MESNEVÎ -3-

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

BÜLBÜL! HİKÂYETİN KEREM ET, ZÂĞA SÖYLEME!

Sîne hâhem şerha şerha ez-firak,
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyak.

“Ayrılık derdinden lîme lîme olmuş bir sîne isterim ki, hasret ve özlemin ne anlama geldiğini ona anlatabileyim.”

Bir önceki beyitte, insân-ı kâmilin ayrılık derdinden; kadın-erkek herkesin müteessir olduğunu anlatmıştık. Bu teessür, insandan insana farklılıklar göstermektedir.

Hazret-i Pîr;

«Ayrılık derdinden pâre pâre bir sîne isterim ki» derken «gönül» anlamında «sîne» kelimesini kullanmıştır. Sîne Farsça; «göğüs, kalp, sadır» anlamındadır. Tasavvufî literatürde sadır; ilâhî bilginin kaynağı olan kalbin yedi mertebesinden biridir. Kalp ise sözlükte;

«Bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek» mânâsında olup, vücudumuzdaki kan dolaşımını sağlayan organ ve Rabbimiz ile aramızdaki iletişimin kurulduğu ilâhî cevherdir. Bu ilâhî cevheri barındıran kalbimizi sadrımız kuşatmıştır.

Mevlânâ Hazretleri; bu beyitte derdini anlatacağı kişinin kalbini de kendisi gibi, ayrılık derdi ile şerha şerha olmuş görmek istiyor. Böylece, asla olan iştiyak derdinin sırlarını söyleyebilsin. Çünkü Hazret’in anlatacaklarını bu dertten muzdarip olanlar anlayacak ve istîdatları ölçüsünde faydalanacaktır.

Şerha: Dilimlenip kesilmiş şey demektir. Burada da gönlün parça parça olması anlamında kullanılmıştır. Şerh etmek de gizli olan bir şeyi açıp meydana koymak demektir.

Fîhi Mâ Fîh 26. fasılda şöyle buyurulur:

“Söz, dinleyen kimselerin istîdâdı kadar gelir. O ne kadar emip beslenirse / gıdâlanırsa hikmet sütü o kadar nâzil ve zâhir olur. O emmeyince hikmet dahî hârice çıkmaz ve yüz göstermez. Acîb şey! «Niçin kelâm zuhur etmiyor?» dersin. Acîb şey! Sen neden kelâmı cezbetmiyorsun? Sana dinlemek kudretini vermeyen Zât-ı Azîmüşşân söyleyene de kelâm arzusunu vermiyor.”

Hazret-i Mevlânâ âlim, fakîh ve hikmet sahibidir. İlmî anlamda hadis, tefsir, fıkıh gibi ilimlere vâkıftır. Müderristir. Hem hâli hem de kelâmı ile Allâh’a çağıran Hazret-i Pîr, dertli insana sürekli;

“Bana gel, beni dinle!” demektedir. Herkes; kendisini doğru anlayan, alâka duyduğu hususta konuşabileceği, istişâre edebileceği, kısaca kendi hususiyetlerine sahip insan arar. Bunun için de konuşacağı alanda bir uzmanlık ve akıl seviyesi görmek ister. Çünkü anlamayana söz söylenmez. Eğer aşk derdinden bahsedecekseniz de; aşkın, derdin, çilenin ne olduğunu kavrayabilecek olgunlukta insan gerekir. Bu dünyadan, ölüm ile ayrıldığımızda Allâh’ın cemâline vâsıl olma iştiyâkımız yoksa Mevlânâ Hazretleri’nin derdini anlayabilme ihtimalimiz görünmemektedir. Bu dünyadan âhirete yüz akı ile göçebilmek için Allah, Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Kur’ân-ı Kerim ile buluşan bir hayatımız, ümmete ve insanların kurtuluşuna dair bir derdimiz yoksa sadece kendi nefsi için yaşayan insanızdır. Hâl böyleyken bu dünyada beklentimiz, sadece kendi nefsimize dair olabilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“Kişinin mâlâyânî / lüzumsuz işlerle meşgul olmaması, onun İslâm’ının güzelliğindendir.” (Mecmau‘z-Zevâid, h. no. 12636, 12637)

Bu yüzden nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye ile nefsin kötü huylarından arındırılıp iyi huylar ile donatılması ve kalbin Allâh’ın rızâsı hâriç her menfî duygudan arındırılması gerekir. Biz kullar için lüzumlu olan budur. Diğer türlü dünya ve âhireti yani iki zıddı bir araya getirmek mümkün görünmemektedir. Dünyayı tamamen terk etmek kābil olmadığına göre kalben terk gerekmektedir. Bunun için de; dünya işlerimizde şer‘î hükümlere uymamız âyet-i kerîmelerde buyurulmaktadır. Bunu yapabilmek için; Allâh’ın rızâsı olmayan işlerden, nasûh tevbesi ile yüz çevirmek elzemdir. İlâhî emirlere uyulup, yasak olanlardan kaçınılarak, gönül îmân ile tezyîn edilmelidir. Yüce Hakk’ın muhabbeti ile şerefyâb olan gönül, Mevlânâ Hazretleri’nin bir şiirinde de şöyle anlatılır:

“Aşk öyle bir ateştir ki; yandığı zaman, sevgiliden başka her şeyi yakıp kavuran,

(Lâ!) kılıcını çekip Hak’tan başkasını kaldırmalı, ortada Allah’tan başka ilâh kalmamalı.” (Mesnevî, V, 588-590. beyit)

Bununla da; Allâh’a vâsıl olmada şer ve günah kaynağı, kötü huya sahip nefsin ıslah olması ve terbiye edilip iyi huylarla bezenmesi hedeflenir. Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

“Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (en-Nisâ, 79)

Peygamber Efendimiz de nefsinin şerrinden Rabbimiz’e sığınmıştır:

“Allâh’ım nefsimin şerrinden Sana sığınırım.” (İbn-i Mâce, Tıb, 36; Tirmizî, Deavât, 34)

Şeytanın işbirlikçisi, içimizdeki Firavun da, yine nefsimizdir. Rivâyette buyurulur:

“En büyük düşman nefsindir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:143) Nefsimizle savaş da; cihâd-ı ekber olarak adlandırılmıştır. Çünkü nefis; malı, mevkîyi, evlâdı, böbürlenmeyi, kibri, hileyi, desîseyi vs. sever. Bunlar Allâh’a vâsıl olmada en büyük engellerimizdir. Kurtuluş yolu, nefse; sabır, muhasebe, mücâhede ile muhalefet etmektir. Zünnûn-i Mısrî;

«Allah ile kul arasındaki en kalın perdenin nefis olduğunu» söyler.

Bunun için nefis perdelerini yırtmak ve Hakk’a vâsıl olmak istiyorsak nefsi terbiye etmek gerekir. Bu da hicab perdelerini, Allâh’ın isim ve sıfatlarını öğrenerek olacaktır. Kendini bilen Rabbini bilir. Bilmek için de tanımak ve gönlünü Rabbe açmak elzemdir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa; o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir?” (ez-Zümer, 22)

Âyetin hürmetine, kalplerimizi nûr ile doldur Allâh’ım!..

Kendimizi âciz, Rabbimiz’i Yaratıcı olarak bildiğimizde kulluğumuzu daha iyi yapabilmek gibi bir derdimiz var. Eğer bu dert bize motor gibi kuvvet verirse, bu yolda enerji ve sinerjimiz çoğalır. Derdimizi büyütür ve güzelleştiririz. Yoksa;

“Derdini büyütmeyen nefsini büyütür.”

İnsan derdini paylaşmak ister. Önemli olan; bir kişinin derdini anlamasak da, o derdi yaşamamış olsak da, empati kurarak, kadirşinas bir yaklaşım sergileyebilmektir. En azından o zaman karşımızdaki kişiyi rahatlatacak, ferahlatacak, mutlu edecek birkaç cümle kurabiliriz. Sevinçler paylaşıldıkça büyür, elem ve kederler paylaşıldıkça küçülür. Bunun için insan; hayatta kendisini doğru anlayan kişilere muhtaçtır. Kıvâmında dostlukların, arkadaşlıkların değerine paha biçilemez. Hâlden anlayan insana eş olmanın güzelliği ise bambaşkadır. Allah dostları eskiden hem dertlerini paylaşmak hem de muhabbeti aşılamak için sürekli istîdat sahibi insanlar ararlarmış.

Sözlerimize Dede Ömer Rûşenî’nin mısraları ile son verelim:

Bülbül! Hikâyetin kerem et, zâğa söyleme!
Zâğ u zegan dediklerini bâğa söyleme!

“Ey bülbül, lütfen hikâyeni kargaya anlatma! Karga ve çaylağın dediklerini de, (gülün) bağında anlatma!”