Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -2- ALLÂH’A SÂDIKÂNE YÖNELİŞ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

TASAVVUF FIKHI

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk (v. 899/1494) Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

TASAVVUFUN TARİFİ: HAKK’A TEVECCÜHTE SIDK

İkinci kaide:

“(Zihinde tasavvur edeceğimiz) şeyin mahiyeti, hakikatidir. Hakikati de bütününün delâlet ettiği şeydir.”

Yani söz konusu tasavvufsa; tasavvufun mahiyeti nedir? Tasavvufun hakikatidir. Peki tasavvufun hakikati nedir? Bir bütün olarak tasavvuf denildiğinde akla gelen her şeydir, «tasavvuf» ifadesinin delâlet ettiği her şeydir.

“Tarif üç şekilde yapılabilir:

•Had ile ki bu en câmî (en toplayıcı, en kapsayıcı) olanıdır.

•Resm ile ki bu en vâzıh (en açık) olanıdır.

•Tefsir ile ki bu da anlatması ve hızlı anlaşılması eksiksiz olanıdır.”

Bunlar mantık ilminin ifadeleridir.

Mantıkta «had» dediğimiz şey bir hakikatin yakın cinsi ve yakın faslı ile tarif edilmesidir: Meselâ insan, cins olarak canlıdır. Faslı (ayrımı) da onun nutku, düşünerek konuşmasıdır. İnsanı, «hayvân-ı nâtık / düşünüp konuşan canlı» şeklinde tarif etmek eskimez tabirle; «efrâdını câmî, ağyârını mânî» bir tarif olur. Yani insan cinsinin tamamını içine alır, tarifin içine girmemesi gereken bir varlığı da tarifin içine almaz. Meselâ sadece konuşan canlı desek, papağan gibi taklitçi kuşları da içine alırdı. Tarif başarısız olurdu. Düşünen canlı değil de varlık desek; meleği, cinni de içine alırdı.

Resm ise yine mantık ilminde bir hakikatin yakın cinsi ve hâssasıyla tarifidir. Meselâ insanı «gülen bir canlı» diye tarif etmek böyledir. Resm; haddin dûnundadır, bir nevi yarı tariftir. Ancak müellifin dediği gibi daha açıktır.

Tefsir ise daha fazla îzah ve tafsilât vererek, açarak anlatmaktır. Anlatma ve anlatılanın anlaşılması için en tamam olan tarif de budur.

Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’i tarif ederken;

“Lâfzı ve mânâsı Allâh’a ait olup Hazret-i Muhammed -sallâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’e vahyolunan ve bize mütevâtiren ulaşan ilâhî kelâm.” dediğimizde câmî bir tarif yapmış oluruz. Bu tarif; kudsî hadisleri, hadîs-i şerifleri, şâz kıraatleri ve varsa bize tebliğ olunmamış vahiyleri içine almamış olur.

Resm olarak tarifinde ise;

“Mushaflara yazılan, namazda tilâvet olunan…” gibi ilâvelerle daha açık anlatılır.

-Her ne sûretle olursa olsun- tarif etmek; bilinir, tanınır, anlaşılır hâle getirmektir. Önemli olan da budur.

“Tasavvufun; had, resim ve tefsir ile sayısı 2 bine ulaşan tarifi yapılmıştır.”

Hattâ;

“Herkesin tasavvufu kendincedir.” yönünden de bir ifade kullanılmaktadır. Yani;

“Mahlûkatın nefesi sayısınca her insanın kendine ait bir tasavvufî tarifi vardır, bir tasavvufî tecrübesi vardır.” denilmiştir. Tasavvuftaki zevke, neşveye, duyuşa ve vicdana göre bu tarifler çeşitlenmiştir.

“Bütün bu tarifler şu ortak noktada birleşir:

«Tasavvuf Allâh’a teveccühün sıdkıdır.»”

Tasavvuf Cenâb-ı Hakk’a yönelişin sâdık ve dürüst olmasını ifade eder.

“Diğer tarifler bunun çeşitli vecihleri, yönleri ve ifade tarzlarıdır.” Sûfîler; zevklerine, hâllerine göre bu sâdıkāne yönelişin bir noktasını tariflerinde öne çıkarmışlardır.

Demek ki; Hazret şöyle diyor:

“Tasavvufun temelinde Allâh’a sâdıkāne bir yöneliş ve teveccüh vardır. Bu teveccühün farklı yansımaları bütün tariflerde görülür.”

Peki, bir hakikatin çok sayıda tarifinin olmasını nasıl değerlendirmek gerekir? İbn-i Zerrûk, burada câlib-i dikkat bir şey söylüyor:

Üçüncü kaide:

“Bir hakikatin, bir gerçekliğin etrafında bunca ihtilâfın, farklı görüşlerin olması, eğer bu ihtilâflar çoğalıyorsa onun tamamının idrâkinin ne kadar zor olduğunu gösterir.”

Yani o hakikatin kavranması ve mahiyetinin anlaşılması kolay değilmiş ki herkes farklı farklı tarifler ortaya koymuş.

“Böyle olmakla beraber eğer bütün bu farklı görüşler, farklı tarifler bir köke, bir temel esasa dönüyorsa ve bu kök de o hakikatle (burada tasavvuf hakkında konuştuğumuza göre, tasavvufla) alâkalı söylenenlerin tamamını içine alıyorsa, o zaman buradaki tarifler, o hakikatten anlaşılanın ifadesidir.”

Yani herkesin kendi anladığını ifadeye döktüğü tabirlerdir.

“Nihayetinde bütün bu söylenen görüşler, farklı tarifler; o hakikatin tafsilâtı ile alâkalı gerçekleşen yorumlardır. Herkesin o hakikatten;

•İlim,

•Amel,

•Hâl,

•Zevk veya

•Başka bir tarzda elde etmiş olduğu bir duyuşu, bir hissedişi itibara alarak yaptığı bir tarif vardır.

Binâenaleyh tasavvufla alâkalı ihtilâf da böyledir.”

Müellif bu çeşitliliğe misal olarak bir eseri şâhit getirir:

Ebû Nuaym el-İsfa­hânî’nin (v. 430) Hilyetü’l-Evliyâ ve Taba­kātü’l-Asfiyâ adlı eseri. Tabakat türündeki bu kitapta, Ebû Nuaym; velîlerin hâl tercemelerini, sîretlerini, hikmetli sözlerini ve menkıbelerini anlatır. Her bir velî için «hilye / süs, şemâil» kelimesini kullanır. Hilye, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şemâili için de kullandığımız bir ifade. Kısaca kişinin vücut yapısını da biyografisini de mânevî hâlini de içine alan bir tarif.

Ebû Nuaym; kendisinden önce yazılmış evliyâ tabakat kitaplarından farklı olarak, Fudayl vb. sûfîlerden başlamamış, Allah dostlarını sahâbe ve tâbiînden itibaren saymaya başlamıştır. Böylece tasavvufun -adı konmamış olsa da- asr-ı saâdetten itibaren var olan sâdıkāne teveccüh olduğuna işaret etmiştir.

Eserden bir misal verelim:

Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ni tanıttıktan sonra, Onun hâline uygun olarak onun gözü ile tasavvufu tarif etme sadedinde Ebû Nuaym şöyle diyor:

وَقِيلَ إِنَّ التَّصَوُّفَ التَّوَقِّي
مِنَ الْأَكْدَارِ وَالتَّنَقِّي مِنَ الْأَقْذَارِ

“Denilmiştir ki: «Tasavvuf; keder tortularından sakınmak ve kirlerden yıkanmaktır.»”

Zerrûk -rahmetullâhi aleyh- işte bu esere atıfla devam ediyor:

“Bu sebeple Hâfız Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ adlı eserinde, ele aldığı velî şahsiyetlerin birçoğunda, o şahıs hakkında hâline münasip olan sözlerden birini nakleder ve şöyle ilâve eder:

«Denilmiştir ki: Tasavvuf şöyle şöyledir…»

Bu da gösteriyor ki;

Kimin sıdk-ı teveccühten / Allâh’a sadâkatle yönelişten nasibi varsa onun tasavvuftan da nasibi vardır.”

Yani bir kişinin Allâh’a sâdı­kāne bir teveccühü varsa, o kişi ehl-i tasavvuf sayılır. Yani o kişi; “Tasavvuf ehliyim.” demese de, tasavvufla bir irtibatı bilinmese de Allâh’a sâdıkāne, dürüst ve samimî bir şekilde kul olduğunu itiraf eden, Allâh’a yönelen herkesin tasavvuftan bir payı vardır, bir nasibi vardır. Tıpkı Ebû Nuaym’ın eserinde saydığı sahâbe, tâbiîn ve eimme-i müctehidîn gibi… Ebû Nuaym’ın kitabında zikrettiği sahâbe, tâbiîn ve müctehid imamlarından pek çoğunun bilinen anlamı ile tasavvufi bir irtibatları olmamasına rağmen, tasavvuf ehli ile beraber anılmaları onların da bu yönü ile tasavvufa nisbetlerinin olduğunu göstermektedir.

“Ve herkesin tasavvufu da onun sâdıkāne bir şekilde, dürüst, samimî bir şekilde Cenâb-ı Allâh’a yönelmesidir. İşte böylece anlamalı!..”

Önceki kaidelerde müellif, incelediğimiz hakikatin şümûlünü doğru bir şekilde ortaya koymak gerektiğini ifade etmişti. Burada şümûlü, «Hakk’a teveccühte sadâkat gösteren herkes» şeklinde oldukça geniş şekilde ortaya koymuş oluyor.

Rabbimiz, bizleri yüce Zâtına yönelenlerden eylesin. Teveccühümüzde cümlemizi sâdık olanlardan, sıddîklardan hisse alanlardan kılsın.

Âmîn…

EMİN SARAÇ HOCAM’DAN…

Hazret-i Ali der ki:

“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”

Çünkü bir harf demek bir hayat demektir.

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senâlar olsun. Bizleri çok güzel hocalarımızla buluşturdu. Geçtiğimiz ay âhirete tevdî ettiğimiz, dünya sürgününü tamamlayarak asıl vatana göçen muhterem Emin SARAÇ Hocamız’dan da ders okumak nasip oldu. Onun hayatında okuyucularımız için, bilhassa ilim talebeleri için çok ibretler var.

Emin SARAÇ Hocamız’ın babası, hâfızlık yapabilmesi için onu ve kardeşlerini gecenin üçünde kaldırıyordu. Lâmbaları kapatıyorlar, perdeleri indiriyorlar, mum ışığında Kur’ân-ı Kerim ezberliyorlardı. Jandarma korkusundan köşe bucak kaçarak Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemişti.

Devran değişti; şimdi, Cenâb-ı Hak öyle güzel imkânlar lutfetti ki, Kur’ân hizmetleri devletin itibar ettiği bir husus hâline geldi. Fakat her dönemin kendi mes’ûliyeti var. Ne hikmet ise; işler rahatladıkça insanlara bir gevşeme geliyor. Hâlbuki aksine Cenâb-ı Allâh’ın verdiği nimetleri; çok daha verimli, faydalı kullanmaya gayret etmemiz lâzım.

Hicretten bir müddet sonra nâzil olan âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak mü’minlerin birbirlerinin dostu ve velîsi olduğunu bildirdi. Bir başka ifadeyle mü’minlerin birbirine zimmetli olduğunu beyan etti. Maddî ve mânevî yardıma çağırdığında kardeşine yardım etmesinin bir mü’min için en mühim bir vazife olduğunu tâlim etti. (Bkz. el-Enfâl, 72) Müteâkip âyette, kâfirlerin de İslâm karşısında böyle bir dayanışma içinde olduklarını hatırlatarak devamında mü’minlere şu îkazda bulundu:

اِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْاَرْضِ وَفَسَادٌ كَب۪يرٌۜ

“Eğer bu vazifelerinizi yapmazsanız, yeryüzünde anarşi çıkar, büyük bir yozlaşma zuhur eder.”

Medine’deki bir avuç müslümana hitaptır bu.

“Eğer siz, Allâh’ın size verdiği hidâyet nimetini, takvâlı ilim nimetini paylaşmazsanız, mahrumlara ulaştırmazsanız; yeryüzünde anarşi çıkar ve büyük bir yozlaşma meydana gelir. Yeryüzünün dengesi, huzuru ve âsâyişi size bağlı. Siz Kur’ân’ı rûhunuza hazmettirip; onu kendinizden başlayarak bütün etrafınıza yaydığınız sürece, yeryüzünde muhabbet, sulh ve selâmet hâkim olur.”

İşte Emin SARAÇ Hocamız ve onun emsâli hocalarımız en karanlık şartlarda dahî bu vazifeyi edâ etme gayretinde oldular. Niyetleri öyle hâlis idi ki hocası Ali Haydar Efendi ona şöyle dermiş:

“–Oğlum! Seninle bizim aramızda bir fark var! Biz okurken; «Okuyalım, âlim olalım, müderris olalım, şeyhülislâm olalım» diye tahsile başladık. Ama senin okuman öyle değil. Senin maddeten önün karanlık görünüyor. Fakat evlâdım! Allah, sana cennetini va‘dediyor.”

O ihlâsla ilme ve tahsile, sonrasında da tedrîse sarılan Emin SARAÇ Hocamız, daha dünyada iken bu samimiyet ve fedâkârlığının semeresini gördü.

Ne kadar ibretâmizdir:

Ali Haydar Efendi, 1960’ta vefât etti. Cenazesi, Fatih Camii’nin hazîresine defnedilecekti. Ama dönemin ihtilâl güçleri, müsaade etmediler. Edirnekapı’da Sakızağacı Kabristanı’na defnedildi. Fakat o karanlık dönemlerde ısrarla, sabırla ilim okumaya devam eden Emin Hocamız’a, hocasının göremediği Fatih Camii’nin avlusuna defnedilme nimeti nasip oldu. Babasının jandarma dipçiğiyle dayak yediği bir devletin kolluk kuvvetleri, onun cenazesinde âsâyişi temin için seferber oldular.

“Âkıbet müttakîlerindir!”

Emin Hocamız 13-14 yaşlarına geldiğinde, babası;

“–Oğlum! Bu köy şartlarında ben sana daha fazla bir şey veremeyeceğim. Seni İstanbul’a Ali Haydar Efendi’ye gönderelim.” der.

Ali Haydar Efendi, Emin Hocamız’ın dedesinin tekke arkadaşı. Aralarında böyle bir hukuk var.

Filân gün Emin Hoca ve kardeşi köyden uğurlanacak, Erbaa’ya, oradan Tokat’a; Tokat’tan da otobüsle İstanbul’a geçecekler. Köyün tanınmış ailesi olduğu için, bütün köy halkı hocayı uğurlamaya çıkmış. Arabaların geçtiği yola, şoseye kadar uğurlayacaklar. Lâkin bir gariplik olmuş: Evden çıkıp 50-60 metre gittikten sonra annesi demiş ki:

“–Oğlum Emin! Sen gidersin. Benim tarlada işim var”

Birkaç adım sonra da babası da gayet sakin;

“–Oğlum, benim de tarlaya gitmem gerek” demiş bırakmış. Köylüler, 1 kilometre kadar yürüyerek iki ilim yolcusunu uğurlamışlar. Fakat anne-baba yok. Hoca çok içerlemiş. İstanbul’a gelmiş; küsmüş annesine, babasına. Hiç haber de vermemiş.

Aradan epey bir zaman geçmiş. Altı-yedi ay sonra ders okuduğu Fatih Camii’nde, köyünden bir tanıdıkla karşılaşmış. Hattâ bu tanıdık amca, onu oradaki bir kıraathâneye götürmüş. Çay içmiş, hasbihâl etmişler. Bir müddet sonra demiş ki:

“–Oğlum Emin! Ben memleketten geliyorum; hiç annenden, babandan sormuyorsun?”

Emin hoca hâlâ kırgın;

“–Benim annem, babam yok ki!” demiş. “Onlar beni durağa kadar bile uğurlamadılar.”

“–Oğlum, öyle deme!” demiş ve hakikati bir bir anlatmış:

“O gün baban, annene demiş ki:

«–Hanım! Biz bunu durağa kadar uğurlarsak orada ağlarız. Ben de ağlarım, sen de ağlarsın. Bu çocuğun aklı hep köyde kalır. Biz bağrımıza taş basalım, kapıdan uğurlayalım. Ağladığımızı görmesin.»

Annenin, babanın, o gün bugündür hep o yoldan geçerken gözleri yaşlıdır evlâdım.”

Hiçbir şey emeksiz, zahmetsiz olmuyor. Öyle hanım evlâdı gibi ananın, babanın dizinin dibinde tahsil olmuyor. Ne demişler:

“Tahsilde rıhlet şarttır.”

Gurbete çıkacaksın. Her şeyi silerek, ilim yolunda yol katedeceksin. Ne kadar çok çile çekersen, o kadar çok kemâle doğru yol alırsın.

Bir de Ali Haydar Efendi’yle bir hâtırasını zikredelim:

Emin Hocam İstanbul’a gelince, Ali Haydar Efendi’den ders almaya başlıyor. Bir müddet tahsilden sonra kısa bir ara veriyor. Memlekete dönmesi gerekiyor, ayrılıyor. Sonra tekrar İstanbul’a geldiğinde hemen hocasının yanına geliyor;

“–Efendim, ben geldim. Derslere başlayabilir miyiz?” diyor.

Ali Haydar Efendi «muam­merûn»dan idi. Yani uzun ömür yaşamıştı. Bu tarihlerde iyice pîr-i fânî hâline gelmiş vaziyette;

“–Evlâdım, kulağım artık duymuyor. Hastayım, yataktan kalkamıyorum. Beni mâzur görsen…” diyor.

Emin Hoca da ne yapsın, genç delikanlı;

“–Boynumu büküp döndüm.” diyor. Karagümrük’te Üçbaş Medresesi diye bir medrese var yıkık dökük. Onun bir odasını toparlamışlar, orada kalıyor.

“–Sabah namazından sonra medrese odasına çekilmiştim. Kapı çalındı. Baktım, hacı anne. Ali Haydar Efendi, hanımını göndermiş, beni çağırdı. Apar topar gittim. Ali Haydar Efendi, bana dedi ki:

«–Oğlum, sabaha kadar uyuyamadım. Böyle bir zamanda birisi bana ilim tahsili için gelir de ben ona nasıl; ‘Hayır!’ derim?» diye sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Gel elimden geldiğince derslerimize devam edelim.»”

Bundan dolayı Emin Hocam da gecesini, gündüzünü ilim okutmaya vakfetmişti. Bir kişi olmuş, iki kişi olmuş, hiç sayıya takılmadı. O; nöbet mahalline oturur, camide yerine geçer, gelen varsa okutur yoksa açar Kur’ân’ı, cüzünü okurdu. Niye? Öyle peygamberler gelmiş geçmiş ki, hiç ümmeti olmamış. Onların peygamberliklerine hiç noksanlık gelmiş mi? Elbette hayır. Öyle peygamberler olmuş; bir kişi ümmet olmuş, iki kişi ümmet olmuş. Öyle peygamberler gelmiş, ümmetleri öldürmüş onları.

Bugün; bir-iki değil, binlerce, on binlerce imam hatip talebesi, Kur’ân kursu talebesi ve cümle ümmet-i Muhammed alâka gösterecek fedâkâr âlimler, irşâd edecek feyizli hocalar bekliyor.

Bu vazifeyi gerçekleştirirsek istikbâlimiz nurlanır. Âkıbet müttakîlerin olur.

Gerçekleştirmezsek, belimizi büken o fitne ve anarşi, o büyük fesat ve bozgunculuk tekrar kuvvetlenir. Allah muhafaza, bunda bizim de vebâlimiz olur.

Hâsıl-ı kelâm; bizim vazifemiz, okumak, okutmak, Allâh’ın dînine yardım etmek. Ötesi Âlemlerin Rabbi’nin bileceği bir iş.

Rabbim hocamıza ganî ganî rahmet eylesin.