Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf TASAVVUF FIKHI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Tasavvuf, kāl ilmi değil, hâl ilmidir. Yaşayış ve duyuş meselesidir. Satırlarla değil sadırlarla intikal eder. Tasavvufî incelikleri idrâk edebilmek, birtakım derin hikmetlere nüfûz etmeyi gerektirir. Yani bazı tasavvufî hakikatleri, avâm-ı nâs anlayamayabilir, bunlar havâssa mahsus sır ve hikmetlere istinâd edebilir.

Bunun yanında, tasavvuf İslâm’dan gayrı bir şey de değildir. Onun kitâbî bir disiplin olmamasını istismâr eden bazı art niyetliler; bâtıl akîdelerini yahut gayr-i meşrû yaşayışlarını tasavvuf kılığında pazarlamaya kalkmışlardır.

Tasavvufun bu şekilde istismar tablolarını gören kimileri de, bu hâli tasavvufun hakikatine mâl etme hatasına düşmüşlerdir. Çok yaygın olmamakla birlikte, tarihimizde tekke-medrese çekişmelerine rastlanması bundandır.

Mutasavvıflar hem istismarlara fırsat vermemek hem de tasavvufa yöneltilen tenkitleri geri çevirmek için, eserler kaleme almışlardır.

Bu sayıdan itibaren eserinin şerhini paylaşacağımız Ahmed İbn-i Zerrûk Hazretleri de, «Kavâidü’t-Tasavvuf» ismiyle tanınan eserini bu niyetle kaleme almıştır.

Önce kıymetli müellifi tanıyalım:

Ebu’l-Abbâs, Ahmed bin Ahmed bin Muhammed bin İsa Şihâbüddîn el-Burnûsî el-Mağribî el-Fâsî el-Mâlikî…

Bu mübârek zât, Kuzey Afrika coğrafyasındaki tasavvufun köşe taşlarından biri.

Berberî kabîlelerinden Burnus / Berânis adlı kabîleye mensup. Biz dünyada Mağrip / Morocco olarak anılan ülkeye Fas diyoruz. Hâlbuki Fas orada bir şehrin adı. İbn-i Zerrûk da mîlâdî 846 yılında bu şehirde doğmuş. Mâlikî mezhebine mensup bir zât.

İbn-i Zerrûk lakabı, mavi gözlünün oğlu mânâsına gelir ki, rivâyetlere göre dedesinin gözü mavi olduğu için kendisine böyle bir sıfat verilmiş.

Henüz bir haftalıkken anne-babası vebâdan vefat eder. Yetim olarak büyüyen Ahmed’i sâlihâttan bir hanım olan anneannesi büyütür. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i ve birçok kitabı ezberine alır. Kendisi Mâlikî mezhebinde usûl olduğu üzere risâle ile eğitimine başlar. Ondan sonra da eğitim merhalelerini teker teker bölgesindeki hocaefendilerden itmâm eder.

Aynı zamanda Mısır’a gider. Mısır’da İbn-i Hacer el-Askalânî’nin talebelerinden Hâfız Sahâvî’nin talebeliğini yapar. Kendisinden Bulûğü’l-Merâm ve hadis ıstılahına dair birçok şey okur.

Mısır’da kendisine büyük bir itibar gösterilir. Ezher Camii’nde ders verir. Derslerine 6 bin küsur Mısırlının katıldığı, rivâyetlerde yer alıyor. Mâlikî mezhebinin imamlarından biri olarak, Ezher’de Mâlikî kürsüsü kendisine verilir.

İbn-i Zerrûk, Şâzelî tarîkatına da girerek, hem fakih hem mutasavvıf ulemâ arasına katılır. Ebû Abdullah ez-Zeytûnî’ye intisâb eder.

Sonra Trablusgarp’a bugünkü Libya’ya yönelir. Orada irşâd vazifesi ile vazifelendirilir. Binlerce mürîdi olduğu söylenmektedir. Kaynaklar onun âlim, ilmiyle âmil, zâhid ve müttakî bir zât olduğunu bildirmektedir.

Abdurraûf el-Münâvî kendisi hakkında şunları söyler:

“İbâdet ehli bir kimseydi. Gayb denizinden nice inciler çıkarıp insanlığa sundu. Velâyet ile mâruf bir zât idi. Kanaat ve iffet sıfatları kendisinde vardı. Fıkıh, tasavvuf, usûl ve hilâf ilminde âlim bir zâttı.”

Kendisinin birçok eseri var. Osmanlı coğrafyasında da bu eserlerin yaygın olarak görüldüğünü biliyoruz. İstanbul kütüphânelerine baktığımızda İbn-i Zerrûk Hazretleri’nin birçok yazmalarına tesadüf ediyoruz. Demek ki Osmanlı’da da Hazret’e bir teveccüh olmuş. Eserlerinden istifade edilmiş.

Mühim eserleri:

Şâzelî meşâyihından İbn-i Atâullah el-İskenderî’nin «Hikem-i Atâiyye» adlı eseri tasavvuf üzerine güzîde hikmetleri dile getiren muhalled bir eser. İbn-i Zerrûk bu eseri defalarca okutmuş ve her okutuşunda da notları ayrı bir şerh hâlinde kayda geçirmiş. Böylece kimisine göre 27 kimisine göre 30 küsur şerh vücuda getirmiş.

Bunun yanında; birçok Mâlikî eserini şerhle taçlandırmış.

Bizim tercüme ve şerh edeceğimiz eseri ise:

Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf

Farklı isimlerle de bilinen bu eserde, müellifimiz; usûl ve fıkıh kaidelerini bir araya getirecek şekilde tasavvuf kaidelerini ortaya koymaya çalıştığını söylüyor. Yani tasavvufu temellendirme, tasavvufun köklerini ortaya koyma üzerine yaptığı hakikaten kayda değer bir çalışma. Bir yönüyle; «Tasavvuf Manifestosu.»

Bu eser çok okunmuş ve okutulmuş fakat tam mânâsıyla, mükemmel bir şerhi ortaya çıkmamış. Bu da bir eksiklik olarak görülüyor. Çünkü eserin ibârelerinde ve ifadelerinde yer yer kapalılık var.

Kitabın adına tekrar bakacak olursak; bazı nüshalarda şu ilâve var:

“Şerîat ve hakikati cem edecek bir tarzda, usûlü ve fıkhı tarîkata bağlayacak bir üslûpta tasavvuf kaideleri(ni ortaya koymaya çalışacağım.)” diyor Hazret.

Hamdele ve salvele:

“Cenâb-ı Allâh’ın şânına, celâlinin yüceliğine lâyık bir şekilde O’na hamd ü senâlar olsun.”

Çünkü biz Cenâb-ı Allâh’a hamd etmekten âciziz. Hamd edebilmiş olmak… Yani;

“–Cenâb-ı Allâh’a hamd ediyorum.” diyebilmek bile bizâtihî hamdi gerektiren bir mesele. Onun için Cenâb-ı Allah kendisini nasıl hamd etmişse, nasıl senâ etmişse biz de aynı şekilde O’nu hamd eder, senâ ederiz.

“Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun âline salât ve selâm olsun.”

“Bu muhtasar eserimizle ve bu eserdeki bölümlerle maksadımız tasavvuf kaidelerini ve tasavvufun usûlünü bir girişle okuyuculara kolaylaştırmaktır. Bu kaideler şerîat ve hakikati cem eden bir tarzda ortaya konulacak. Usûlü ve fıkhı tarîkatla birleştirecek bir tarzda serdedilecektir.

Murâd ettiğimiz şeyin kolaylaştırılması için itimadımız, güvenimiz, tevekkülümüz Cenâb-ı Allâh’adır. Maksadımızı gerçekleştirmek için de Cenâb-ı Allâh’a istinâd etmiş, O’na yönelmişizdir. O bize yeter ve ne güzel vekildir.”

BİR HUSUS HAKKINDA KONUŞMADAN ÖNCE…

Birinci kaide:

“Şeyden (bir objeden, bir varlıktan, bir mefhumdan) bahsetmek onun mahiyetini tasavvura bağlıdır, mahiyetini tasavvurun bir fer’idir, uzantısıdır.”

Yani bir şeyden konuşabilmek için onun mahiyetini, ne olduğunu tasavvur etmek lâzım. Zihinde canlandırmak lâzım. Bunu genelde şöyle de ifade ederler:

“Bir şeyle alâkalı hüküm verebilmek; o şey hakkında tasavvurda bulunmanın uzantısıdır.”

Herhangi bir şeyi konuşacaksınız. Önce o şeyi tasavvur etmeniz, zihninizde canlandırmanız lâzımdır.

Tasavvur, aynı zamanda mantık ilmine ait bir ıstılahtır. Mantık kitabı Süllem de der ki:

“Tasavvur; «müfredi, tek olan şeyi zihinde canlandırmak, zihinde düşünebilmek» demektir.”

Âmâların fil tarifi diye meşhur bir temsil vardır. Daha öncesinde fil hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan âmâlar bir odadaki fili elleriyle yoklayarak tanımaya çalışırlar. Fakat her şeyiyle değil, sadece kendi dokundukları uzvuyla. Netice gariptir: Kulağını tutan kişi;

“–Fil; yaprak gibi, çarşaf gibi bir şeydir.” derken, hortumunu tutan kişi;

“–Fil; boru gibi, yılan gibi bir şeydir.” der. Yandan vücuduna dokunan ise, fili bir duvara benzetir. Dişlerini tutan eğri, sivri bir taşa benzetir.

Hâsılı bu kişiler fili tam tasavvur etmeden onun hakkında konuşmaya giriştikleri için hata yapmışlardır.

İbn-i Zerrûk -rahmetullâhi aleyh- şuna dikkatimizi çekiyor:

Bir şey hakkında konuşabilmenin yolu onu zihinde canlandırmaktan geçer. Bilmediğiniz bir şey hakkında konuşamazsınız. Tasavvuf hakkında konuşacaksanız tasavvufu bilmeniz lâzım gelir. Eğer tasavvufu bilmiyorsanız; bilgileriniz kısıtlı ve dar bir çerçevede ise, tasavvuf hakkındaki konuşmanız, âmâların fil tarifi gibi havada kalır.

Bir şeyin hakikatini bilemezseniz onun hakkında kabul veya ret cihetinde bir hükümde bulunamazsınız. Mahiyetin yanında;

“O şeyin, fâidesini ve muhtevâsını da bilmeniz gerekir.

Bu tasavvur, zihnî bir anlama faaliyetiyle gerçekleşecektir. Bu; sonradan kazanılan, eğitim ve okumayla elde edilen bir idrak olur. Yahut doğuştan vâr olan / bedîhî bir idrak olur. Her iki zihnî idrak faaliyetinden biriyle; o şeyin mahiyetini, faydasını ve maddesini, yani muhtevâsını tasavvur edeceksiniz ki, ancak o zaman onunla alâkalı konuşabilirsiniz.”

“Tâ ki; o şeyin içerisine her ne giriyorsa, onun fertlerini ret veya kabul etme noktasında bir mercî, bir kaynak oluşabilsin.”

Yine o şeyi usûllerine ircâ etmek, temellendirmek ve detaylandırmak, ayrıntılarını orta koymak noktasında bir mercî oluşabilsin.”

“Binâenaleyh mahiyetin anlaşılması, ne olduğunun bilinmesi, hakikatinin kavranılması; o meseleye girmeden, onunla ilgili ileri geri konuşmadan önce halledilmesi gereken bir şeydir. Onun anlaşılabilmesi, ortaya konulması -eğer teşvik söz konusuysa-, insanların ona yönlendirilmesi ve cevherlerinin işaret yoluyla ortaya konulabilmesi için bir mesele ile ilgili konuşacaksanız; önce o meselenin mahiyetini tasavvur etmeniz, sonra faydasını, sonra içeriğini bilmeniz lâzım gelir. Bunu böyle bil!”

Bu çok önemli bir mesele.

Özellikle de tasavvuf açısından düşündüğümüzde tasavvufla ilgili ileri geri konuşan kimseler tasavvufu ne kadar biliyorlar veya kendi zihin dünyalarındaki tasavvuf hangi tasavvuftur?

Meselâ bir kişi Afrika’da bir yerde yaşamıştır. Orada birtakım tasavvufî tecrübeleri görmüştür. Ve o tasavvufî tecrübeler üzerinden «tasavvuf» denildiğinde aklına gelen şeylerle tasavvufu yargılamaktadır.

Bir diğer taraftan bir başka kişi, hakikaten müteşerri‘ bir tasavvuf ekolü içerisinde yetişmiştir. O da tasavvufu; kendi dünyasındaki tasavvuf olarak gördüğü için, hiç aklına birtakım yerlerde sapık bir faaliyetlerin olacağı da gelmemektedir.

Hulâsa birinci kaidede İbn-i Zerrûk bize şunu söylemiş oldu:

“Şeyden/objeden bahsedebilmek için objenin mahiyetini bilmek lâzım, hakikatini bilmek lâzım, ne olduğunu bilmek lâzım. Faydasını, yararını bilmek lâzım. Maddesini, içeriğini, onu oluşturan şeyleri bilmek lâzım ki daha sonra;

«–Bu, budur.» denilen şeyin «–O, o mudur, değil midir?» diye reddini veya kabulünü yapmak mümkün olsun.”

Eğer bir şeyin ne olduğunu bilmezsek o zaman o şeyle alâkalı bir hüküm vermemiz imkânsız hâle gelir. Versek bile bu yetersiz bir hüküm olur.

Binâenaleyh eğer tasavvufu hakikî bir şekilde anlayabilirsek o zaman her ne kadar tasavvuf iddiası ile ortaya çıksa da neyin tasavvuf olduğunu, neyin tasavvuf olmadığını veya nelerin tasavvuf olarak değerlendirilebileceğini, nelerin de değerlendirilemeyeceğini anlayacak bir idrak seviyesine, bir şuur seviyesine erişebiliriz. Bu şuur; okuma, müzâkere etme yoluyla elde edilir veya tabiî olarak, bedîhî olarak, fıtrî olarak insanda oluşur. Binâenaleyh her iki yönü de makbuldür. Önemli olan işin hakikatine ulaşabilmektir.

Rabbim; îmânın, ibâdetin ve ihsânın hakikatine erişebilmeyi cümlemize nasip eylesin.

Âmîn…