BİR RAMAZAN GECESİ…

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Garip bir hâl vardı üzerinde. Ellerini göğsünde birleştirdi;

“–Sübhânallah!” dedi. “Hayırdır inşâallah, Rabbim güzelliklerini eksik etmesin!” diye mırıldandı.

Yirmi beşinci gecesiydi Ramazân’ın.

Gözlerini gökyüzüne çevirdi. Akşam namazında da terâvih namazında da bakmıştı göğe. Acaba bu gece o gece miydi? Açık, berrak ve tunç bir gecenin sarmalında kucaklanmış yıldızların parlaklığından gözlerini alamadı. Göğsündeki coşkun nefes alışları daha derinden hissetmeye başladı, hattâ sadece nefesinin sesini duyuyordu hışır hışır dalgalanan yapraklarıyla ulu dut ağacının altındaki sedirin üstünde.

Eve doğru baktı. Bir elin parmaklarını geçmeyen adette iftar yapmıştı bu Ramazan evde. Bu akşam da o sayılı akşamlardan birisiydi. Yılların vefâkârı hanımı ise bu beraber iftar sonrasında terâvih namazından da direkt eve gelmesinden memnun ve mesrur, bol hatırlı bir kahve yapmak için mutfağa geçmişti.

Az sonra kahveler de gelmiş, karşılıklı oturmuşlar ve gecenin engin sessizliğinde kaçamak bakışlarla uzun mu uzun bir hasbihâl meclisinde bulmuşlardı kendilerini.

Yavaşça kımıldandı dudakları Mehmet Hoca’nın;

“–Bu gece galiba Kadir Gecesi, hatun…” dedi.

Neredeyse kırk yıllık kocasının sözlerinin ifade ettiklerinden ziyâde, Anadolu kadınının irfânını konuşması, susması, oturması, kalkması velhâsıl her hâliyle yaşayan imam eşi;

“–Âşığa her gece Kadir, gayrıya Kadir de nedir?” dedi.

Tatlı bir tebessümle karşılık verdi bu cevaba.

Tekrar sessiz konuşmalarına daldılar. Kahve fincanını bitirip, sehpanın üzerine koydu. Yanlarındaki caminin gökyüzüne uzanan minaresine baktı. Tam yerinden doğrulacaktı ki telefon çaldı.

Doğruldu, telefonun bulunduğu odaya geçti ve kısa bir konuşma sonrasında hanımının yanına geldi:

“–Albay Hüseyin. Oğlu gelmiş, üniversiteden. Çıldırmış gibiydi;

«–Yetiş Hocam!» diyor başka bir şey demiyor. Hayırdır inşâallah. Bir gidip geleyim hanım.”

“–Ceyda Hanımla karşılaştık bugün. O da tedirgindi. Oğlunun geldiğini söylemişti. Oğlu üniversitede farklı fikirlerin tesiri altına girmiş; «Hüseyin Efendi ile tartışmasalar bari…» diyordu.”

Mevzu anlaşılmıştı az buçuk. Bu tatlı gecenin sabahı bakalım nasıl olacaktı?

Tek şerit ütülü lâci pantolonunun üstüne aynı kumaştan terzi İbrahim’e diktirdiği ceketini giydi. Yakasını düzeltti. Dışarıdan bakan; «Ankara’dan bir vekil geldi, herhâl…» derdi görünümüne.

Alışılmış bir cami imamı gibi giyinmez, daima en kaliteli kumaşlardan özel dikim kıyafetler giyer ve imâmetin ağırlığını öncelikle temiz, tertipli ve şık kıyafetlerle taşımaya özen gösterirdi.

***

Adımlarını yavaş yavaş atıyordu. Trakya’nın bu köyüne tayini çıktığında arkadaşları;

“–Caminin duvarlarına vaaz edersin artık!” demişlerdi. Fakat oldum olası peşin hüküm vermezdi hiç. Ve köye geldikten sonra da gördü ki, insanlar hakikate açlar. Kendinden önceki imam, köyün kahvesini de işleten vasat bir yurdum insanıydı. Ne verebilirdi ki köylülere?

–Hoca, iki çay getir!

–Hoca, boşları al!

–Hoca, bir yeni deste ver!

İlk karşılaştığı manzara buydu vazifeyi devralmaya geldiğinde. Hattâ;

“–Hoca, iki bira ver oradan…” sesini duyduğunda ve hocanın elinde bira şişeleriyle yürüdüğünü gördüğünde çılgına dönmüş, selefini milletin içinde dövmemek için kendini kahveden dışarı zor atmıştı.

Arkasından;

“–Alışır… Alışır… Bu da alışır…

–E, mecbur be yaa…

–Alışmasa ne olacak?.. Keyfi bilir!..” gibi konuşmaları ve kahkahaları duymadığını göstermek için geriye dönüp bakmamıştı bile.

Şimdi çok şükür caminin cemaati artmış; kahvehâne aslına -kitap okunan bir kıraathâneye- dönmüş, hangi kapıyı çalsa hâne sahibi tarafından hürmetle kabul edilen bir misafir olmuştu imam Mehmet Hoca.

Hele Albay Hüseyin Efendi namaza başlamış, eşi Ceyda Hanım da tesettüre girmiş köyde bir devrim havası esmişti.

Evlerini bir okul gibi yapmışlar; yılların mânevî açlığını gidermek için de tefsir, hadis, fıkıh, tarih kitapları başta olmak üzere pek çok kitapla açık bir kütüphâneye çevirmişlerdi. Mehmet Hoca; her hafta muntazaman davet edilir, komşularla birlikte otururlar, çeşitli dînî konularda sorular sorulur ve cevaplar alınırdı. Bazen de bunun gibi özel durumlar olur, Mehmet Hocadan rica ederlerdi kendilerine yardımcı olmasını.

Mehmet Hoca için de bir farklı mektep olmuştu bu köy. Camiye gelen adama dîni anlatmak kolaydı. Camiyi, cemaati, dîni, İslâm’ı bilmeyen müslümanlara; dîni anlatmak için hem kendini geliştirecek pratik sahası hem de karşılaştığı farklı konularda araştırma yapmasına vesile olacak zamanı ve zemini oluyordu.

Albay kendini çağırıyorsa, mutlaka ciddî bir durumla karşı karşıyaydı.

Dilinde; «Rabbi yessir…» duâsı ile Albay’ın kapısını tıklattı.

***

İçeride beş kişilerdi.

Albay Hüseyin, eşi Ceyda Hanım, Albay’ın ilk eşinden çocuğu Kadir ve Kadir’in üniversiteden arkadaşı Cenk ile Mehmet Hoca.

Albay, hışımla;

“–Hocam, bu benim hayta, Kadir.

«Tanrı yoktur!» diyor. Çıldıracağım. Hele bir konuş şununla.”

Mehmet Hoca, sakin ve tok bir ses tonuyla;

“–Komutan. Hele biraz sakin ol! Burası askeriye değil; «Otur!» deyince oturulmaz; «Kalk!» deyince kalkılmaz. Hele hele kalbî konularda, inanç mevzularında emir ile yol alınmaz kesinlikle. Dinleyelim bakalım gençleri…

Hazret-i Ali Efendimiz ne demiş?

«Çocuklarınızı kendi içinde yaşadığınız günlere göre değil, onların yaşayacağı günlere göre yetiştirin.» Onların zamanı ve onların sıkıntıları bizimkilerden çok farklı. Onların düşüncelerinin ve davranışlarının da farklı olması gayet tabiî. Öyle değil mi gençler?”

Albay, tam anlamıyla şok yaşıyordu. Fakat bu şaşkınlık hâli sadece Albay’da değildi. Aynı zamanda gençler de şaşkındı. Sanki üniversitede ders veren hocalarından birisi ile konuşuyorlardı.

İlk şoku biraz da ev sahibinin oğlu olması sebebiyle Kadir atlattı ve sordu:

–Pardon. Siz gerçekten imam mısınız? Babam; «Mehmet Hoca’yı çağırdım!» deyince, biraz farklı bir tip bekliyordum açıkçası…

–Nasıl bir tip bekliyordun?

–Ne bileyim. Böyle janti giyimli birisi değil en azından.

–Kıyafet sadece bir perdedir. Pek çok şeyi örter. Düşüncenin kirliliğinden tut da bedenin kirliliğine kadar. Zarftır. Önemli olan mazruf yani içinde ne var o mektubun? Kıyafetin kalitesi insanı kaliteli yapmaz, temizi insanın temiz olduğunu gösterir sadece. Bu kıyafetim de temizdir. Müslümanın temiz olması da gerekir. Temizlik içten başlar ve dışa doğru kuşatıcı bir dalga ile büyüyerek artar. İç, temiz olmazsa dış da temiz duramaz.

–Tam anlamadım. İç nasıl temiz olur?

–İçin temizliği su ve sabunla olmaz. Dışın temizliği ise susuz ve sabunsuz olmaz. İç, ancak inançla temizlenir. Ancak, temiz bir inançla.

–Ben de inanıyorum. Babam her ne kadar benim; «Tanrı yoktur!» dediğimi söylese de ben öyle demiyorum. Tanrı vardır. Tanrı bizleri yaratmıştır. Ben ateist değilim.

–Cenk, sen ne diyorsun?

–Ben de ateist değilim.

–Hangi fakültede okuyorsunuz?

–Felsefe.

–Felsefe.

–Güzel. Felsefe okuyorsanız sizin muhakemeniz çok iyidir; «Komutanım, neden bu kadar kızıyorsun bu aslan gibi çocuklara yahu? Ne güzel işte. Allâh’a inanıyorlar.»

–Tanrı’ya inanıyoruz fakat babamın inandığı ve muhtemelen sizin inandığınız gibi imtihan ve öte dünya yani âhiret gibi bir inancımız yok.

–Âhirete inanmıyorsunuz yani?!.

–Evet, âhiret inancı insanların kendilerini kandırmak ve bu dünyadaki zorluklara göğüs gerebilecek gücü kendilerinde bulmak için uydurdukları bir savunma mekanizması.

–Neden ve nasıl bir savunma mekanizması?

–İyi bir insan olmak için kişinin kendisini zorlamasına çalışması yani. Kötülük yaparsa ceza olacağı için, iyilik yapmaya kendini mecbur hissetmesi.

–Güzel bir yaklaşım. Peki; «Bu doğru mu yanlış mı?» diye sormuyorum. Bu durum faydalı mı faydasız mı?

–Kesinlikle faydalı. İnsan kötülük yapacağında, zihnindeki Tanrı korkusu ve cezalanacağı düşüncesi onu kötü fiillerden uzak tutar. Bunun yanında zorluklar karşısında da sabır telkin eder. Sabrederse mükâfat alacağını düşünür.

–O zaman, faydalı bir düşünceye karşı çıkmak neden?

Cenk;

“–Karşı çıkmıyoruz. Sadece bir savunma mekanizması…” diyoruz. “Yanlış bir düşünce fakat faydalı bir düşünce.”

–Yanlış olduğu kanaatine varmak için erken değil mi? Bir şeyin doğru ya da yanlış olduğu, eldeki verilerle ve aklın çıkarımları ile te’yid edilmeli değil mi? Siz felsefe okuyorsunuz. Aklınızı erken emekli etmek olmaz mı bu?

Kadir;

–Yani, bu da bizim inancımız. Tanrı vardır, fakat kural ve kaideler yoktur. Âhiret diye bir yer yoktur!

–Açıkçası birisinin; «Tanrı yoktur!» demesi mi yoksa; «Tanrı vardır, fakat nizam koymamıştır.» demesi mi daha akıllıcadır deseler; «Tanrı yoktur!» demesinin daha akıllıca olduğunu düşünürüm…

Albay Hüseyin;

–Mehmet Hocam, ne diyorsun sen? Tövbe estağfirullah… «Tanrı yoktur!» demenin akıllıca olduğunu söylemek ne demek?!.

Kadir;

–Babacığım, bir dakika… Hoca, başka bir şey diyecek herhâlde.

–Evet. Bravo sana Kadir. Felsefe öğrencisi olduğunu gösterdin. Sen ne diyorsun Cenk?

–Açıkçası, söylediğiniz gibi düşünmemiştim hiç. Fakat şimdi düşününce söylediğiniz daha mantıklı gelmiyor değil… Yine de devamını dinlemek isterim.

–Teşekkürler. Evet, birisinin; «Tanrı vardır. Yaratmıştır fakat kenara çekilmiştir. Hiçbir şeye karışmamaktadır!» demesi; «Aslında ben Tanrı’nın buyruklarına uymak istememekteyim ve kukla bir tanrı inancının isteklerime daha uygun olduğunu düşünüyorum.» demesi ile eş değerdir.

–…

–…

–Allah, insana akıl vermiştir ve bu aklı da kullanmasını salık vermiştir. Tanrı’nın varlığını nasıl bilebilirsiniz?

Cenk;

–Tabiata bakarak…

Kadir;

–Düşünerek…

–Başka?

–Hissederek… İçten ve aşkın bir duyguyla…

–Daha başka?

–…

–…

–Bizzat kendisinden gelen bilgi ile olamaz mı?

–…

–…

–Bilinen ve bilinmeyen bunca şeyi yaratan bir Yaratıcı, İlk Varlık, İlk Muharrik, Tanrı, Allah. Artık adına ne derseniz deyin, kendisinden haber veremez mi? İşaretler koyamaz mı yola? Şehirlerarası yollardaki tabelalar gibi?

Cenk;

–Neden ihtiyacı olsun ki?

Kadir;

–Bu, Tanrı’nın acziyeti olmaz mı?

–Neden âcizlik olsun ki? Bu bir acziyet değil ve bir ihtiyaç da değil. Yaratılanlara, kendisini bulmaları için bir imkân daha sunmaktır. Öyle değil mi?

–«Hayır!» demek isterdim, fakat öyle görünüyor…

–Bence de öyle…

–Bir soru daha sorayım size: «Yaratıcı, Allah veya Tanrı; neden bunca mikro ve makro düzeyde bir yaratış yapsın, sonra da kenara çekilip hiçbir şeye karışmasın?»

–…

–İyilik için, olamaz mı?

–Olabilir tabiî. Kime iyilik için? Sana mı, dışarıda havlayan köpeğe mi yoksa gökyüzünde parlayan yıldıza mı, denizlerin binlerce kilometre derinindeki tek hücreli canlıya mı yoksa gökyüzünde uçan kartala ya da kanaryaya mı?

–…

–Değerli gençler. Temiz bir akıl ve sizin gibi temiz bir bakış açısına sahip gençlik çok rahat bir şekilde Allâh’ın varlığını ve birliğini düşünce ikliminde bulabilir. Fakat şimdinin değil, geçmişteki birtakım bedbaht insanların da söyledikleri gibi âhiret haberi ve hesap sorulacak olması, günahkâr zihinleri, ruhları korkutmuş ve onlar da kendilerine Allâh’ı ve âhireti hatırlatan peygamberlere, uyarıcılara;

“Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir.” (Yûnus, 15) diyerek karşı koymuşlardı. Çünkü;

“Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve tekrar Bizim huzûrumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) âyetinde söylendiği gibi huzûra varıp hesap vermekten korkmuşlardır. Bundan kurtuluş çaresi olarak da en kolay yöntem olarak inkârı seçmişlerdir.

***

Sahur vaktine kadar böyle devam etti konuşmalar. Mehmet Hoca, izin aldı ve ayrıldı. Yarın için sözleştiler, konuşmalara devam edeceklerdi. Zamanın bu kadar hızlı geçtiğini kimse fark etmemişti.

Yorgun bir şekilde dışarı çıktı Mehmet Hoca. Gökyüzüne baktı. Akşamdan kalan halâvet aynıyla duruyordu.

“Bu gece Kadir mi bilmem, fakat güzel geçti elhamdülillâh…” diye mırıldandı eve doğru yürürken. Vakit iyice daralmıştı. Etrafta köyün başıboş köpeklerinin havlamaları ile evine vardı. Hızlı bir sahur yaparak caminin yolunu tuttu.

Sahur vaktinin bitişini işaret eden ezanı okudu. Ramazan olduğu için sabah namazlarını vaktin girişinden yarım saat sonra kılıyorlardı. Başka zaman olsa güneşin doğuşundan yarım saat önce kılarlardı.

Gecenin son dakikalarını Kur’ân okuyarak geçirdi. Her zamanki cemaat yavaş yavaş geliyordu. Kapı bir açılıp bir kapanıyor ve yavaş sesli bir selâm duyuluyordu arkadan. Kur’ân’ı kapattı. Sünneti kıldı. Ve kāmeti beklemeye başladı. Kāmetle birlikte yerinden kalktı, cübbesi sırtında mihraba geçti. «Safları sıkı tutun!» demek için cemaate döndü. Albay Hüseyin ile göz göze geldi. Mutlu mutlu tebessüm ediyordu Albay.

Sağında oğlu Kadir, solunda Kadir’in arkadaşı Cenk. Onlara da baktı Mehmet Hoca. Gözleri ile selâmladı. Kıbleye döndü. Tekbir için ellerini kaldırdı.

Gecenin farklı bir gece olduğunu akşamdan hissetmişti. Belki Kadir Gecesi değildi bu gece, fakat hem Mehmet Hoca hem de arkadaki Albay ve iki genç yürek için için Kadir Gecesi’ne eş bir gece olmuştu.

Mehmet Hoca;

“–Allâhu Ekber!” dedi ve tekbir alarak namaza başladı.

Gözlerinden süzülen yaşlar ve sesindeki hafif titrekliği sadece Albay Hüseyin hissedebiliyordu. Aynı gözyaşları onun da yanaklarını ıslatıyordu çünkü.