdi.

Su bardağını hatırlıyordu bir de. Elinden kayıp giden ve sonrasında zemine çarpmasıyla dikkatini kendisine çekmeyi başaran, fakat kırılmadan içindeki suların terliksiz ve çıplak ayaklarını ıslattığını görmüştü. Sonra zeminin tozlu olduğunu. Bir de Ahmet’in sesini. İsmini bağırıyordu giydiği maskenin arkasından, tedirgin eden bir ses tonuyla.

Sonrasında hayal mi gerçek mi olduğunu anlamadığı yaşanmamış gibi olan zamanlar…

***

Son iki gündür odayı havalandıran ve temizliğini yapan bakıcıdan öğrenmişti şaşkınlıkların sebebini.

Günlerce ateşi 41 derecenin altına düşmemiş.

Bütün o günler içerisinde mırıltı hâlinde, gözlerinden süzülen gözyaşları ile ve fakat anlaşılır kelimelerle:

Yak sînemi âteşlere, efgānıma bakma!
Rûhumda yanan âteşe, nîrânıma bakma!
Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma!
Ağlatma da yak, hâl-i perîşânıma bakma!

dörtlüğünü mırıldanmış.

Kattaki bütün ekip; doktorundan hemşiresine, hasta bakıcısından gelip giden hastalara kadar herkes ezberlemiş dörtlüğü.

Doktorlar çoktan ümidi kesmişler. Her gün son günü imiş gibi ex haberini beklemişler.

Ve bir gün doktorlar yanındayken gözlerini hafifçe açmış ve;

Boyun büktüm, perîşânım, bu derdin Sen’de tedbîri,
Lebim kavruldu âteşten, döner pâyinde tezkîri,
Ne dem gönlüm murâdeylerse taltîf eyle Kıtmîr’i;

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

kıt‘asını okumuş.

“–Tam o esnada kapıdaydım ben de…” diye anlatmıştı bakıcı. “Hatırlıyor musun?” diye sormuştu. Maskenin ardında hafifçe gülümsemişti, başını iki yana; «Hayır!» diye sallarken.

Hiçbir şeyi hatırlamıyordu.

Fakat için için seviniyordu. Doktorun;

“–Gittin geldin, hadi bakalım!” dediği anlarda, Hazret-i Peygamber için yazılmış şiirler ile meşgul olmasından dolayı sevinmişti.

Kimseye bir şey anlatmamıştı. Ahmet’e bile. Dostluklarına ihânet etmiş gibi hissediyordu kendisini, başından geçen bu esrik hâdiseyi anlatmayarak; fakat içindeki özel bir nokta, bir sır olarak kalmasını istiyordu sadece.

Ahmet’in sesini duydu yine;

“–Zor günler geçirdin!” diyordu. “Çok zor günler!” Gözleriyle onay verdi.

Otobüs duraklarına doğru yürüdüler.

Ahmet; yine bütün ısrarına rağmen, evine kadar refakat edecekti.

Sahi, Ahmet’in tavsiyesi neydi.

Zihnini yokladı. Bölük pörçük kelimeleri cümlelere çevirip anlamlı bir yapı oluşturmaya çalıştı.

Tek bir cümle kurabildi uçuşan kelimeleri yan yana getirdikten sonra:

“Yaşadığın günü kavra, kaderini ancak bir sır gibi yaşayanlar hayatta olur.”