KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -28- İLÂHÎ İKRAM

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Osmanlıca hâlini okumak yahut indirmek için tıklayınız…

YAKINLIK

Çölden gelen bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle sordu:

“–Rabbimiz bize yakın mıdır? Yakın ise O’na içten sessizce yalvaralım. Yoksa uzak mıdır? Öyleyse O’na yüksek sesle nidâ edelim.”

Bu suâle cevap olarak Allah Teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

“(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle):

• Ben çok yakınım.

• Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar (şerîati takvâ ile yaşasınlar) ve Bana (aşk ile) inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186, [Taberî, Câmiu’l-beyân, II, 215])

Cenâb-ı Hak, kullarına yakındır. Hiçbir aracıya -hâşâ- muhtaç olmadan her kuluna şahdamarından daha yakındır. Zamandan ve mekândan münezzeh, müteâl ve yüceler yücesi olan Rabbimiz, -nerede olursak olalım- bizimle beraberdir.

Yeryüzünde milyarlarca insan var. Hesaplara, rakamlara sığmaz sayıda sâir mahlûkat var. Daha bilmediğimiz nice âlemler var. Rabbimiz öyle idrâk ötesi bir kudret ve azamete sahip ki; aynı anda her birinin duâsını işitiyor, niyâzına icâbet ediyor.

İnsan bu muazzam ve yüce kudretin idrâkinden bile âcizdir:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!..

Yine de o azamet karşısında insan, tesbih ve tenzih hâlinde şu itirafta bulunur:

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

سُبْحَانَ مَنْ بِقُدْرَتِه۪ يَعْجِزُ الْفُحُولُ

“Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim!

Sonsuz kudreti ile idrakleri âciz bırakan Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim!”

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti karşısında insan da nihayetsiz bir şekilde muhtaç ve âciz. Bu fânî hayat, insan rûhuna asla kâfî değil. İnsan iki cihanda da Rabbine muhtaç.

İnsan,

•Rabbine yaklaşmaya muhtaç…

•Âhiret yolculuğunda O’na dost olmaya muhtaç…

•O’nun sonsuz rahmetine muhtaç…

Cenâb-ı Hak, muhtaç kullarının duâlarına icâbet edeceğini müjdeliyor.

Demek ki;

Kalbin sanatı, Cenâb-ı Hakk’a duâ edebilme seviyesine çıkabilmek. Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Duâlarınız kabul olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin duâ edemez hâle gelmenizden endişe ediyorum!”

Çünkü;

Rabbimiz’in icâbet için bir şartı var:

“…O hâlde kullarım da Ben’im davetime uysunlar…”

Yani hayatın her safhasında, Kitap ve Sünnet üzere yaşasınlar ve yaşatsınlar. Zâhir ve bâtın bütün ilâhî tâlimatları yerine getirsinler. Zâhir ve bâtın bütün haramlardan, kerâhetlerden uzak dursunlar:

“…Bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.”

Böylece, sebîl-i reşâda, sırât-ı müstakîme erişsinler. Muhteşem cennetlere lâyık, mükerrem bir kul olsunlar. Mülevves nefsânî arzulardan kurtulup, tertemiz pîr ü pâk kalb-i selîm sahibi olsunlar. Esfel-i sâfilînden uzaklaşıp, âlâ-yi ılliyyîne nâil olsunlar.

Bunun için;

Sırât-ı müstakîmin rehberi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uysunlar. Üsve-i hasene olan O Fahr-i Kâinat’tan en güzel ahlâkı tahsil etsinler.

RASÛLULLAH İLE BERABERLİK

Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Bu müjdeyi doğru anlamamız için Hasan-ı Basrî Hazretleri îkaz buyurur:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! (Gücünüz nisbetinde) sâlihlerin amellerini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız.

Zira yahudi ve hıristiyanlar, kendilerince peygamberlerini severler, fakat onlar ile beraber değildirler.” (Gazâlî, İhyâ, c. II, s. 402)

Cenâb-ı Hakk’a yakınlık da, Rasûlullah Efendimiz’le beraberlik de asla sadece söz ile gerçekleşmez.

Bu büyük hedeflerin gerçekleşebilmesi için, hayatlarımızı Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıyla te’lif edebilmemiz lâzımdır.

Rabbimiz’e yakın olmak istiyorsak hayatımızı murâkabe edelim:

•Rabbimiz’in kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’le ne kadar yakınız?

•Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetimiz var mı, ne kadar?

•Bilhassa yavrularımızı Kur’ân iklimi ve ahlâkı üzere yetiştiriyor muyuz?

•Esas tahsilin Kur’ân-ı Kerim tahsili olduğunun şuur ve idrâki içinde miyiz?

•Müslümanların derdiyle dertleniyor muyuz?

•Gariplerin ve kimsesizlerin duâlarını alabiliyor muyuz?

•Bütün mahlûkātı kuşatacak bir şefkat ve merhamete sahip miyiz?

•İbâdet hayatımız nasıl?

•Secdelerde Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı tahsil edebiliyor muyuz?

•Namazımızı Rasûlullah Efendimiz’in namazıyla mukayese edebilir miyiz?

•Namazımız bizi fahşâ ve münkerden alıkoyuyor mu?

Hâsılı;

•Kendimizi Hakk’a adayabiliyor muyuz?

Bütün bu suallerde talep edilen güzel kulluk hasletlerini tahsil edebilmemiz için Rabbimiz yine bizlere ilâhî bir ikramda bulunmakta:

RAMAZÂN-I ŞERİF

Rabbimiz; Zâtına dost olabilen, Hakk’a yakın bir kul olabilmemiz için bizlere mânevî ve rûhânî bir iklim lutfediyor. Gündüzünde oruç ve infak, gecesinde tilâvet, zikir ve secdelerle dolu bir ibâdet mevsimi.

Çiçekler ve meyveler nasıl bahara, yeşerip meyve verecekleri iklimlere muhtaç ise, mü’min de Ramazân-ı şerîfin rûhâniyet iklimine öyle muhtaç.

Zira;

İnsanoğlu, dikkati kolay dağılan bir varlıktır.

Bu sebeple;

Ticaret, tahsil ve spor müsabakası gibi dünyevî gayeler için dahî, katılanların tamamen teksif olabilecekleri kamplar tertip edilir, yoğun çalışma zamanları düzenlenir. Böyle programlara katılanlar, hedefe hizmet etmeyen bütün meşgalelerden uzak tutulur.

Meselâ mühim karşılaşmalardan önce sporcular eğlenceden, zamanı israf etmekten ve maksada muhalif beslenmekten men edilirler. Tamamen muvaffakiyete yoğunlaşmaları temin edilir. Kendi aralarında «ihtilâttan men» kararı alınır.

Mü’minin karşısında son nefesle başlayan tehlikelerle dolu muazzam bir ebediyet yolculuğu vardır.

•O zorlu yolun tek azığı takvâdır.

•O muhâtaralı yolun yegâne rehberi Kur’ân’dır, Sünnet’tir.

•O yolun kandilleri sâlih amellerdir.

•O yolun tuzakları ve mayınları ise günahlardır, haramlardır, nefsânî arzulardır.

Ramazân-ı şerif, ilâhî bir ikrâm olarak mü’minlere ibâdete teksif olunacak bir aylık mükemmel bir program hazırlar. Kıymetini idrâk edenler, o mevsime daha da öncesinden hazırlık yaparlar. Sonrasında da onu bir sonraki Ramazân’a kadar muhafazaya gayret ederler.

Nitekim Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Rivâyetlere göre onlar şöyle duâ ederlerdi:

“Allâh’ım!.. Ramazân-ı şerif geldi, bizi rahmet gölgesi altına aldı. Onu bize selâmetle kavuştur, bizi o mübârek ayda selâmette eyle ve onu bizden kabul buyur!

Sabırla ve sevâbını yalnızca Rabbimiz’den umarak; onun gündüzünü oruçla, gecesini kıyamla ihyâ edebilmemizi nasîb eyle.

Bu mübârek ayda; bize ibâdet için ciddiyet, gayret, kuvvet ve dinçlik lutfeyle!.. Bıkkınlıktan, gevşeklikten, tembellikten ve uyuşukluktan muhafaza buyur!

Bizi Kadir Gecesi’ni ihyâ edebilmeye muvaffak eyle ve onu bizim için bin aydan hayırlı eyle!” (Taberânî, ed-Duâ, s. 1227)

Kadir Gecesi’nde bize iki mühim ders ve hikmet vardır:

Birincisi, Allâh’ın Hazret-i Peygamber’e verdiği büyük değerdir.

İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e ne kadar cömert ve merhamet sahibi olduğu hakikatidir.

Kezâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Ramazân-ı şerîfi;

“–Ey günahlarımızı temizleyen ay! Hoş geldin!” diyerek karşılardı.

O sâlih zâtlar; bu mübârek ayın kıymetinin bilinmemesinden, israf edilmesinden ise şiddetle sakındırırlardı.

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- bir Ramazan günü, sesli bir şekilde gülen bir topluluğun yanından geçti. Onları şöyle îkāz etti:

“Doğrusu Allah -azze ve celle- Ramazan ayını mahlûkātı için bir yarış meydanı eylemiştir. İnsanlar onda Allâh’a ibâdet için birbirleriyle yarışırlar. Bir topluluk bu yarışta geçmiş ve kazanmıştır. Bir başka topluluk ise geri kalmış ve hüsrâna uğramıştır.

Öne geçenlerin kazandığı, kaybedenlerin ise hüsrâna uğradığı bir günde oynayıp gülen kimseye ne kadar da hayret ederim!”

Ramazân-ı şerîfe bedenen, kalben ve rûhen hazırlanmalıyız. Onu ihyâ için edâ edeceğimiz ibâdetleri bir bir tefekkür etmeli ve mânevî kıvâmını yükseltmek için gayret sarf etmeliyiz.

Ramazân-ı şerif, bilhassa oruç mevsimi.

NASIL BİR ORUÇ?

Oruç; mideye ve nefsânî arzulara karşı bir sabır ve irade tâlimidir.

Ramazan orucu, bir ay boyunca riyâzat hâli yaşanarak;

•Cismânî ve nefsânî duyguların zayıflatılması,

•Rûhâniyetin kuvvetlenmesi,

•Nimetlere şükrün idrâk edilmesi,

•Acziyetimizin, hiçliğimizin hissedilmesi,

•Kalbin rikkat kazanması,

•Mahlûkāta merhametin artması,

•Muhtaçların hâlinin bir nebze idrâk edilmesidir.

Hazret-i Mevlânâ; şöyle der:

“Ramazan geldi; artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” (Mesnevî)

Öyleyse;

İftar ve sahur vakitlerinde tıka basa yemek yemenin de orucun esas gayesi olan riyâzat ve nefsin arzularıyla mücâhede sırrına muvâfık olmadığı anlaşılır.

Kaldı ki oruç bundan ibaret de değildir.

Gerçek oruç, orucun bâtınını yaşamaktır. Eğer bâtını yaşanmazsa, oruç kuru bir açlıktan ibaret kalır:

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îkaz buyuruyor:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı terk etmezse; Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Hazret-i Ömer buyurur:

“Oruç, (sadece) yemekten içmekten kesilmek değildir. Asıl oruç; yalan, bâtıl, boş söz ve yeminden (uzak durmak)tır.”

Câbir -radıyallâhu anh- da şöyle nasihat eder:

“Oruç tuttuğun zaman; kulağın, gözün ve dilin de haramlara ve yalana karşı oruçlu olsun. Hizmetini yapanlara eziyeti de terk et. Üzerinde bir vakar ve sekînet (huzur) olsun. Oruçlu olduğun gün ile olmadığın gün bir olmasın! (Orucun rûhâniyeti üzerine yansısın!)” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 422, h: 3646)

Yani;

Oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi;

•Ağızdan da yanlış bir sözün çıkmamasına,

•Gözlerin bir şeytan vitrinini seyretmemesine,

•Kulakların kötü ve çirkin şeyler dinlememesine ve

•Gönlün, kalb-i selîme yakışmayacak duygu ve niyetlerle kirletilmemesine dikkat etmek gerekir.

Bir de;

Gıybetten ateşten kaçar gibi kaçmalıdır.

Bu hakikatler, esâsen oruç değilken de riâyet edilmesi gereken hususlardır. Ancak, oruçlu iken bilhassa ihtimam gösterilmelidir. Zaten orucun hikmeti âyet-i kerîmede;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“Takvâya ermeniz için…” (el-Bakara, 183) ifadesiyle beyan buyurulmuştur.

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde lüzumsuz sözler sarf edilmesine müsaade etmezdi. Birisi gıybet etse hemen ona mâni olur ve;

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım! (Bende daha fazlası var!)” derdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında gıybet ettiler. Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır. (Oradan bize in‘ikâs oldu.)” buyurdu.

Orucu bu hassâsiyetle tutan gönüllerde, rahmet tecellî eder. Şefkat ve merhamet, tuğyân eylemeye başlar.

NASIL BİR İNFAK?

Ramazân-ı şerif gelince, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; her zamanki cömertliğinden de daha ileri bir şekilde, çok cömert olurdu.

Sahâbe efendilerimiz ve sâlih zâtlar da Ramazân-ı şeriflerde infak seferberliğine girişirlerdi. Yoksullarla iftarlar yapar, bol bol tasaddukta bulunurlardı.

İmâm-ı Şâfiî der ki:

“Bir mü’minin; gerek Rasûlullah Efendimiz’e benzemek ve O’na ittibâ etmek arzusuyla, gerekse yoksul kardeşlerinin de maîşet endişesinden kurtulup gönül huzuruyla ibâdete teksif olabilmelerini temin için Ramazân-ı şerifte infâkı ve cömertliği artırması ne güzeldir!”

Ramazân’ın riyâzat tâlimi, mü’minlere «fazlasını infak» şuurunu kazandırır.

Cenâb-ı Hak; bir kulunun rızkını ihtiyacından daha geniş kılmışsa, onu imtihan ediyor demektir:

•O kul, elindeki imkânları nefsine mi tahsis edecek, yoksa;

•İhtiyaç kadarını kullanıp arta kalanı infak mı edecek?

Mü’min, mü’mine zimmetlidir. Oruç tutan kişi; açlığı tadarak, muhtaçların hâlini daha iyi anlar.

Bir müddettir içinde yaşadığımız tedbirler; geçen sene olduğu gibi bu sene de, geniş çaplı iftar yemekleri vermeye mâni olacaktır. İmkân sahipleri böyle iftarlar için harcayacakları meblâğları fazlasıyla fakir fukarâ sofralarına, çadır şehirlerde yaşayan mazlumlara ve mağdurlara ulaştırmalıdırlar.

Zâlimlerin mâtem yurtlarına çevirdiği İslâm beldelerinde bu Ramazân-ı şerifte bir rahmet meltemi estirebilenlere ne mutlu!

Bu da;

Hazret-i Peygamber’in infak ahlâkı üzere olmakla mümkündür. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- infâk ettiğinde çok haz duyardı. Açları doyurmak, O’na kendi açlığını unuttururdu. Demek ki; infakta en güzel düstur ve ahlâk, sevinerek verebilmek, verdikçe de gönül huzurunun artması ve böylece kalplerde cömertlik deryâsının coşmasıdır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur!

Altın, zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur.

Ekin ekenin ambarı boşalır, lâkin hasat vakti gelince, saçtığı tohumlara karşılık kaç mislini geri alır! Boşalttığı bir ambara mukabil, kaç ambar dolusunu iâde alır!..

Fakat buğday, yerinde kullanılmaz da ambarda saklanırsa; bitlere, küçük kurtlara, farelere yem olur. Bunlar da onu tamamıyla mahvederler.”

Ramazân-ı şerîfe şeref ve kıymet veren husûsiyet, onda Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın nâzil olmaya başlamasıdır. Ramazân-ı şerîfin ihyâsı için mutlaka Kur’ân’ı bol bol tilâvet etmek, mânâsını, ahlâkını ve ahkâmını yaşamak gerekir.

NASIL BİR TİLÂVET?

Ramazân-ı şerîfi en bereketli şekilde ihyâ edebilmek için, bu ayda Kur’ân’a müstesnâ bir ihtimam göstermeliyiz.

Fahr-i Kâinât Efendimiz her Ramazan, Hazret-i Cibrîl’e o seneye kadar nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. Mübârek ömürlerinin son Ramazân’ında bu mukaddes tilâvet ve takdim iki kez tekrarlandı. Ramazanlarda camilerimizde ve evlerimizde okunan mukabeleler, o bereketten istifâde içindir.

Kur’ân mevsimi olan Ramazân-ı şerifte, öyle bir tilâvet kıvâmına nâil olmalıyız ki, ondaki şifâ ve rahmet gönüllerimizi ihyâ eylesin. Yuvalarımıza, ailelerimize ve evlâtlarımıza şifâ ve rahmet insin. Kur’ân’ın ahlâk ve ahkâmını hayatımıza öyle nakşetmeliyiz ki, onun bereketiyle, ümmet-i Muhammed’e şifâ ve rahmet yağsın.

Ramazan’da evlâtlarımıza orucu, namazı, infâkı ve Kur’ân tilâvetini sevdirmek için husûsî bir gayret göstermeliyiz.

İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende tarifsiz bir lezzet hâline geldi.”

Bizler de evlâtlarımıza oruç tutturalım. Küçük yavrularımıza «tekne orucu»* tutturup, iftar saatinde bir hediye ikrâm edelim. İlk gerçek oruçlarını güzel hediyelerle taltif edelim.

Ellerinden tutup camilere, mübârek mekânlara, terâvihlere ve mukabelelere götürelim.

Bazı ikram ve hediyeleri onlara verdirelim. Böylece onların infâka, cömertliğe ve ikrâma alışmalarını sağlayalım.

Ramazân-ı şerifte Kur’ân hatmi yahut bazı sûrelerin ezberlenmesi gibi güzel hedefler koyarak, başarırsa, güzel ve mânevî hediyeler verelim.

Bu güzel davranışlar, hediyeler ve taltifler, Allâh’ın izniyle, ömür boyu evlâtlarımızın hatırlarından çıkmaz. Gönüllerinde ibâdetin hazzı ve lezzeti yerleşir.

Mânevî ve rûhânî gıdâlara yöneldiğimiz bu mübârek mevsimde Kur’ân sofrasından doya doya kana kana istifâde edebilenlere ne mutlu!..

Ferdî ibâdetlerin zirvesi olan namazı da Ramazân-ı şerifte ayrı bir idrak ile edâ etmelidir:

NASIL BİR NAMAZ?

Namazlarımızı Rasûlullah Efendimiz’in namazına benzetme gayretinde olmalıyız. Zira Efendimiz buyurur:

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)

Efendimiz’in tâdil-i erkânını ve bilhassa huşû hâlini de örnek almamız elzemdir. O’nun tarifiyle;

“…Namaz; huşû duymak, tevâzu ve tezellül göstermektir…” (Tirmizî, Salât, 166)

Âişe c Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman; Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Bizler namazlarımızda dünyadan ve gündelik meşgalelerimizden ne kadar sıyrılabiliyoruz? Namazın rûhâniyeti gönüllerimize, secdelerin nûrâniyeti sîmâmıza ne kadar aksedebiliyor?

Namazlarımızı cemaatle edâ edebiliyor muyuz?

Bu Ramazân-ı şerîfi, namazımızın seviyesini yükseltmek için bir mîlât edinelim.

Tâdîl-i erkâna riâyet edilen, ferah ve huzurlu terâvihlere devam edelim; mânevî birer hazine değerindeki Ramazan gecelerini, mâlâyânî dolu ekranların karşısında hebâ etmeyelim.

Sahurda vücudumuzun gıdâ ve su ihtiyacını karşıladığımız gibi, seherlerde de kalbimizin ve rûhumuzun ihtiyacı olan «teheccüd ve zikrullâh»ı artıralım.

Ferdî ibâdetlerin zirvesi olan namazdan aldığımız mânevî feyiz enerjisiyle, içtimâî ibâdetlerin zirvesi olan hizmetlere koşalım. Kardeşlik hukukunu takviye edelim. Zarif bir muâmelâtı, güzel ahlâkı yaşayalım ve yaşatalım.

NASIL BİR İÇTİMÂÎLEŞME?

Ramazân-ı şerifte üzerimizde bir kul hakkı varsa mutlaka helâlleşelim. Rasûlullah Efendimiz îkaz buyurur:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir (kul) hak(kı) varsa onu hemen ödesin; «Dünyada rezil rüsvâ olurum.» diye düşünmesin!

İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Gıybet ve dedikodunun da mühim bir kul hakkı olduğunu unutmayalım.

İlâhî bir ikrâm olan Ramazân-ı şerîfi bu kulluk hassâsiyetiyle ihyâ edebilirsek, inşâallah son on günde de Kadir Gecesi’ni idrâk etmek nasip ve müyesser olur. Keremi sonsuz Rabbimiz’in bir gecede 83 senelik ecir ve sevap ikrâm eylediği bu muhteşem ikrâma nâil olabilenlere ne mutlu!..

Rabbimiz, bu muhteşem ilâhî ikrâmını en güzel şekilde değerlendirebilenlerden eylesin. Ramazân-ı şeriften affedilmiş olarak çıkabilen ve mağfiret bayramına nâil olanlardan eylesin.

Âmîn!..

______________________

Tekne orucu: Çocuklara; alışsınlar diye günün bir bölümünde, yarım olarak tutturulan bir oruç hazırlığı.