İNSANA YAKIŞMAYAN ÇİRKİN VASIF: NANKÖRLÜK

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

PADİŞAH ve AV KÖPEĞİ

Ferîdüddîn Attâr’ın naklettiği şu kıssa, çok ibretlidir:

Bir padişahın sevdiği bir av köpeği vardı. Padişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında mutlaka onu yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün padişah, yine onu yanına almış, saray erkânı ile ava çıkmıştı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakûr bir şekilde ilerleyen sultan, gayet neşeliydi.

Lâkin gördüğü manzara bütün neşesini kaçırdı. Çok sevdiği köpeği, değersiz bir kemik parçasıyla oyalanmaktaydı. Padişah, önce mahzun olarak elindeki ipi çektiyse de köpek direndi; pis kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Bunca nimetimle perverde iken, beni bırakıp da iki kemikle meşgul olmak!.. Kabul edilir şey mi?!.” dedi.

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmedi. Gazapla;

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Gafil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler padişaha;

“–Sultanım; üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde padişah;

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi. Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lütufların acısını yaşasın!..”

HİSSELER

•Nankörlüğün fecaati.

Nimete karşı nankörlük çok kötü bir husûsiyettir.

En küçük bir nimete bile nankörlük, çirkin iken; insanın kendisine sonsuz nimetler ihsân eden Rabbine karşı nankörlüğünün ne kadar beter ve rezil bir vaziyet olduğunu düşünmek îcâb eder.

Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus; yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak kendisinden yüz çevirmesidir.

Âyet-i kerîmede gafil insanın nankörlüğüne şöyle dikkat çekilir:

“Kahrolası insan; ne kadar da nankördür o! Bir düşünse, Allah onu hangi şeyden yarattı?

–Bir damlacık sudan! Yarattı da ona en güzel şekli verdi…” (Abese, 17-19)

Âyet-i kerîme”de buyurulur:

“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır…” (en-Nahl, 53)

İnsan kıyâmet gününde, o sayısız nimetlerin her birinden hesâba çekilecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sonra o gün, verdiğimiz nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Cenâb-ı Hak, nankörlüğün cezasını hatırlatarak şöyle buyurur:

“(İnsan kendisine lutfettiğimiz onca nimetten sonra😉 ister şükredici olsun, ister nankör olsun! (Karşılığını elbette görecektir.)” (el-İnsân, 3)

Bir insan için en âdî suç; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bunca nimetlere karşı nankör olmasıdır.

İblis de ilâhî huzurdan tard edilişin hazin bir nümûnesidir. Meleklerin arasında bulunmasına müsaade edilecek derecede nimetlere erişmiş iken, Âdem -aleyhisselâm-’a olan hasedi sebebiyle bütün o nimetlere nankörlük etmiş ve emr-i ilâhîye isyan etmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Şeytan Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27)

•Kıssada «sultan»ın köpeğin üzerindeki mücevherleri almaması; Cenâb-ı Hakk’ın, dünya nimetlerine ehemmiyet vermemesini temsil eder.

Âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

“Eğer, bütün insanların dinsizliğe imrenecek bir tek ümmet hâline gelme mahzuru olmasaydı; Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine kurulacakları koltukları hep gümüşten yapardık. Onları altına, mücevhere boğardık.

Fakat bütün bunlar, dünya hayatının geçici metâından ibarettir. Âhiret ise Rabbinin nezdinde Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara mahsustur.” (ez-Zuhruf, 33-35)

Hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur:

“Allah katında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su bile içemezlerdi.” (Tirmizî, Zühd, 13)

Mekke devrinde zâlim müşrikler tarafından müslümanlara o kadar çok zulmedildi ki, bazı müslümanlar şu vesveseye kapıldılar:

‒Allâh’ın indirdiğini inkâr edenler; sere serpe yaşıyor, refah içinde belde belde dolaşıyorlar. Bizler ise; Allâh’a kul olduğumuz hâlde, her türlü eziyet ve cefânın içinde perişan vaziyetteyiz. Allâh’ın düşmanları, dünya bolluğu içinde yüzerlerken; biz, neredeyse açlık ve sıkıntıdan öleceğiz. (Hâlbuki, onlar haksız, biz ise hak üzere değil miyiz?)

Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın!

Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197) (Vâhıdî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 98; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, IX,132)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)

Dünyanın bir damla, âhiretin ise bir deryâ olduğu idrâk edilirse; gaflet ehlinin geçici olarak sahip olduğu dünyevî debdebe ve şâşaanın asla gıpta edilecek bir şey olmadığı anlaşılır.

Bu hakikatin en güzel ifadelerinden biri de şu rivâyettir:

Musa -aleyhisselâm- veya peygamberlerden biri sordu:

“–Yâ Rabbî; bu nasıl oluyor, yeryüzünde Sen’in dostların açlık ve korku içinde yaşıyor ve öldürülüyorlar, bir şeyler istiyorlar kendilerine verilmiyor; düşmanların ise dilediklerini yiyor, dilediklerini içiyorlar ve buna benzer durumlar oluyor?”

(Bütün zamanların sahibi olan) Allah Teâlâ, (istikbali ân hâline getirerek) meleklerine;

“–Kuluma cenneti gösterin!” buyurdu.

Kul orada daha önce benzerini görmediği nimetler gördü; çok güzel dizilmiş değerli kadehlere, sıra sıra yastıklara, serilmiş gösterişli yaygılara, güzel gözlü hûrîlere, çeşit çeşit meyvelere, kabuğunda saklı inciler gibi dizilmiş hizmetçilere baktı.

Allah Teâlâ;

“–Neticede gelecekleri yer burası olduktan sonra, dünyada çektikleri sıkıntılar dostlarıma ne zarar verir ki?” buyurdu.

Sonra;

“–Kuluma cehennemi gösterin!” buyurdu.

Onu cehenneme yaklaştırdıklarında, oradan büyük bir boyun şeklinde bir alevin yükseldiğini gördü ve bayıldı. Ayılınca Allah Teâlâ;

“–Sonunda gelecekleri yer burası olduktan sonra, düşmanlarıma verdiğim şeylerin onlara ne faydası olur ki?” buyurdu.

Kul da;

“–Hiçbir faydası olmaz ya Rabbî!” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 35/34008)

SERVETİN GERÇEK MÂNÂSI

Demek ki;

Bir kimse; dünyada maddî imkânlara sahip bulunmasını, Allâh’ın kendisinden râzı olduğu şeklinde yanlış tefsir etmemelidir.

Fecr Sûresi’nde insanın bu gaflete düştüğü şöyle bildirilir:

“İnsan;

Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde der ki:

«Rabbim bana ikrâm etti.»

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise der ki:

«Rabbim beni önemsemedi.»” (el-Fecr, 15-16)

Hâlbuki bu dünyada bir kula servet verilmesi de verilmemesi de imtihandır.

Kendisine mal, servet, makam ve benzeri bir nimet verilen kişi düşünmelidir:

“Rabbim niçin bu serveti bana verdi? Bunun hesâbı ve vebâli nasıl olacak?”

Bu şuurla, bir mü’minin, malını âhiret sermâyesi olarak kullanması îcâb eder.

Lâkin bu şuura sahip olmaz da, israf ve hıyânet edenlerden olursa; onun hâli, dünyada üzerinde mücevherlerle gezen bir kelbin manzarasına benzer.

Bütün nimetlerin sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Âyette buyurulur:

“Göklerde ve yerde her ne varsa hepsini size âmâde kıldık. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (el-Câsiye, 13)

İnsana ihtiyacından fazla verilen nimetler, onları kendisine zimmetli olan muhtaçlara infâk etmesi için verilmiştir.

“–Neyi infâk edelim?” suâline Cenâb-ı Hak;

قُلِ الْعَفْوَ

“De ki:

–İhtiyaç fazlasını (infâk edin)!” (Bkz. el-Bakara, 219) cevâbını vermiştir.

İsraf eden kişi; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimeti, kendi malı zanneder. Hâlbuki fânî dünyada kulun elindeki her şey birer emânettir. Malı da -hakikati düşünürse idrâk eder ki- kendi malı değildir.

Allah dostlarından rivâyetle Necip Fazıl’ın sık sık tekrarladığı şu hikmetli söz ne güzeldir:

“Şerîatte senin malın senin, benim malım benim.

Tarîkatte senin malın senin, benim malım da senin.

Hakikatte ne senin malın senin, ne benim malım benim! Hepsi Allâh’ın.”

Kalbin işte bu kıvâma gelebilmesi çok mühimdir.

MÂNEVÎ NİMETLERE NANKÖRLÜK!

Maddî nimetlere olduğu kadar, hattâ daha fazla mânevî nimetlere şükretmek ve bu nimetlere nankörlük etmemek de kulluğun îcâbıdır.

Ramazân-ı şerifler ne büyük bir ilâhî ikramdır. Bu ikrâma bîgâne kalmak, Cenâb-ı Hakk’ın bu muhteşem mânevî sofrasından istifâde etmemek, ne büyük bir nankörlüktür.

Bu hakikati ifade sadedinde Kâ‘b İbn-i Ücre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize;

“–Minbere yaklaşın!” buyurdu.

Biz de yaklaştık. Hutbeye çıkarken; birinci basamakta; «Âmîn!», ikinci basamakta; «Âmîn!», üçüncü basamakta yine; «Âmîn!» dedi. Namazdan sonra sebebini soranlara cevâben;

“–Cibrîl -aleyhisselâm- bana göründü ve;

«Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.

İkinci basamağa çıktığımda;

«Sen’in ismin yanında zikredilip de Sana salevat getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.

Üçüncü basamağı çıktığımda;

«Anne-babası veya ikisinden birisi yanında yaşlanıp da (onları râzı ederek) cenneti kazanamayan kimse rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Demek ki;

Kıymetini idrâk edebilirsek;

•Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim için en büyük nimettir.

Süleyman Çelebi ne güzel ifade etmiştir:

Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter…

Yani;

(Yâ Rasûlâllah!) Sana ümmet olmanın ve Sünnet’in üzere bir hayat yaşamanın şeref ve bahtiyarlığı bize saâdet olarak kâfîdir.”

Ramazân-ı şerifler büyük bir nimettir. İçinde Kadir Gecesi’ni yani 83 senelik ecri saklayan birer hazine mâhiyetindedir.

Oruçları; gıybet ve yalanlarla, mâlâyânî ve şeytânî vitrinlerle hebâ etmek, Ramazan nimetine nankörlüktür.

Ramazan gecelerini; Kur’ân tilâveti, zikrullah ve teheccüdlerle ihyâ etmek yerine; televizyon, internet, cep telefonu karşısında israf etmek, Ramazan nimetine nankörlüktür.

Bir infak mevsimi olan bu mübârek günlerde; bencilliğin, hodgâmlığın, cimriliğin pençesine düşmek Ramazan nimetine nankörlüktür.

Rabbimiz; Ramazân-ı şerîfi mânen hazır olarak karşılayıp, mağfirete nâil olarak uğurlayabilmeyi nasîb eylesin. Âmîn.

Hizmetimize ihtiyaç duyan anne-babalarımız da bizler için birer rızâ-yı ilâhî ve cennet vesilesidir.

NEFSÂNÎ ARZULARIN ÇİRKİNLİĞİ

Kıssada köpeğin düştüğü hâl ne kadar çirkin ve hazindir. Köpek, nefsin remzidir. Onun müptelâ olduğu değersiz kemikler de, nefsânî arzulardır.

Nefis, insana imtihan için verilmiştir. İmtihan; onu tezkiye etmek, arındırmak, terbiye etmek üzerinedir.

Terbiye ve tezkiye edilmemiş, ham ve gafil nefis; tıpkı hikâyedeki kelb gibi, çok çirkin, boş ve bâtıl şeylerin peşinde koşabilir.

Hâlbuki ruh ve kalp penceresinden bakabilse, insan, nefsinin arzularının çirkin olduğunun farkına varabilecektir. Lâkin nefsânî sarhoşluk ve âyet-i kerîmelerin ifade ettiği üzere, şeytanın süslemesi, o çirkinleri güzel ve heves edilen şeyler gibi görmesine sebebiyet verir. Bu hâl, seraplara aldanmaktır.

Hikâyede sultanın hizmetinde her türlü nimetle perverde olan köpeğin, pek kıymetli şeylermiş gibi iki kemik parçasına talip olması ne kadar çirkinse; insanın da dünyada haramların, günahların ve şüpheli kerâhetlerin peşinde olması o kadar çirkin ve rezilcedir.

Nefsin istek ve arzularına muhalefet etmek lâzımdır.

İmam Gazâlî, nefsi bir ata benzeterek şöyle îkaz buyurur:

“Atını terbiye eden süvariyi, o at, sahibinin istediği menzile götürür. Fakat terbiye edilmemiş at ile sefere çıkan kimse, an gelir o atın hamlığı yüzünden uçurumlara yuvarlanır.”

SON NEFESE KADAR TEDBİR

Akla şu sual gelebilir:

Böyle bir av köpeği terbiye edilmiş olmalıydı. Buna rağmen nasıl böyle aldandı?

Nefsin derinliklerinde kötü huylar gizli olarak durur. Bu sebeple, nefsin tamamen terbiye edildiğinden hiçbir zaman tam olarak emin olunamaz. Bu hakikat şu teşbihle de ifade edilir:

Bir kedinin önüne nefis kebaplar konsa, fakat karşısından da bir fare geçecek olsa; kedi, derhâl o leziz kebapları bırakır da o farenin peşinden koşar.

Nefis terbiyesi, mutmainne seviyesinde perçinlenmedikçe, gösterilebilecek en ufak gaflette geriye düşmesi muhtemeldir. Hattâ Bel‘âm gibi yüksek bir mânevî seviyeye gelen kişiler bile, hevâlarına uymaları sebebiyle en rezil bir kelbin hâline düşmüşlerdir.

O hâlde; son nefese kadar nefsin kemendini bırakmadan, onu terbiye etmeye devam etmek îcâb eder.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize nümûne olmak için şöyle duâ ederlerdi:

(Yâ Rab!) Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..” (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)

SABIRLA…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, Rikāk, 28)

Yani nefsin arzu ve istek duyduğu şeylerin ekserîsi insan için cehennem tuzağıdır. Cennete vuslatın yolu ise, nefse sevmediği şeyleri yaptırmaktan geçmektedir.

Unutmamak lâzımdır ki, lütuflar zorluklara tahammül ettikten sonra tecellî eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Nefsin arzularına karşı mukavemet gösterdikten sonra nice mânevî güzellikler husûle gelir. Cennet de ancak zorlu sırattan geçebilenleredir.

Bir mü’min şu idrâk içinde yaşamalıdır:

Dünya bir imtihandır. Hayat düz bir çizgi değildir. İnişleri ve çıkışları vardır. Kul; bu med-cezirlerle dolu dünya hayatında, dâimâ her şartta Allah’tan râzı olmalıdır.

Mü’min;

•Hayatın çıkışlarında; yani zenginlik, bolluk ve sıhhat zamanlarında gevşememeli ve şımarmamalıdır.

•Hayatın inişlerinde; yani darlık, fakirlik ve hastalık gibi zamanlarında da bedbin olmamalıdır. Ye’se kapılıp ibâdet şevkini kaybetmemelidir.

Vebâ, korona gibi büyük salgın hâline gelen sârî hastalıklarla vefât eden mü’minler hakkında Peygamber Efendimiz «şehiddir» buyuruyor. (Bkz. Müslim, İmâre, 166)

Hastalığa karşı güzel bir sabır ve şükür içinde olup da sıhhat bulanlar ise «gazi» hükmünde olmaktadırlar. Çünkü mü’minin başına gelen her türlü musîbet ve hastalık onun için keffârettir. (Bkz. Buhârî, Merdâ, 3)

Lâkin bu inanç ve idrakten gafil olan ve hattâ isyana sürüklenenler için ise böyle hastalıklar, iki dünyada da hüsran sebebidir.

Hiç unutmamalıdır ki;

Esas hayat, âhirettir.

Cenâb-ı Hak; cümle ehl-i îmânı nankörlükten muhafaza buyursun, verdiği sonsuz nimetlerin şükrünü edâ edebilme gayretlerini cümlemize ihsân eylesin!..

Cümle ümmet-i Muhammed’i, yüce bir ilâhî ikrâm olan Ramazân-ı şerîfi ihyâ edebilenlerden kılsın!..

Âmîn!..