EDEP YÂ HÛ!..

Sami GÖKSÜN

Cenâb-ı Hak, bizleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun hayatına uygun olarak yaşayıp, O’ndan müstefîd olan kimseler olarak «selâm yurdu»na (cennete) davet ediyor. Yeter ki mü’minler olarak; sahabe-i kiram efendilerimiz gibi edebimizle, ahlâkımızla, fazîletimizle ve sâlih amellerimizle Hak yolunda gayret ediyor olabilelim. Ecdâdımız bu noktada sahâbe efendilerimiz gibi Peygamber Efendimiz’e tâbî oldular. Böylece onlar da Peygamber edebiyle edeplenme gayreti ile yaşadılar. Gönül dergâhları inşâ ettiler. Gönüllerini de dergâh hâline getirdiler. O dergâhlar ki duvarlarındaki levhalar bile sohbet etti, irşâd etti, nasihat etti. «Edep yâ Hû!» dedi, daima edepli olmaya davet etti. «Bu da geçer yâ Hû…» dedi, fânîliği hatırlattı, sabrı öğütledi, hâle rızâyı öğretti.

«Edep yâ Hû!» cümlesinin içinde geçen «edep» kelimesi; güzel ahlâk, saygı, terbiye, hayâ, nezâket mânâlarına gelmektedir. Peygamber Efendimiz’in de gönderiliş gayelerindendir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8) buyurmaktadır. Tasavvuf yolunun önde gelen isimlerinden Yûnus Emre de edebi şöyle anlatır:

İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
İlim geride kaldı, illâ edep illâ edep.

Bu hususta Mevlânâ da şöyle söyler:

“Güzellik Mevlâ’nın lutfudur, nûrunun yansımasıdır; edep ise kişinin gönül aynasıdır.”

Yine Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizî, Birr, 33/1952) buyurarak en değerli mîrâsın güzel ahlâk ve edep olduğunun hatırlatmasını yapmıştır. Zaten İslâm’ın özünde de güzel ahlâk ve edep vardır. Bunların olmadığı hiçbir amelin sahibine faydası olmaz. Özellikle mukaddes değerlere karşı edepli ve saygılı olmak çok önemli olup, insanın mânen terakkîsine; tersi ise zelil ve rüsvay olmasına sebep olur. Edepli insan hiçbir şekilde saygıda kusur etmez. Şayet hatâen kusur etse de pişmanlık içerisinde özür diler ve tövbe eder. Edepten mahrum olan kişi ise nefis ve şeytanın isteğini yerine getirir. Bu hususta tarihimizde edebe misal teşkil eden birçok hâdiseye rastlamaktayız. Bunlardan en mânidar olanı ise şair Nâbî’nin Peygamber Efendimiz’e gösterilmesi gereken edep noktasında yazdığı o güzel kasîdedir. Hâdise şöyle gelişmiştir:

Şair Nâbî, bir kısım devlet erkânıyla birlikte hacca gitmek üzere yola revân olur. Kafile; Medîne-i Münevvere’ye yaklaşmıştır, vakit ise gece yarısıdır. Orada konaklarlar ve kafile dinlenmek üzere uykuya dalar. Bu arada Nâbî’nin gözüne, Efendimiz’e bir an önce ulaşmak heyecanıyla uyku girmemektedir. Uyuyan kafilenin içinde bulunan bir paşanın, ayaklarını Ravza-i Mutahhara yönüne doğru uzatmış yatmakta olduğunu görür. Bu hâli edebe mugāyir bulan Nâbî, bu gaflet hâlini bir türlü kabullenemez ve çok üzülür. Zira Hucurât Sûresi’nin 3. ve 4. âyet-i kerîmelerinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği (ve bu imtihandan muvaffakiyetle çıkan) kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.

(Rasûlüm!) Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu akletmeyen kimselerdir.”

Bu âyeti iyice hazmetmiş olan Nâbî, gönlünden gelen bir ilhamla o meşhur kasîdesini bir anda irticâlen söylemeye başlar:

Sakın terk-i edepten kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu!..
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu!..

Felekte mâh-ı nev Bâbü’s-Selâm’ın sîne-çâkidir,
Bunun kandîli Cevzâ matla-i nûr-i ziyâdır bu!..

Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîlette,
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu!..

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil,
Amâdan açtı mevcûdat dü çeşmin, tûtiyâdır bu!..

Mürâât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyandır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

Bu güzel na’tın açıklaması şöyledir:

“Burası Allâh’ın Sevgilisi’nin beldesidir. Burada asla edebi terk etme!.. Cenâb-ı Hakk’ın nazar buyurduğu Ravza-i Nebî’dir. Bu gökteki yeni ayın Bâbü’s-Selâm kapısının yüreği yanık âşığıdır. Ayın kandili Cevzâ yıldızı bile ışığının nûrunu O’ndan almaktadır. Burası; Allâh’ın Sevgilisi’nin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazîlet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının bile üstündedir. Bu toprağın ziyâsından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı. Çünkü bu toprak, gözlere şifâ veren sürmedir. Ey Nâbî! Bu dergâha, edebin şartlarına riâyet ederek gir! Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”

Bu esnada o yüksek rütbeli kişi; Nâbî’nin bu kasîdesini duyunca, kendisine söylendiğini anlar ve hemen doğrularak ayaklarını Ravza-i Mutahhara yönünden çevirir. Biraz sonra kafile yola koyulur ve sabah ezanına yakın Mescid-i Nebevî’ye varır. Müezzin, ezanı okur ve ardından Nâbî’nin kasîdesini okumaya başlar. Nâbî okunan kasîdenin kendi kasîdesi olduğunu fark edip minarenin kapısına koşar ve müezzine;

“–Allah aşkına! Okuduğun bu kasîdeyi nereden öğrendin?” der.

Müezzin;

“–Bu gece rüyamda Peygamber Efendimiz’i gördüm. Bana;

«–Ey müezzin! Kalk, yatma! Benim ümmetimden âşık bir zât benim kabrimi ziyarete geliyor. Muhabbetinden benim için şu kasîdeyi söylemiştir. İşte bu cümlelerle onu istikbâl et (karşıla)!» buyurdular. Ben de hemen kalktım ve;

«Peygamber Efendimiz’in iltifâtına mazhar olan bu âşık acaba kimdir?» diye düşünerek minareye koştum. Efendimiz’in bana öğrettiği gibi okudum.” der.

Nâbî çok şaşkın bir vaziyette;

“–Peygamberimiz bana; «Ümmetimden biri» mi dedi?” diyerek sevincinden bayılarak oraya düşer.

İşte Peygamberimiz’e gösterilen edebin güzel bir nümûnesi.

Bu hadîse de bize gösteriyor ki; edep noktasında hangi mekânda olursa olsun gönül insanlarının medfun olduğu mekânlara gidilirken ve girilirken hürmette ve saygıda kusur edilmemelidir. «Edeple giren ikramla çıkar!» anlayışıyla hareket edilmelidir. Zaten tekkelerin girişine; «Edep ya Hû!» levhalarının asılmasının mânâsı da budur. Yani insanı içeride edebe ve ahlâka davet etmektedir. Aynı zamanda mânevî bir îkazdır. «Edep ya Hû!» cümlesindeki «Hû» ifadesi Allâh’ı işaret etmektedir. Yani;

“Allah’tan utan da nefsinin yanlışlarına kapılma!” denilmektedir.

Edebin ne kadar şümullü bir hakikat olduğunu Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade eder:

“«–Îman nedir!» diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip;

«–Îman, edepten ibarettir…» diye fısıldadı. O hâlde edep mahrumuna ne yazık!”

Cenâb-ı Hak hepimize edep üzere bir hayat yaşamayı nasip eylesin.