POPÜLER KÜLTÜR İSTÎLÂSI KARŞISINDA…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz haftalarda hayırlı bir gelişme oldu. Uzun zamandan beri tartışmalara konu olan İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye bakımından feshedilmesine karar verildi.

Sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede; «aileyi yıktığı, sapkınlıkları meşrûlaştırdığı» gibi sebeplerle tenkit edilen sözleşmenin kaldırılması; ahlâk, mâneviyat ve ailenin korunması mevzusunda hassâsiyet taşıyan herkes tarafından sevinçle karşılandı. Bu işin devlete düşen yanıydı, biz biraz da kendimize düşen tarafına bakalım.

Bir mesele hakkında maksada en uygun kanunları hazırlamak, uygulamak devletin vazifesidir. Ama insanlar; hayatlarını devam ettirirlerken, kanunlara ancak son noktada başvururlar. Asıl insanların hayatlarını şekillendiren; örf, âdet ve halkın tasvibi, tercihi gibi yazılı olmayan kanunlardır. Şimdi bize düşen vazife; gençlerimize sahip çıkarak, onları kendi kıymetlerimize göre yetiştirmemizdir.

Gençlerimizin üzerinde müessir olan birçok vasıtalar var ki; ekseriyeti akılları ifsâd eden, gönüllere şüpheler düşüren fikirleri telkin ediyor. Zamanımızda çocuk ve gençlerimizin maruz kaldığı tesirleri çok iyi tanımamız gerekiyor. Belki bunlara maruz kalmalarına tamamen mâni olamıyoruz, ama en azından onların hasta edici tesirlerine karşı bünyelerinin mukavemetini kuvvetlendirmek gerekiyor.

«Neler yapabiliriz? Nelere dikkat etmeliyiz?» Bunu daha iyi anlayabilmemiz için gençliğin fıtratını iyi tanımamız gerekiyor. Bunun için de bilhassa «kitle psikolojisi» mefhumunu anlamakta fayda var.

İnsanoğlu yaratılış îcâbı, sürü psikolojisi diye bilinen bir hissiyâta meyillidir. Bir zamanlar ABD’de başkanlık seçiminde bir slogan kullanıldı:

“Ekseriyetin olduğu tarafa gelin!”

Bu slogan, Zachary Taylor’ın seçim zaferi elde edip başkan olmasında tesirli oldu. O zamandan beri siyâsî hareketler; taraftar kazanmak için kendilerini kitle partisi, çoğunluğun tercihi olarak göstermeye önem verdiler.

İnsanoğlunda böyle bir temâyül var ama, Rabbimiz bizi bu meylimiz hususunda şöyle îkaz ediyor:

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbî olmuyorlar ve asılsız tahminlerden başkasına da dayanmıyorlar.” (el-En‘âm, 116)

Demek ki, çoğunluğa uyma temâyülü insanı saptırıyor. Halk kitlesi çoğu zaman; iptidâî hislerle, şimdilerde «içgüdü», «dürtü» denilen şuursuzca, akılsızca isteklerle hareket ediyor. Bu sebeple dünyanın çoğu dîne, dînin emrettiği nizâma ve ahlâka sırt çevirmiş, anlık hislerle birtakım sloganların peşine takılmış diye onların dediği doğru demek olmuyor.

Gençlik deyince akla hemen «popüler kültür» geliyor. Popüler kelimesi; sözlükte kalabalıkların, yığınların beğenisine uygun, halkça tutulan, beğenilen diye açıklanıyor. Kelimenin Lâtince kökeni populus «halk» mânâsına geliyor. Buradaki halk; cemiyete yön veren, tesir eden, üst tabakanın zıddı mânâsında, eskilerin ahâlî dediği kesimi ifade ediyor. Hattâ önemli bir kısmı ayaktakımı diye adlandırılan, en hafif tabiriyle; tahsili, terbiyesi, bilgisi, tecrübesi az olan, önemsiz işler yapan veya hiçbir işe yaramayan kesimlerin oluşturduğu bir yığını kast ediyor.

Aslında böyle bir kesimin beğendiği, rağbet gösterdiği şeye ne kadar kültür denilebilir; o da başlı başına bir münazara konusu olabilir. Aslında kültür; bir milletin asırlardan beri getirdiği birikimini, tecrübelerden süzülüp gelen bilgilerini, görgülerini, telakkîlerini ifade eder. Hattâ; «Bir milletin tarihi boyunca nesilden nesile aktardığı ve o milleti millet yapan, kimliğini şekillendiren ve onu diğer milletlerden farklı kılan şeylere kültür denir.» diye tarif edilir. Hâlbuki popüler kültür; tam tersine, kimliksizdir, milliyetsizdir. İlim-irfan, bilgi-görgü nâmına ne varsa her şeyi reddeden veya hafife alan bir tavırdır.

Her insan, bir kültürün içinde şekillenir. En başta ailesi olmak üzere, eğitim müesseseleri ve yakın çevresi tarafından yetiştirilir. Gençlik çağı dediğimiz dönemde, her insan kendi kimliğini inşâ eder. O zamana kadar üzerinde tesiri olan; ailesi, eğitim müesseseleri ve çevresi birbirini destekleyen telkinlerde bulunmuş ise, o genç büyük bir sarsıntı geçirmez. Sadece nefsinin temâyülleri ile cemiyetin ona çizdiği sınırlar, koyduğu ölçüler arasında bir denge kurması yeterlidir. Zaten cemiyetin çizdiği sınırlar da onun ihtiyaçlarına kâfî gelecek bir meşrûiyet çerçevesi oluşturur. Biraz sabır, biraz irade, biraz gayret ile bu uyumu sağlamak mümkündür. Ama zamanımızda, iş bu kadar kolay değildir.

Bugün bir çocuk, erken yaşlardan itibaren ailesinden gördüğü hayat tarzı ile taban tabana zıt bir çevre ile karşılaşmaktadır. Ailesi îman, ibâdet, helâl-haram sınırları, âhiret hesabı derken; okulu bunları yok sayarcasına hiç bahsetmemektedir. Medya, internet ve çevre ise ya müstehzî bir edayla ya düşmanca bir tavırla yalan sayar.

Çocuk zaten kendi iç dünyasında hızla palazlanan nefsi ile ona nazaran cılız kalan rûhu arasında mücadele yaşarken, dış dünyadaki zıt kutuplar arasında çok daha zorlu bir bocalama yaşar.

Üstelik zamanımızda bir çocuğun ergenlik çağına girmesi ile yetişkin olup kendi hayatını idâme ettirmesi arasında geçen süre hayli uzundur. Zamanımızda «gençlik çağı» sun‘î bir şekilde hayli uzamaktadır. Gençler; eğitim hayatı ve işsizlik sebebiyle, çok daha uzun süre yetişkinlik devresine geçememektedir.

İslâm’a göre bir insan bulûğ çağıyla birlikte mükellef olduğu hâlde, günümüzde yirmili yaşlarda hâlâ çocuk gibi, oyunla, eğlenceyle vakit geçirebilir kabul edilmektedir. Bu da popüler kültüre maruz kalma devresini uzatmaktadır.

Gençlerin bu durumunun, sanayileşme ve şehirlere göç ile yakından alâkası vardır. Eski zamanlarda bir aile reisi; ya kendi toprağında ya kendi dükkânında çalışıp geçimini sağlardı. İhtiyaç maddelerinin epeyce bir kısmı da evde üretilirdi. Çocuklar da erkek ise babayla, kız ise anneyle birlikte zaman geçirir, onlardan hayat dersleri alırdı. Birlikte iş yaparken; bilgi, beceri, tecrübe ile birlikte îman, ahlâk ve edep de aktarılırdı. Şimdi babalar; uzun mesai saatleri boyunca işte, şehir trafiğinde, sonra da yorgunluktan ekranların karşısında yığılmış kalmış durumda. Annelerin de bir kısmı çalışıyor, eve gelince bir de ev işleriyle ilgileniyor. Çalışmıyorsa dahî çocuğunu anlamaktan uzak, anneliği sadece yedirip içirip temizlemekten ibaret zannediyor.

Böyle bir hayat tarzının içinde, ebeveyn çocuk münasebetleri gittikçe zayıflıyor. Çocuklar popüler kültürü empoze eden vasıtaların insafına kalıyor. Zaten popüler kültürü empoze etmek, küresel markaların işine geliyor. Kapitalist mantık, esasen bir ihtiyaç maddesi olmayan mallarını satabilmek için; isteklerle, duygularla hareket eden, çabuk karar veren, çabuk sıkılan, değişiklik isteyen, telkinlere elverişli, tenkit kabiliyeti gelişmemiş bir kitle olarak gördüğü gençleri öncelikli hedef seçiyor.

Biz yetişkinlere düşen, gençlerimizi bu kültür hegemonyasına karşı şuurlandırmak ve dirençli hâle getirmek olmalı. Bunun için ise elbette önce kendimiz şuurlanmalıyız.

Elbette insanoğlu yapayalnız yaşayamaz, cemiyet tarafından dışlanmaya herkes tahammül edemez. Bilhassa zayıflar; birlikte olmaya, sosyal desteğe daha çok ihtiyaç duyar. Bu sebeple müslümanlar kendi cemiyetlerini kurmaya da mecburdur.

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz bir âyet-i kerîme ile insandaki sürüye uyma, sosyalleşme ihtiyacına bir ölçü koymuş:

“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh’ın cezası çetindir.” (el-Mâide, 5/2)

Meâli «iyilik» diye verilen «birr» kelimesi aynı zamanda «itaat, yumuşak huyluluk, ihsan etmek ve doğruluk» gibi mânâlara da gelir. Takvâ kelimesi de Allah’tan korkmayı ve Allâh’ın bütün emir ve yasaklarına uymayı içine alır.

Bir cemiyet meydana getirirken; Allâh’ın hidâyet ettiği doğru yola, bu yoldaki üsve-i haseneye uymak, cemiyet içinde faydalı, uyumlu, iyi bir insan olmak yolunda yardımlaşmalı, nesilden nesile güzel bir örnek aktarılmalıdır. İnsanların bir cemiyete uyma ihtiyacı bu şekilde hayra sevk edilmelidir.

Çocuk ve gençlerimizi kendi cemaat ve cemiyetlerimizin içine çekmek için her şeyden önce aileler olarak kuvvetli bir dînî hayatımız olmalı, dînî hizmetlerde faal olmalıyız. Bu bize mânevî yönden güzel bir muhit ve insânî münasebetler ağı da sağlayacaktır.

Anne-babalar olarak aynı fikirde olup, hayat nizamımız hususunda söz birliği yapabilmeliyiz. Bilhassa çocuğumuzu göndereceğimiz okulları seçerken âhireti öncelemeliyiz. Çünkü çocuklar ve gençler için okul, bilgi aldıkları bir yer olduğu kadar aynı zamanda bir arkadaş çevresidir. Çocuklar, arkadaşları tarafından dışlanmak istemezler. Arkadaşlarının küçümseyeceği bir giyim kuşamı, hayat tarzını sürdürmek zor gelir.

Zaten gelecek ne getirecek bilmiyoruz. Şu anda üniversitelerde eğitim gören öğrencilerin birçoğu diplomalarının bir karton parçasından başka bir şey olmadığını üzüntüyle görecekler. O kadar çok üniversite var ki, artık diplomanın da pek bir mânâsı kalmadı. Uzun vâdeli gelecekte; hangi meslekler kalacak, hangilerine ihtiyaç duyulmayacak, bilinmiyor. Teknolojinin kat kat daha hızlı ilerlediği söyleniyor.

Gelecekte de insanlarda aranacak en önemli hususiyetler; dürüstlük, güvenilirlik, sağlam irade, disiplin ve ahlâk olmaya devam edecek. Çünkü ileri teknolojilere hükmedecek kişilerin, güvenilir olmasına çok daha fazla ihtiyaç duyulacak.

Kısacası, kız ve erkek çocuklarımızı popüler kültürün istîlâsına terk etmeyip hassâsiyetle yetiştirmemiz için; en başta kendimiz iyi örnek olup, mükemmel örneklerin sevgisini aşılamamız gerekiyor. Anne-babalar olarak işimiz zor; bu yüzden de yardımlaşmamız, güzel bir muhit oluşturmamız gerekiyor.

Salgın hastalık sebebiyle evlere kapandığımız bu devreyi telâfi etmek için, çok daha fazla gayret göstermemiz gerektiğini unutmamalıyız.